Yaşadığın dünyaya bak; yüce tanrı, hangi eserini sevginin kucağında büyütmemiş? Neden okşamak ve kucaklamakla gidilecek yere, tekme ve tokatla erişmeyi tercih edesin?
Son günlerde kendi kendimle çok muhasebe ettim, acaba ben mi haksızım, acaba taraftarı olduğum fikirler mi yanlış? diye çok düşündüm, uykusuz geceler geçirdim. Fakat karşi tarafın mücadele metodlarına bir göz atinca, onların haklı olmasına imkan olmadığı neticesine vardım. Haklı olanlar bu yoldan yürüyemezlerdi, hayır, hak hiç bir zaman söz ve fikir tarafını
bırakıp tekme ve balyoz tarafını tutmuş olamazdı. Hiç ummadığım bu ağır darbe karşısında, bunun sebeplerini düşündüm ve araştırdım. O zaman gördüğüm manzara
bana dehşet verdi.
"Sokakta birisi Sokrates'e hakaret etmiş, bir de tekme atmış. Sokrates hiç aldırmadan yürüyüp gitmiş. Durumu görenler niye bir tepki göstermediğini sormuşlar. O da: Bir eşek beni ısırsa onu dava mı etmeliyim sizce?' demiş."
Bağlanmak korkusu yok artık üstümde
bu yükten kurtuldum
kurtulamadığım bu yükten dolayı
istemeden kurtulduğum nice güzellikten sonra
yitirmemek için yenilerini
şimdi herzamankinden çok bağlanmak istiyorum
sevda tadında
umut tadında
yaşam tadında bağlanmak
yitirdiklerimi geri almak coşkusuyla
sana bağlanmak
sevdana
umuduna
umutsuzluğuna ortak olmak
yanlızlığimda
yanımda sıcaklığıni
teninin ve umudunun
hissetmek istiyorum
dokunmak
ellerimin arasında
tutmak istiyorum
yaşamı
sevinçli günlerimizde
sevinçle
üzüntülü günlerimizde
üzgün
ama yitirmeden umudumuzu
omuz omuza verip
dolaşmak yağmur sonrası
baharında
sokakların
dallarda yeşeren
bizim umudumuz
yapraklara bakarak
kaldırımları kaplayan
içimizden yitip giden
sararmışlıklara
bir tekme de biz atarak
ve çocuklar gibi şen
kucaklamak dünyayı
kahkahayla
coşkuyla..
600 erkek çocuğu
Sonder komandosu üyesi Salmen Lewental 20 ekim 1944’te Auschwitz-Birkenau’da tanık olduğu bir olayı şöyle anlatıyor. Söz konusu metin 1961 yılında, kampta, krematoryumlardan birinin yakınında toprağa gömülmüş olarak bulundu. “12 ile 18 yaşları arasında 600 erkek çocuğu güpe gündüz buraya getirildi. Üzerlerinde incecik mahkum
giysileri vardı. Giysiler büyük geliyordu. Ayaklarında yırtık ayakkabılar ya da takunyalar. Burada kendilerine soyunmaları için emir verildi. Çocuklar bacadan çıkan dumanı gördüler ve hemen ölüme götürüleceklerini anladılar. Çaresizlik içinde bir o yana bir bu yana
Koşmaya, nasıl kurtulacaklarını bilmeden saçlarını başlarını yolmaya
başladılar. Bir çoğu feci bir şekilde ağlamaya başladı. Çocukların acılı çığlıkları çok uzaklardan duyulabiliyordu.
İçgüdüsel bir ölüm korkusuyla soyundular tekme ve sopalardan kurtulmak için çıplak ve yalınayak büzüldüler. Hiç hareket etmeden duruyorlardı. Cesur bir çocuk idareciye gelerek kendisini öldürmemesi için yalvardı ve en
ağır işleri yapmaya hazır olduğunu söyledi. İdareci çocuğun kafasına kalın sopayla birkaç kez vurdu.
Birçok çocuk ‘Sonder Komandosu’ndaki Yahudilere koştu ve onlara sarılarak kendilerini kurtarmaları için yalvarmaya başladı. Bazıları büyük alanda, çıplak, oraya buraya koşup duruyordu (ölümden kurtulmak için). Komutan elinde cop olan SS
görevlilerinden birini yardıma çağırdı.
Genç, berrak çocuk sesleri geçen her dakika biraz daha arttı ve sonunda acı dolu bir ağlamaya dönüştü. Bu korkunç ağlama ve yakınma bütün her yeri kapladı. Bu ağlama karşısında donup kalmış, felç olmuştuk. SS görevlileri en küçük bir acıma belirtisi göstermeden suratlarında yaptıklarından memnun bir
tebessümle gururlu bir muzaffer gibi bakıyor ve çocukları acımasızca döverek sığınağa sokuyorlardı.
Çocukların kimisi hâlâ koşuyor ve kendini kurtarma- ya çalışıyordu. SS görevlileri de peşlerinde koşuyor, yakaladıklarına vahşice vuruyordu. Durumu kontrol altına alıncaya kadar çocukları kovaladılar ve sonunda hepsini sığınağa soktular. Tarifsiz bir
sevinç içindeydiler. Acaba hiç birinin kendi çocuğu yok muydu?
Biliyoruz ki söz konusu başkaları olduğunda yüreklendirme, anlama ve bağra basma konusunda hepimiz çok cömertiz. Halbuki aynı durum kendimiz için söz konusuyken en sert tepkileri dile getiriyoruz. Oklar kendimize yöneldiğinde düşene yani kendimize bir tekme daha vuruyoruz.
Fırlatıldığımız dünyaya, bir tekme de siz atıverin.!
-Yalnız... Yalnız, bir şey var. O gün bu gündür sırtımı hiçbir yere dayayamam, çok sancır. Bizi buraya getirdiler, “Sırtınızı duvara dayayıp oturacaksınız, hiç konuşmayacaksınız!” dediler. Bu devletin askerinin emriyle sırtımı dayadığım, bu devletin duvarı yakar canımı... Neyse, bu acıya katlanılır da, yürek acısına hiç dayanılmaz... Bizi bu binaya tekme
tokat sokarlarken kapıda asılı duran al bayrağa takıldı gözüm. Ben o bayrağın namusu için, dinim için, vatanım için canımı vermeyi seve seve göze almıştım. Göze almıştık. Canını verenler, şehit düşenler de oldu. En yakın arkadaşlarım, kollarımda gülerek uçtu Cennet’e. Peki şimdi ne oldu da, dün uğrunda savaştığımız al bayrağın gölgesinde bugün birer
vatan haini gibi itilip kakılmaktayız?