"Devletin, vatandaşları üzerinde tam otorite sahibi olması gerektiğine inanan bir İttihatçı olarak, Cemal'in Siyonizm'e muhalefeti, Filistin'de bir Yahudi devleti kurmayı amaçlayan milliyetçi bir harekete karşı çıkmaktan başka bir şey değildi."
"Cemal Paşa'nın sahip olduğu otorite sıradan bir ordu kumandanının sahip olduğunun çok ötesindeydi. Bütün sivil ve askerî bürokratlar güvenlik ve savunma ile ilgili konuların yanı sıra, siyasi konularda da, merkezî hükümetten önce onun emirlerine öncelik vermek zorundaydı."
Toplumu bir mülk nesnesi, devleti de bu mülkün sahibi olarak tanımlayan patrimonyal geleneği, “halk için halka rağmen” fikriyle dinamize eden Kemalizm’in belirgin bir paternalist boyutu vardır. Bu gelenek devleti, mülk olarak algılar. Dolayısı ile devlet katının temsil ettiği konum, sahiplik konumudur. Toplum katıyla ilişkisini paternalist tarzda tasarlayan Kemalizm, kendini
devletle bütünleştirirken, devleti de özneleştirir. Devlet, toplumdan bağımsız, kendi çıkarları olan yüksek bir öznedir.172 Bu yüksek özne, “disiplinli bir hürriyet”, “nizamlı bir toplum” ve devlet otoritesine mutlak itaati içeren otoriter bir anlayışı üretmekte ve beslemektedir. Nizam arayışı, ancak devletle bütünleşmiş eylem ve düşünceleri meşru ve kabul
edilebilir görmektedir.173Bu nedenle çoğulculuğu, intizamsızlık, disiplinsizlik ve başıbozukluk olarak algılama eğilimindedir. Devlet otoritesi dışında kalan otorite simge ve merkezlerinin toplumda yer almasına şiddetle karşıdır.
Dini kurumlar kadar, devletten özerk başka sivil otorite oluşumlarına karşı rahatsızdır. Bu nedenle Kemalizm’de halkçılık
popülist olmaktan ziyade paternalisttir174.Dolayısıyla Türkiye toplumunu meydana getiren farklı kesimlerin taleplerinin siyasi olarak ifade edilip karar alma süreçlerine aktarılması ve böylece devlet yönetiminde karşılık bulması imkânı, Kemalizm’in izin verdiği ölçüde gerçekleşebilmektedir. Çünkü Kemalizm’in ortaya koyduğu sınır aynı zamanda kendi varhlı sebebini
de tayin etmekte, bu varlığını koruyup sürdürme mantığıyla (hikmet-i hükümet ile) özdeşleştirilmiş olmaktadir175
...Bütün bu kısıtlayıcı, denetleyici eğilimlerin anlamı nedir? Herhalde devlet her şeyin ve herkesin üstünde olmak istemektedir. Ve işte burada da Batı'daki gelişmelerden farklı bir durumla karşılaşıyoruz. Feodalite bıraktığı kaçaklar, sızıntılarla, birikimlerle kapitalizme gebe kalırken Osmanlı devleti değişmez bir düzen (nizam-ı kadim) kurmak iddiasıyla sistemin
her yanını sıkı sıkıya tıkayarak değişen dünya içinde değişmeyen bir dünya olmaya çalışmıştır.
Kuşkusuz henüz değişmemiş bir dünya ortamında böylesine istikrara yönelik bir devlet düzeni hem insan hem toprak üzerinde çağdaşlarından daha etkin olacaktı. Nitekim zamanının en geniş siyasal sınırlarına egemen olabilmek ve yine en kozmopolit bir
nüfuzu altı yüzyıl boyunca yönetebilmek ister istemez kişilerin aleyhine ve devletin lehine bir otorite düzeniyle olabilmiştir. Böylece merkezde güçlü ve istikrarlı, çevresinde ise saldırgan ve yayügan bir dünya devleti ortaya çıkmıştır.
İşte bu otoriter/totaliter devlet yapısı yeryüzünün büyük dönüşümlerinden uzak kaldığından "Büyük Türk"
durağan bir dünyanın özenilen bir oyuncusu iken değişen dünyanın şaşkın ve uyumsuz bir seyircisi oluverecektir.
Toplum olmadan devlet ve iktidar yaşayamaz.Ama devlet ve iktidar olmadan toplum yaşayabilir,hem de daha doğru,güzel ve sağlıklı olarak.Devlet ve iktidar,toplumla birlikte yaratılan tüm toplumsal değerlerin gaspı,talan ve sömürü mekanizması düzenidir.Devlet,topluma karşı en büyük tehdit ve saldırı iken kendini toplumun koruyucusuymuş gibi yansıtır.En büyük hırsız iken
kendini velinimet gibi sunar.Topluma karşı bir tecavüz ve kırım makinası iken kendini vazgeçilmez bir otorite gibi gösterir.Bir sömürü canavarı iken toplumsal paylaşım ve iş bölümünü düzenleyen yönetim gibi algılatır.
Osmanlı toplumunda kuvvet kazanan üç güç; yani ayan, yeniçeriler ve din alimleri ve onların taraftarları otorite ve güçlerini artırıyor, kendi otoritelerinin güçlü olduğu bölgelerde merkezi devletten bağımsız bir yönetim uyguluyorlardı. Bu durum ise, dış düşmanların saldırıları karşısında felakete sebep oluyordu.
Böylece Kudüs'e doğru yola çıkan Haçlı liderleri amaçlarına bir hayli yaklaşmışlardı. Buraya kadar Haçlıların elde ettiği başarılarda birtakım faktörler etkili oldu. Bölgeyi tanıma konusunda oldukça tecrübeli olan Bizanslıların yardımı ve ayrıca Türk hükümdarları ile emîrlerin çekişmeleri neticesi meydana gelen otorite boşluğunun bu başarıda rolü
büyüktü.
Doğu Sorunu" ya da eski tabirle “Şark Meselesi”, 1815 Viyana Kongresi'nde 19. yüzyılda emperyal güçlerin enerjilerinin büyük kısmını alacak bir mesele olarak gündeme gelmiştir. Osmanlı topraklarında Yunan meselesi ciddi bir hal almaktadır ve Balkanlar'a saldırgan bir biçimde açılma politikasını hedef edinmiş Çar I. Alexandr, Ortodoks Yunanların meselesini, Osmanlı
Devleti son buluncaya kadar Devlet-i Ali'nin bütün Ortodoks tebaası için olduğu gibi, kendi üzerine almayı emperyal siyaseti için gerekli görecektir.
Sorun, Osmanlı Devleti'nin her geçen gün güç kaybetmesi etrafında düğümlenir. Osmanlı zayıflarken güç dengesi içinde konumu ne olacaktır? Varlığı devam edecekse, emperyal genişlemeci būyük güçlerle
ilişkisi nasıl olacaktır? Dağılması halinde, hâkim olduğu coğrafyadaki otorite boşluğu nasıl doldurulacaktır? Temel olarak bu problemler etrafında gelişen “Doğu Sorunu için en makul tanım şu olabilir: Osmanlı Devleti'nin de içinde yer aldığı büyük güçlerin değişmeye başlayan güç denge leri ve ilişkileri içinde Osmanlı Devleti'nin egemenliğindeki coğrafya
merkez olmak üzere, dünyanın “Doğu" olarak kabul edilen coğrafyasında birçok sorunla "Denge Oyunu" içinde karşı karşıya gelmeleridir.