Kiracıymış meğerse kabuklar yaralarda
Bir veda koştu bana ve ısırdı canımı.
600 erkek çocuğu
Sonder komandosu üyesi Salmen Lewental 20 ekim 1944’te Auschwitz-Birkenau’da tanık olduğu bir olayı şöyle anlatıyor. Söz konusu metin 1961 yılında, kampta, krematoryumlardan birinin yakınında toprağa gömülmüş olarak bulundu. “12 ile 18 yaşları arasında 600 erkek çocuğu güpe gündüz buraya getirildi. Üzerlerinde incecik mahkum
giysileri vardı. Giysiler büyük geliyordu. Ayaklarında yırtık ayakkabılar ya da takunyalar. Burada kendilerine soyunmaları için emir verildi. Çocuklar bacadan çıkan dumanı gördüler ve hemen ölüme götürüleceklerini anladılar. Çaresizlik içinde bir o yana bir bu yana
Koşmaya, nasıl kurtulacaklarını bilmeden saçlarını başlarını yolmaya
başladılar. Bir çoğu feci bir şekilde ağlamaya başladı. Çocukların acılı çığlıkları çok uzaklardan duyulabiliyordu.
İçgüdüsel bir ölüm korkusuyla soyundular tekme ve sopalardan kurtulmak için çıplak ve yalınayak büzüldüler. Hiç hareket etmeden duruyorlardı. Cesur bir çocuk idareciye gelerek kendisini öldürmemesi için yalvardı ve en
ağır işleri yapmaya hazır olduğunu söyledi. İdareci çocuğun kafasına kalın sopayla birkaç kez vurdu.
Birçok çocuk ‘Sonder Komandosu’ndaki Yahudilere koştu ve onlara sarılarak kendilerini kurtarmaları için yalvarmaya başladı. Bazıları büyük alanda, çıplak, oraya buraya koşup duruyordu (ölümden kurtulmak için). Komutan elinde cop olan SS
görevlilerinden birini yardıma çağırdı.
Genç, berrak çocuk sesleri geçen her dakika biraz daha arttı ve sonunda acı dolu bir ağlamaya dönüştü. Bu korkunç ağlama ve yakınma bütün her yeri kapladı. Bu ağlama karşısında donup kalmış, felç olmuştuk. SS görevlileri en küçük bir acıma belirtisi göstermeden suratlarında yaptıklarından memnun bir
tebessümle gururlu bir muzaffer gibi bakıyor ve çocukları acımasızca döverek sığınağa sokuyorlardı.
Çocukların kimisi hâlâ koşuyor ve kendini kurtarma- ya çalışıyordu. SS görevlileri de peşlerinde koşuyor, yakaladıklarına vahşice vuruyordu. Durumu kontrol altına alıncaya kadar çocukları kovaladılar ve sonunda hepsini sığınağa soktular. Tarifsiz bir
sevinç içindeydiler. Acaba hiç birinin kendi çocuğu yok muydu?
Geride bırakılan hizmetkârlar orta kapıya koştu ve bağırarak, "Beyimiz hayatına son verdi. Haydi, bütün sadık adamları ona eşlik etsin!" Ardından 20 adam konağın içinde ateş yaktı, hızla dumanın önünde sıraya girerek karnını deşti. Altta kalmak istemeyen diğer 300 savaşçı da karınlarını deşip alevlerin içine atladı.
Sessiz ve düşünceli ve herkeslerden ayrı,
Durdu Madoc: Şimdi asil teşebbüsünü
Gururla hatırlıyor, şimdi umut düşlerinde artık,
Yakında olsa da bir dolu uğursuzluk ve şüphe ve korku,
Akşam adil davranıp gülümsedi ona ve uygun esen fırtına,
Çarmıklarda ıslık çaldı ve oturaklı gemi hızla,
Kükreyerek koştu dalgalar arasında.
Robert Southey
Ahmed ve Kâsım birbirine baktı. Ahmed yavaşça eğilip Kâsım'a şunları söyledi.
"Eve döndüğümde ilk işim masala başlamak olacak. Sen de yaz istersen."
"Ne?!"
"Adını da 'Çöl Çiçeği Masalı' koyacağım." Ahmed arkasını döndü ve yürüdü.
Kâsım heyecanla peşinden koştu ve sordu:
"Şimdi nereye gidiyorsun?" Ahmed'in yanıtı ürkütücü ve
düşündürücüydü.
"Masalın dışına... Çok uzaklara bilinmeyen bir dünyaya gidiyorum."
Kâsım heyecanla bir daha sordu:
"Peki, onlar cayır cayır yanacaklar mı?"
"Hayır. Onlar şu anda gerçek yaşama geçtiler."
Masal burada bitmedi... O her zaman vardı ve şu anda da devam ediyor...
"Elindeki silahı daha sıkı kavradı Ömer Astsubay. Silah kuruluydu namluda mermi hazır bekliyordu. Kelime-i şehadet getirdi. Ölüm vardı aklında, ama kendi ölümü değil; o hainin ölümü vardı. Ok gibi fırladı yerinden ve ekibin arasına daldı. Tam yanına yaklaştı hain Terzi'nin ve parmakları tetiği çekti. Tam iki el. İki çelik çekirdek darbeci Hain Paşanın kafasına
isabet etti ve ardından koşar adım ağaçlık alana koştu Ömer Astsubay.
Mermiler! Ah o mermiler. İnsandan ne kadar hızlıydı. Birbiri ardına deldiler vücudunu, yere düştü. Koşarak geldi o hainin korumaları ve bir şarjör daha boşalttılar vücuduna. Tam otuz kurşun"
Çinli kız beni görünce ayağa fırlayıp bana doğru koştu ve beni dostça kucakladı...
....Bugüne dek melekler, şeytanlar ve hayaletlerle başa çıkmıştım ancak önümdeki masum kızın bu davranışına nasıl tepki göstereceğimi bilemiyordum.
Ancak nihai sonucu, hemen hemen beş yüz kilometre ötede, Atina'daki bir bahçede geçen tuhaf bir olay biçimlendirecekti. İstanbul'un ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kaderi bir maymun ısırığına bağlıydı.
Çoğu kişi, çağın en karmaşık tahta çıkma olaylarından biriyle iç içe geçen bu olayı kozmik adaletin garip bir tecellisi olarak gördü. Babasını tahttan
indirip krallığını Birinci Dünya Savaşı'nda zafere götüren ve 1920 Ekimi başlarında İstanbul ile Ankara'ya doğru ilerleyen birliklerini seyretmekte olan Yunan Kralı Aleksandros, Atina civarındaki malikânesinde Alman çoban köpeğiyle yürüyüşe çıktı. Yolda köpek saray bahçıvanlarından birinin maymununa, bir makaka saldırdı. Başka bir maymun arkadaşını savunmaya
koştu ve kralı fena halde ısırdı. Kral ısırığın üstünde durmadı ama birkaç gün içinde ısırık mikrop kaptı. Kral yatağa düştü ve ay sonunda öldü.
Winston Churchill daha sonra, “Bu maymun isirığı yüzünden çeyrek milyon insanın öldüğünü söylemek abartılı olmaz" demişti. Olayın siyasi etkisi müthişti. Aleksandros öldüğü için 1917 saray
darbesinde yenilgiye uğrayanlar Konstantinos’u sürgünden dönerek tahta geçmeye davet ettiler. Yeni bir seçim yapıldı, siyasi pazarlıklar sonucunda Venizelos başkanlıktan ayrılmak zorunda kaldı. Atina’daki kargaşa Ege'nin karşı yakasını derinden etkiledi, ancak ortaya çıkan sonucu o günlerde hiç kimse tahmin edememişti. Konstantinos'un ani dönüşüyle siyaset sahnesinde
çıkan fırtınada, Yunan kuvvetlerinin Anadolu’daki ilerleyişi ivme kaybedebilirdi; kıyı bölgesini ve Trakya’nın doğusunu ele geçirmek, Müttefiklere baskı yapıp İstanbul’u Yunan hükümetine teslim etmelerini sağlamak gibi büyük planlar suya düşebilirdi. Ama tam bu kritik noktada, önde gelen işgalci güç, yani Britanya, kararlılığını sürdürdü. Müslümanlıktan
ürken, ama bir o kadar da Yunan hayranı olan Britanyalılar Yunanların emellerini desteklediler.
"Dün Büyücüleri çocuğun büyük hediye ile doğduğunu düşünüyor, savaşı sona erdirecegini hesap ediyordu, fakat çocuk bekledikleri kişi değildi . Tuldur'un kalbini çocuğa verdiler. Çocuk elindeki taşla Fırtına Uçurumlarına koştu . Gökyüzünde toplanan kara ölümü,ateşten kırbacı durdurabilirdi, buna inanıyordu.Taşı gökyüzüne kaldırarak Tuldur a seslendi ama
çocuk Toprak Tanrısı'nın kalbini kontrol edemedi . Taş çocuğu hükmüne aldı ve Tuldur'un tüm öfkesini Lamna'nın ışığına yükledi . Lamna'nın ışığı o zamanlar bir Ruud şehri olan Limanağzı'nı yok etti . Oradaki her şeyle birlikte ve tabii Liethleri de."