Bir insanı insan yapabilmek için evvela o insanın iç dünyası oluşturulmalı, ona bilgisayara verilen bilgiler gibi hak, adalet, sevgi, saygı, yardım, doğruculuk, temizlik, çalışma inanç gibi toplumda dengeli, insanca yaşamanın şartları verilmeli.
İlk düşüncesiyle son düşüncesi arasındaki fark kadardı insan. Terk ettiği ilk inançla tutunduğu son inanç arasındaki değişim kadar.
İlk düşüncesi ile son düşüncesi arasındaki fark kadardı insan terk ettiği ilk inançla tutunduğu son inanç arasındaki değişimi kadar.
Totaliter sistemlerde “inanç” siyasi egemen dinin belirttiği sınırlar içinde hareket etmektedir. Baskın, egemen olan siyasi din diğer “inanç” sistemlerinin sınırlarını belirlediği gibi onları terbiye etmeye de çalışır. Bugün modem devletlerin en belirgin özelliklerinden bir tanesi de egemen bir “din” -bu ideoloji de olabilir- farklı inanç sistemlerini denetim
altına alıp sınırlandırabilir. Bu nedenle farklılıkların var olması ve de varlığını devam ettirmesi önemli ölçüde devamlılık açısından uzun soluklu olmayabilir. Günümüz toplumlarında politik sistemler egemen din ya da ideoloji üzerinden şekillenmektedir. “Prodigal” 122oğulu ümit ile bekleyen kilisenin bağrına dönmez engellenir iken oğul Leviathan'ın korkunç
kucaklamasına maruz kalıyor ve tam olarak da totaliter bir karaktere bürünerek modern devletin bütün haşmetiyle ortaya çıkmasını sağlıyor.
“Totaliter sistemler, ya toplumun kapalı, kendine yeterli bir içkinliği ile Tanrı'nın yerini alıyor ya da Yeni Ahit'in ünlü cümlesini kötüye kullanarak: “Sezar'a ait olanı Sezar'a ve Tanrı'ya ait olanları Tanrı'ya”
vererek varlığına devam eder. Totaliter Sezar, Tanrıya ne verilebileceğine karar verir. Artık Tanrı, siyasi birliğin amacı değil, aracı durumundadır. Efsanevi ifadesi olarak hizmetkâr ve aracıdır. Toplum, Tanrı'yı yansıtmıyor; Tanrı, toplumun yansımasıdır. Bu yansıma totaliter rejimlerin, kendi ürettiği tanrıya hayranlığı anlamına gelmektedir. Böylece, son kertede,
eğer totaliter devletler Tanrı'nın adını kullanıyorsa aslında en üst imaja olan ihtiyacını ve hayranlığını göstermektedir. 2
Eflatun ve Aristo'da olduğu gibi Farabi, İbni Sina ve İbni Rüşd'ün siyaset düşüncelerinde de merkezi bir yeri olan hukuk bu ortak zemini sağlar. Bu demektir ki Devlet, Kanunlar, ve Nikomakhos'a Ahlak'ın incelenmesi Müslüman felsefecileri (Yahudiliğin Tevrat'ındaki gibi) İslam'ın şeriatındaki siyasi karakteri daha fazla kavramaya sevketti. Bundan dolayı vahiy onlar için
yalnızca, Allah'la insan arasındaki doğrudan bir iletişim, doğru inanç ve akidelerin yayılması, aşk, adalet ve merhamet Tanrı'sı ile kendi suretinde yarattığı insan arasındaki bir diyalog değildir; aynı zamanda ve hepsinden önce amacını gerçekleştirmek için toplumda yaşamak ve bir devlet ile siyasi olarak örgütlenmek zorunda olan insan için geçerli ve bağlayıcı bir
kanundur. Kısacası o ideal devletin kanunudur.
Çocukluğumuzdan bu yana, bir sürü olumsuz duygu ve inanç kalıplarıyla büyüdük ve bunları içselleştirdik. Yapamazsın, koşma düşersin, sen küçüksün anlamazsın, huysuzsun, yaramazsın, okumazsan adam olmazsın, maymun iştahlısın, şişmansın, öğrenemezsin, beceremezsin, çok gülme sonunda ağlarsın, her güzel şeyin bir sonu vardır, erkekler ağlamaz...
Niyazi Usta'nın , Sosyalist'in de, Müslüman'ın da,Kürt Milliyetçisi'nin de sahtesine tahammülü yoktu . Bir de bunlara sevmedigi kisileri eklemek gerekir . Tepeden inmecilik, sivrilik, inanc ve düşüncede yobazlıktan nefret ederdi .Öylelerinin savunduğu şeyler, onun düşüncesini yansıtsa da ,inadına tam zıddını savunurdu .
İki inanç arasında öyle çok benzerlik vardı ki, ilk Hıristiyanlar durumu haklı göstermek için putperest şeytanının marifetlerine atıf yaparken, putperestler de Hıristiyanları, kendi inançlarını taklit etmekle suçladılar ve İsa'nın kılık değiştirmiş sahte bir Osiris olduğunu ileri sürdüler.
Diğer büyük dini inanç sistemleri gibi İslam da birbiriyle ne tamamen tutarlı ne her zaman uygun düşen geniş bir yelpazedeki düstur ve dogmaları bünyesinde barındırır, Bu uyuşmazlıklar dini ya da laik tüm liderlere Islami şeriat yasalarının bazı yönlerini, özellikle gayri- Müslimlere karşı çıkışını ya da militanca yaklaşımını seçme, çarpıtma ya da
büyütmesi için manevra alanı veriyordu.
İlmî ve Fikrî Zihniyet Ayrımı
Bir mektep/ekol, varlık, bilgi ve değer anlayışları bakımından kurumsal bir kimliğe sahipken bir zihniyet, mektep gibi kurumsal sayılmaz. Zihniyet, zekânın, ortak bilinçte bulduğu problem çözme metodu olduğundan, bir mektebe mensub olmak başka, bir zihniyeti benimsemek başkadır.
Mesela Çivizâde, Ebussu’üd ve
Birgivî aynı mezhebe/mektebe mensup olmalarına rağmen, zihniyetleri farklıdır. Bir kişinin zihniyetinin farklı olması, onun bir başka mektepten beslenmiş olmasını -böyle bir şey mümkün olmakla birlikte-zorunlu kılmaz. Belki de bu, ilmî zihniyet (bilgi alanı) ve fikrî zihniyet (düşünce alanı) metodlarının ayrılmasından kaynaklanıyor olabilir. Benim burada zihniyetle
kastım ise fikrî zihniyettir.
İlmî ve fikrî zihniyet ayrımı mühim gözükmektedir. Zira insanî evrende ilk ortaya çıkışı itibariyle bilginin/Önermenin var oluşu, daha önce gerçekleşmiş bir düşünceyi zorunlu kılar. Zira “bilgi” yani mevzuya (mahkum aleyh) mahmuIün (mahkum bih) yüklenmesiyle oluşan kadıyye bir sonuçtur. Sebebi ise kendisinden önceki
“düşünce”dir. Peki, düşünce, var olmak için bilgiye muhtaç mıdır? İlmin maluma tabi olduğunu söyleyen geleneğe göre bu sorunun cevabı olumludur. Fakat Ekberî gelenekten bağımsız düşünürsek cevabı olumsuz da verebiliriz.
Zira insanî evrende duyu organlarıyla elde edilen “veri”, o anda akıl yoluyla “bilgi”ye dönüştürülür. Bu anlatılanlara
göre söylemek gerekirse ilmî zihniyet, doğal olarak fikrî zihniyet tarafından kuşatılmıştır. Tam bu noktada inançlarını makul anlam ve bağlamından koparıp onları statik kavrama yoluyla niteleyen veya inanç alanını genişletenler, hayatın güncelliğine dokunulmasını inanç sahasına dokunma eylemi sayacakları için rahatsız olurlar.
Neticede ise bahsi geçen
doğal durum bozulur ve tam tersi gerçekleşir: ilmî zihniyet, fikrî zihniyeti kuşatır onu donuklaştırır ve böylece önermeler, zihni esir alır. Zira inanç, bilgiden ibarettir. Mesela “Ateş kutsaldır” önermesi bir inançtır. Bütün inançlar önermelerden oluşan “bilgiler” iken hiçbir düşünce, inanç değildir. Zira düşünce, süreç iken inanç, yargı ve sonuçtur.
Bütün bu anlatılanlardan sonra diyebilirim ki Çivizâde ve Bügivî’nin dinî mezhep/mektep olarak selefi olduğunu iddia etmek XIX. asırda ortaya çıkan bir akıma mensubiyet iddiası olacağından anakronik bir tavır sayılmalıdır. Yukarıdan beri izah edildiği üzere selef kavramı, XIX. yüzyılda kazandığı SeleIîyye manasını hiçbir zaman taşımamamıştı.
Vehhâbîlik nasıl ki yakın geçmişte İbn Teymiyye, uzak geçmişte de Ahmed b. Hanbel ile meşruiyet kazanmak istemiş ve bunu başarmışsa, Kadızâde hareketi de Birgivî’yi bir meşruiyet vasıtası olarak kullanmıştır.
Özelde Osmanlı genelde ise bütün Müslüman coğrafyalar için konuşursak fıkıh ve tasavvufun pratik hayatı “etkileme ve kolaylaştırma”
cephesinden belirleyici bir role sahip olduğunu kaydetmeliyiz.163 Selefiliğîn, bulunduğu kültüre göre pratik hayattaki karşılığı kadar Müslüman toplumda yayıldığı da ilave edilebilir.