Kilise için büyük bir skandal ve utanç kaynağı olan garip bir öykü IX. yüzyıl Avrupası'nda ağızdan ağıza dolaşıyor, bir kadının meşru yollardan papalık tahtına çıktığı söyleniyordu. Efsaneye göre erkek gibi giyinmiş bu kadın kilisenin önde gelenleri arasına katılmış ve bu sayede kilisenin işleyişi hakkında bilgi ve malumat toplamıştı. Yıllar süren bu
hazırlıklardan sonra Roma'ya yerleşmiş, kilise hiyerarşisinde yükselmeye başlamış, sonunda da papa seçilmişti. Ama ayin alayının yürüyüşü sırasında herkesin önünde doğum yapınca gerçek ortaya çıkmıştı. Kadın Papa Johanna'nın efsanesi o kadar büyüdü ve o kadar yayıldı ki, o gürzden bu yana papalığa seçilen kişinin erkekliği, gerçekten erkek olup
olmadığının görülmesini sağlayan ortası delik bir mermer sandalye sayesinde kontrol edilir oldu. Bugün günahkâr doğumun yer aldığı yerde, kadın papayla çocuğunu temsil eden bir heykel vardır ve papalar resmî törenlerde o utanç verici noktadan geçmemek için bugün bile yollarını değiştirirler. Bu kural bile, kilisenin yüzyıllar boyunca inkâr edip durduğu Johanna
öyküsünün gerçekliğini ortaya koyar.
"Bir gün, bir kozada küçük bir delik belirdi; bir adam oturup kelebeğin saatler boyunca bedenini bu küçük delikten çıkarmak için harcadığı çabayı izledi. Bir süre sonra kelebek ilerlemek için çaba harcamaktan vazgeçmiş gibi geldi ona. Sanki elinden gelen her şeyi yapmış ve artık yapabileceği bir şey kalmamış gibiydi. Adam, kelebeğe yardım etmeye karar verdi. Eline
küçük bir makas alıp, kozadaki deliği büyütmeye başladı. Bunun üzerine kelebek kolayca dışarıya çıkıverdi. Fakat bedeni kuru ve küçücük, kanatları da buruş buruştu. Adam izlemeye devam etti. Her an kelebeğin kanatlarının açılıp-genişleyeceğini ve bedenini taşıyacak kadar güçleneceğini umuyordu. Ama bunlardan hiç birisi olmadı! Kelebek, hayatının geri
kalanını kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarda yerlerde sürünerek geçirdi. Ne kadar denese de, asla uçamadı. Adamın iyi niyeti ve yardımseverliği ile anlayamadığı şey, kozanın kısıtlayıcılığının ve buna karşılık kelebeğin daracık bir delikten çıkmak için göstermesi gereken, çabanın, Allah'ın kelebeğin bedenindeki sıvıyı onun kanatlarına göndermek ve
bu sayede de kelebeğin kozanın kısıtlayıcılığından kurtulduğu anda uçmasını sağlamak için seçtiği yol olduğuydu. Bazen hayatta tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey, çabalardır. Eğer Allah, hayatta herhangi bir çaba olmadan ilerlememize izin verseydi, o zaman bir anlamda sakat kalırdık. O zaman olabileceğimiz kadar güçlenemezdik. Asla uçamazdık."
İslam düşüncesine kaynaklık eden soyut mutlak algısı yani saf tevhid, İslami akla epistemolojik imkânlar olarak geri dönmekte ve İslami akıl bu sayede varlık âlemine dair soru sorabilme ve cevap elde edebilme imkânına kavuşmaktadır. Bu da varlık âlemine yönelik olarak İslami aklın önünde ontolojik anlamda hiçbir sınır ve engelin olmadığı anlamına gelmektedir. Oysa
mutlağın somut olarak algılandığı kültürlerde bunun tam tersi bir durum yaşanmış ve sınırlı olarak tasavvur edilen mutlak, akli soru ve cevapların yerini almıştır. Mutlağın ötesi olamayacağından akıl bu sınırlara çarptığında etkinlik alanı sona ermiştir. Akıl ancak bu ilişki soyut lehine genişledikçe hareket etme alanı bulmuş ve bu oranda ortaya felsefe ve
bilim koyabilmiştir. Bu soyut mutlak algısının ontolojik sonucu ise mukayyet olanla mutlak olan arasında herhangi bir çatışma alanının yaşanmaması olmuştur. Çünkü İslam düşüncesine kaynaklık eden mutlak tamamen soyut ve mukayyet varlıklar da somut olduklarından bunlar arasında herhangi bir ontolojik çatışma yaşanmamaktadır. Böylece İslam medeniyetinin felsefi ufkunu
oluşturan soyut mutlak algısı mukayyet varlıkların ontolojik var olma zeminiyle birlikte bunların açıklanabilmesinin epistemolojik imkânlarını oluşturmaktadır. Başka bir deyişle İslam düşüncesinde mutlakla mukayyet olanın iç içe geçtiği bir ontolojik çakışma yaşanmadığından mutlak algısı metafizik bir ilke haline gelerek epistemolojik bir açıklama işlevi
görebilmektedir. Yani mezkür ontolojik çakışmanın olmaması İslam düşüncesine mutlağı metafizik bir ilke haline getirerek bütün epistemolojiyi bunun üzerine kurabilme imkânı sunmaktadır. Dolayısıyla İslam düşüncesi açısından mutlağın ontolojik olarak soyut olması gerçek anlamda bir epistemoloji yapabilmeyi sağlayan bir imkân olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü
ontolojik olarak soyut olan bu mutlak, hiçbir akli soru ve cevabın yerini almayarak ortaya gerçek anlamda bir epistemoloji çıkmasının yani bilgi üretilmesinin yolunu açmaktadır. Bu sayede Müslümanların inandığı mutlak, mümkün varlıkların ontolojik var olma zeminini oluşturarak mutlağın soyut olması onlara varlık alanına çıkma şansı vermektedir, aksi takdirde
varlıkları mutlak tarafından ortadan kaldırılacağından aslında hiç var olmayabileceklerdi ve bunlar hakkında soru sorarak makul bir cevap beklemenin ontolojik zemini haline gelmektedir. İslam düşüncesindeki anlamıyla mutlağın, hiçbir felsefi soru ve cevabın yerini almamasının yani hiçbir sorunun cevabı olmamasının anlamı da işte budur.
Çin’de konuşulan lehçelerin aralarındaki farklar o kadar çoktur ki iki Çinlinin birbirini anlamadığı durumlarda araya Çin yazı karakterleri girmekte ve iletişim ancak bu sayede sağlanmaktadır.
" Kendi düşünüşümüzü başka bir filozof aracılığıyla keşfediyor, yeni problemlere erişebildiğimiz teknik ve yöntemlere bu sayede sahip olabiliyorsak, bu onun bütün kuramlarını kabul ettiğimiz anlamına mı gelir? Marx da diyalektiğini Hegel'den almıştır. O halde Kapital'in bir Prusya eseri olduğunu mu söyleyeceğiz? "
Böyle hayal etmemiştim
İnsan dediğin
Bu türlü mü olmalıydı
İniltiler tırmalıyor kulaklarını
Gözleri bağlanmış merkepler gibi
Koşuyoruz olduğumuz yerde
Sırtımızda kitaplar
Mataralar dolu hüzün
Sırf bu sayede olur mu
Merhamet bize hak
Uyanıklar
Gördükleri havucun peşinde
Ne yapmalı da insanı
İki ayağı üzere kaldırmalı
İstemiyorsa
Bir şey yapamazsın
Benimsediğimiz yöntemde münferit bir hadise, bir bütünün parçasını teşkil etmesi yönüyle dikkate alınır. Bu yaklaşım, söz konusu hadiseye hayat ve anlam katar, onu parçacı okumadan ve belli bir anlam çerçevesine sıkıştırılmaktan kurtarıır. Bu sayede bilgiden idrake ulaşmış oluruz. Tarihsel rivayet de böylece lafız kalıplarından, niteleyici imalardan, siyasi
izdüşümlerden özgürleşerek siyerin ruhuna ve yüce gayelerine uygun genel bir ifade formuna kavuşur. Hayatın serencamıyla uyumlu bir ahenk kazanır.