Haydar Demir
Haydar Demir

Fabrikaya geldik. Soyunma yerine girdiğimizde bir de ne görelim! Dolapların hava deliklerine kâğıtlar sıkıştırılmış. Birçok arkadaş gibi ben de şaşırmıştım. Cebimdeki kâğıdı çıkarıp karşılaştırdım. Aynısıydı! Herkes gibi ben de, mır mır okumaya başladım. Kafam karıştı. Hele, dedim üzerimi değiştireyim. Tezgâhta okurum. Sabah saat dokuzu çeyrek geçe,

çay molasında okumaya başladım. Kâğıtta şunlar yazılıydı:
“Arkadaşlar! Biz metal işçileri sınıfımızın lokomotif gücüyüz. Üretimin temel sektörü biziz. Bizim olmadığımız, önderlik etmediğimiz yerde, işçi sınıfı yenilmeye mahkûmdur. Bir metal işçisi arkadaşınız, abiniz olarak sesleniyorum size...
Bu sınıf düşmanlarının oyununa gelmeyelim!..

Bu sarı sendikacılar, sermayenin tescilli uşaklarıdırlar. Bunu kanıtlarcasına, yarım sakal, yarım bıyık gibi eylemlerle, tescilli uşak olduklarını gösteriyorlar. Böyle eylem olmaz!.. Bu onursuzluktur! Bu bizi küçük düşürür. Buna dur deme zamanı geldi artık. Maskara olacaksa onlar olmalı... Üretimden gelen gücümüz yok mu bizim. Ne duruyoruz? Pasif, onursuz eylemlerle

patronlara yumuşak görünmeye çalışan bu işçi düşmanlarına, sermaye uşaklarına ders vermenin zamanı geldi...”
Yazının en altında da, “Demir çelik işçisi Osman Usta,” yazıyordu.
Okurken nasıl da sinirleniyordum. Onursuzluk kelimesi kafamın içinde zonklayıp duruyordu. Okudukça rengimin attığını, nefesimin hızlandığını fark ediyordum. Hele zonklama

şakaklarımda da başlamışsa, tamamdır.
Hışımla sendika temsilcisinin odasına girdim. İçerde üç-dört kişi vardı. Temsilciye bağırmaya başladım:
- Ulan şerefsizler, dedim. Bu onursuz eylemi bize nasıl yaptırırsınız?
İçindekiler,
- Dur... bir daki... diye yatıştırmaya çalışırken, temsilcinin yakasından tutup yumruğu gözünün üzerine

patlatmam bir oldu. Vuruyor, küfrediyor, bağırıyordum:
- Bizi nasıl maskara edersiniz lan! Sarı sendikacılar, sermaye uşakları... Biz kimiz lan! İşçi sınıfının motor gücü değil miyiz?
Ortalık birbirine girdi. Ayıranlar, bağıranlar... Temsilciyi bir iyice benzetmiştim.
İşten atılmayı bekliyordum, ama atmadılar.
Korktular desenize Zeroş

Ahmet’ten!..

Selamet Haşimi
Selamet Haşimi

Allah yolunda savaşmak için gerekli islam ahlakına sahip olmayan kimse zayıftır; ahlakî ve dini zafiyetleri olan ordu ise yenilmeye mahkûmdur.

Sabri Sürgevil
Sabri Sürgevil

Milli Mücadelenin Kaynakları ve Yöntemi

Milli Mücadele başlangıçtan itibaren toplumun bütün grupları tarafından benimsenerek katkı verilmiş bir mücadele değildir. Büyük toprak sahiplerinin, ticareti elinde bulunduran azınlıkların ve zengin devlet memurlarının menfaati; statükoyu ve mevcut durumu ulusun geleceğini yok etmek pahasına korumaktan, gelenekçi

yapıdan yola çıkarak sultanı, teslimiyetçi politikadan dolayı da müttefikleri desteklemekten geçiyordu.

Kentlerdeki aydınların da net bir fikri olmamakla beraber çoğu bati himayesinden yanaydılar. Bunların arasında Türkiye'nin tek kurtuluş yolunun "manda" yönetimine girmekten geçtiğine inananlar da vardı. Bu grubun öncülerinden Halide Edip, Amerikan mandasının

Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu düşün-bilim atılımlarını gerçekleştireceğini savunuyordu. Oysa Amerika, Doğu Anadolu'da bir Kürt ve Ermeni devleti projesini bizzat savunuyordu.

TBMM hükümetinin ve milli mücadele güçlerinin uzun zaman uğraşmak zorunda kaldığı isyanlarda halife-padişah yanlıları, sultan ve hizmet ettiği emperyalistler, din ve aile bağından

ustaca yararlandılar. Ancak politik bakımdan geri kalmış bu sosyal grupları uzun süre bir arada tutmak mümkün olmadı. Hilafet Ordusunun M. Kemal'in deyimiyle yenilmeye mahkum oluşu, amaçsızlığından, içeriksizliğinden ve inançsızlıktan kaynaklanıyordu.

Yunan istilası ulusal mücadelede büyük bir değişime yol açmıştır yorumu yanlış olmaz.O ana kadar gerek

gelenekçi feodal yapısı, gerekse ekonomik nedenlerden ötürü, Türkiye'de oluşan kutupsallaşmalarda softa propagandasına yatkın görünen Türk köylüleri, sonradan büyük kitleler halinde milli mücadeleye katıldılar.

Milli mücadele Arap eyaletlerinin geri alınmasının imkansız olduğu bir zamanda gerçekleştirildi. Yalnızca Anadolu ve Trakya için yapılacak

mücadelenin ödün verilmeden gerçekleştirilmesi öngörülmüştü, ve mücadelede milli hareket karşısında çeşitli iç ve dış düşmanların yanı sıra, Bab-ı Âli'yide bulacaktı.

İlk olarak ulusun silahlı direnişinin savaşa yöneltilmesine çalışıldı. Taktik olarak halkın yabancı güçlere karşı silahlanması ve ilk aşamada hanedana karşı laiklik ve

cumhuriyetle ilgili görüşleri öne sürülmemesi benimsendi. Anadolu'da gücüne ihtiyaç duyulan halkın, nesiller boyu sürdürdüğü geleneksel-feodal yapı ve itaat göz önüne alındığında bu hareketin mantığını anlamak kolaylaşır. Ancak bu hareket Anadolu köylüsünün bilincinden oldukça uzaktı. Onlar için kurtuluş halife ve saltanatsız olamazdı. Milli kuvvetler ilk

olarak cumhuriyeti ilan etmeye kalksalardı, halk kitlelerinden tamamen kopacaklardı.Atatürk’ün deyimiyle; “-Bu önemli kararın tüm gerekliliğini ve kararlığını ilk günden açıklamak elbette doğru olmazdı. Uygulamayı bir takım safhalara ayırmak ve olaylardan yaralanarak milleti duygu ve düşüncelerini hazırlamak ve adım adım yürüyerek amaca yürümek gerekiyordu.”

1920 yılında milli mücadele taraftarlarının, şeyhülislamın fetvasına karşı yayımladıkları fetva ulusalcıların bu taktiğinin açık bir ifadesidir. Nitekim her iki fetvada “Allah halifeye uzun ömür versin." Sözleriyle başlıyor ve şeriat hükümlerine dayanıyordu. Mücadele propagandasının ağırlık merkezi anti-emperyalizmdi. Nitekim Sivas kongresinde İstanbul

hükümetinin yabancı devletlerin elinde olduğuna dikkat çekiliyor, hükümetin bu güçlerin etkisinde olduğundan söz ediliyordu.

Kemalist hareket Sovyet Rusya tarafından desteklendi. Bu yardım yaklaşık 10 milyon altın ruble ve iki tümenlik donanımından ibarettir. Bu yardımlar çok kısa süreli mali yardımlar olduğu için politik etki bırakmamıştır. Bu elbette iyi

bir katkıdır. Ancak iddia edildiği gibi Milli Mücadelenin tamamında yabancı asker ve danışmanların varlığı söz konusu değildir. Militarist yapıdaki Osmanlı toplumu, bir reforma ihtiyaç duyduğunda bu önce orduda gerçekleştiriyordu. Bu anlamda, tecrübeli ve geniş bir mücadele gücüne sahip Anadolu; kurtuluş gibi bir görevin üstesinden gelebilecekti.

Ancak

tarihin o günkü süreci bu devamlı, geniş ve tecrübeli orduyu oldukça küçültmüştü. İşte bu nokta da çetelerden yaralanıldı.

Değişim Sürecinde Türkiye-ll

S.87-88

Prof.Dr. Sabri SÜRGEVİL
Dr. Cihan ÖZGÜN
Dr. Hilal ORTAÇ
Dr. Olcay P. YAPUCU

Nurcan Özgür Gök
Nurcan Özgür Gök

"İnsan yenilmeye alışkın bir varlık değildir."

Gerçek Hayat
Gerçek Hayat

- "... 1930 yılında mübadele meselesi olmuş, Türkiye’den 1 milyon insan gitmiş oradan 300-400 bin insan gelmiş ve bunların sorunları var. Yani bir şeylerin konuşulması lazım ama konuşulmuyor. Başbakan Venizelos ülkeye çağrıldı ve kral protokolüyle karşılandı. Türk-Yunan dostluk anlaşmaları imzalandı. 1930’lu yıllarda Türkiye Yunanistan’a taviz üstüne taviz

verdi. Lozan’da verilen taviz, Batı Trakya’nın bırakılması ki yüzde 70’i Müslüman Türk’tür. Yüzde 70’i Türk olan bir yer bizim sınırlarımız içine değilse Misak-ı Milli ne oluyor o zaman?
1936 yılında Yunanistan, Bakanlar Kurulu kararıyla Ege’deki karasularını 3 milden 6 mile çıkarıyor. Bu 6 mil bizim kara sularımızın içine kadar giriyor, hatta

geçiyor. Türkiye 1936 yılında buna tepki vermiyor çok ilginç. 1936’dan 1964 yılına kadar ses yok Türkiye’den. Ege ve Kıbrıs konusunda arka arkaya o kadar yanlış yapıldı ki Türkiye şu anda o yanlışlardan bir doğru çıkarmaya çalışıyor. Kolay bir mesele değil.
2. Dünya Savaşı başladı, bu tarihte 12 Ada İtalyanların elindeydi. Türkiye’ye teklifte

bulundular İtalyanlar “bunları biz sizden almıştık, gelin İngilizler işgal edeceğine siz alın” dedi. Ankara’dan verilen cevap bizim “yabancı topraklarda gözümüz yok” oldu. Hitler baktı ki Ege’de üstünlüğü İngilizler ele geçirecek, bunun üzerine komandolarını gönderdi ve 12 Adayı onlar işgal etti. İtalya gidiyor, Almanya geliyor komşu değiştiriyoruz ama

bizden çıt yok. Bu sefer ne oldu, Alman adaları oldu 2 yıl. 1945 senesinde de Hitler yenilmeye başlayınca bize teklifte bulundu. Bu sefer Almanlar “gelin biz gidiyoruz bunlar sizin. Siz İtalyanlara vermişsiniz onlar da yok gelin bunları İngilizler ve Yunanlar almadan siz alın size devredelim” diyor. Ankara’dan yine aynı cevap “bizim yabancı topraklarda gözümüz yok.”

İnönü konusu bitmez, kapağı daha yeni açılıyor. Üzerinde düzgün bir çalışma yok. Şevket Süreyya’nın 3 ciltlik “İkinci Adam” adlı kitabı dışında doğru düzgün bir çalışma yok. İnönü dosyası epeyce kabarık olmakla birlikte, yeterince işlenmiş ve yoğrulmuş bir konu değil. Bu kadar yakın bir dönemde yaşamasına rağmen malzemeleri toparlayamıyoruz.

Kitapta 1. Dünya Savaşı’nın sonunda ki Birüssebi yenilgisinden başlayarak, İstiklal Savaşı yıllarındaki başarısızlıkları, arkasından Lozan ve Lozan’daki tereddüt, beceriksizlikleri, başbakanlığı ve daha sonra cumhurbaşkanlığı döneminde yaşananlar, 1946 seçimleri, Boraltan Köprüsü faciası ve ondan öncesinde Nazilerin Sovyetlerden esir aldığı Türkiye’ye

sığınmak isteyen Türk soydaşlarımızın içeri alınmaması ve Stalin’e teslim edilmesi olayından vefatına kadarki dönemi anlatmaya çalıştım..."(Ketebe Yayınlarından çıkan yeni kitabı "Bilinmeyen Yönleriyle İsmet İnönü Gerçeği")
(Mustafa Armağan ile Mülakat-4 Şubat 2019)

Önder Abay
Önder Abay

Unutmayın ki günün en karanlık anı, doğacak olan güneşe yenilmeye mahkûmdur.

Erol Yılmaz
Erol Yılmaz

Kainatın, sırlarla dolu en büyük kitap, insanın da o kıymetli kitabın en kıymetli cüzü olduğunu ıskalayarak, siyaseti, ideolojileri, inanç ve düşünce sistemlerini anlamaya çalışıyoruz. Bunun imkansızlığı ortadayken, her denememizde kafamızı duvara toslayıp duruyoruz. Yenilmeye doymayan pehlivan misali, sırtımız yerden kalkmıyor.

Bernard Williams
Bernard Williams

 Her gece veya problem güneşin doğuşuna ve umuda yenilmeye mahkumdur. #Williams

Bernard Williams
Bernard Williams

Her gece güneşin doğuşuna, her sorun umuda yenilmeye mahkumdur.

Josaphat Barbaro
Josaphat Barbaro

Yarım pantolonlarıyla ve ayak bileklerine kadar ulaşan deri çoraplarıyla iki çıplak adam şahın karşısında yer alıp güreş tutmaya başladılar. Birbirlerinin belini tutmayıp biri diğerinin boynunu tutmaya çabalıyor, kendilerini sıkıca savunuyorlardı. Güreşçilerden biri diğerinin boynunu tutunca, diğerinin mümkün olduğu kadar eğilip öbürünün sırtını tututarak

yerden kaldırmasından, bu suretle kurtulmasından ve onu kaldırıp yere atmasından ve sırtını yere getirmesinden başka çaresi yoktu. Değilse, sadece yere düşmek güreş açısından “yenilgi” sayılmıyordu. Her ne kadar bazen onlardan biri yenilme merhalesine kadar geliyorsa da kurtuluyordu. Bu noktaya gelindiğinde diğeri yenilmeye mecbur bırakıyor ve güreşi kazanıyordu.

Nihayet bu çıplak güreşçilerden biri şahın önüne geldi. Dev gibi görünen iri cüsseli bir adamdı. Genç ve uzun boyluydu. Aşağı yukarı otuz yaşlarındaydı. Şah “güreş tutması ve kendisi için bir rakip seçmesini” emretti. Fakat pehlivan diz vurup bir şeyler söyledi. Ben ne söylenildiğini öğrenmek istiyordum: “Geçen defa güreş sırasında rakiplerinden çoğunu

ezdiği, yaraladığı ve ölümlerine sebep olduğundan, güreşten muaf tutulmak için Şah’tan ricada bulunduğunu” söylediler. Bu yüzden Şah, onu güreş tutmaktan muaf eyledi. Bu güreşçiye bahşiş olarak atlar verdiler. Bu oyun benim ayrılmamdan sonra gece yarısını iki saat geçene kadar devam etmiş ve başka pek çok hediye vermişlerdi.