Allahü teâlâ'nın "Şairlere ancak azgınlar uyar." (Şuara:224) ayeti inince Abdullah hıçkıra hıçkıra ağlayarak şöyle diyordu:
- Işte ben onlardanım..
Bunun üzerine Allahü teâlâ Şuara suresinin 227. Ayetini indirerek söyle buyurdu:
"Ancak iman edip , Salih ameller işleyenler müstesna. .."
Rasul-i Kibriya Efendimiz buyurdular:
"Aziz ve Celil olan Allâh-u Teâlâ buyurdu ki: Ademoğlunun her ameli kendisinindir. Yalnız oruç müstesnâ. O, benim içindir. Onun mükâfatını ben vereceğim."
"Mümin kimsenin Hürriyet ve bağımsızlığına kimse karışamaz!
Insan Kur'an'a göre hürdür.
Ama zillete kavuşmak için değil, Zillet getiren bir hürriyet değil!
Hak Teala Sizleri izzete kavuşmanız ve izzetle yaşamanız için yarattı.
Yoksa müşriklerin önünde eğilesiniz diye değil! "
Şeyh Fadlullah/Lübnan
Allah, kullarına nasîb olmayan bilgisiyle nasıl peygamberi, onların arasından seçmişse, nasıl ona itâati farz etmişse, peygamberine de Hazret-i Alî (A.s)ın imâmetini ümmetine bildirmesini, kendisinden sonra onun imâm olduğu teblıyğ buyurmasını emretmiştir. İnsanlar, bugüne kadar nasıl îmân ve yakıynde bir değillerse o gün de bir olmadıklarından Hz. Peygamber (S.M) bu
işin ümmete ağır geleceğini, amcasının oğlunu ve damadını sevdiğinden bu işi yaptığını sanacaklarını düşünmüş, bunun üzerine Allah sübhânehû ve teâlâ “ Ey Peygamber, bildir sana rabbinden indirilen emri ve eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun.” diye vahyetmiş (V,67). Hz Peygamber de bu emir üzerine son haccı olduğu için Vidâ haccı
denen hacdan dönerken Gadîru Humm’da ashâba bir hutbe okuyup “Ben mü’minlere nefislerinden daha evlâ değil miyim” diye sormuş, onlar evet diye tasdik edince de, “Ben kimin mevlâsı, yani efendisi, veliyyül-emri isem bu Alî de onun efendisi, veliyyül-emri, imâmıdır.” diye Allah’ın emrini teblıyğ buyurmuştur.
Allahu teala şöyle buyuruyor: "Allah'ı unutan ve bu yüzden Allah'ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar fasıklardır."
İnsanın kendini unutması görünüşüne, yeme içmesine ve kendisine özen göstermemesi demek değildir. Aslında fasıklar bunlara özen gösterir. Onların kendini unutması, varlıklarının amaçlarını idrak edememeleri ve bu
nedenle kendi akıbetleri için iyi olacak işlerde gevşeklikleri, kulluğun gerektiği şeylere sarılmadan uzak oluşlarıdır.
"Kim basiret ve hidayet isyorsa sakın tembellik yaparak ve zayıf davranarak hevasına teslim olup şeytana boyun eğmesin. Tam tersine Allah yolunda cihat etsin ve onun rızası için savaşsın. Zira Allah Teâlâ bu kişileri hidayete erdireceğine dair yemin etmiştir."*
*Ankebut sûresi, 69. ayet
İman, rezilliklerden düzenli bir şekilde sürekli arındırılmasıyla ve üstün ahlâk ve salih amel pınarlarının suyu ile sulanmasıyla kökü kalp arazisinde sabit, dalları ise semada büyüyüp gelişen ve her tarafından ziyadeleşen güzel bir ağaca benzer. Öyle ki, “Güzel sözler ancak ona yükselir. Salih ameli de güzel sözler yükseltir.” (Fâtır, 35/10)
Bunun
izahı şudur: “İmanın, bir aslî ve aynî varlığı, bir gölgesel ve zihnî varlığı ve bir de ibaredeki varlığı vardır. Hiç şüphe yok ki, aynî varlık, her şey için asıldır ve her şeyin sonuçları bu asla terettüp eder. Diğer varlıklar ise bu aynî varlığa tâbidir ve onun fer‘idir. İmanın aynî varlığı, ilâhî bilgilerin sûretlerinin değil, bizzat
kendilerinin kalpte hâsıl olmasıdır. Çünkü tıpkı küfrü tasavvur eden kişinin kâfir olmaması gibi, imanı tasavvur eden kişi de mümin olmaz. Hiç şüphe yok ki, ilmî tasavvur, mebde-i feyyâz’dan taşıp gelen nurlardır. “Allah kimin gönlünü İslâm’a açmışsa o, rabbinden gelen bir aydınlık içinde olmaz mı?” (Zümer, 39/22)
O takdirde imanın
hakikati, kişinin kendisi ile Hak Teâlâ arasındaki perdenin kalkması sebebiyle kalbinde oluşan nurdur. İşte bu nur, artmaya ve eksilmeye, kuvvetlenmeye ve zayıflamaya elverişlidir. Her ne zaman bir perde kalkarsa, bir nur artar ve iman kuvvet bulur ve imanın nuru kalbin her köşesine yayılana kadar tekâmül eder.