Alain de Libera’nın çalışmaları, ilim adamı ve dinî yargıç (kadı) İbn-i Rüşd’ün ya da Averroès’in (1126-1198) düşüncesinin evrensel önemini ortaya koyar.* İbn-i Rüşd, Discours décisif te [Fasl-ül-Makal ve’l Keşfan Menahic-ül-EdilIe], uzlaşma sağlanması nın hiçbir zaman mümkün olmaması nedeniyle, entelektüel girişimlerin dinî bir ortodoksiye
dayanarak sınırlanamayacağını göstermiştir. Aristo’nun yapıtına ilişkin Grands Commentaires’in [Külliyat] yazarı olarak, Aristo’nun yapıtını platonik bilgeliğin ön hazırlığından başka bir şey olarak görmeyen ve nihayetinde onu teolojinin hizmetine sokan bir gelenekle bağlarını koparmıştır. İbn-i Rüşd, “saf’ ilmi över: Aklın ve ampirizmin müttefiki
“tabii” felsefe. Hıristiyan Batı düşünürleri, özellikle Aquinolu Thomas, felsefe yapmayı onun sayesinde öğrenmiştir.
Onların (Ezidilerin) dini pratiklerini bu kitapların içeriğinden çok gelenekle devralınan kurallar ve ayinler belirlemektedir. Bu özelliğiyle İslam'ın ve Hıristiyanlığın açık, emredici yazılı belgelerinden farklı olarak kuşaklar arası geleneksel aktarılma dayanan bir devir teslim söz konusudur. Dolayısıyla Ezidilerde ezberleme becerisi, bellek günü ve günümüz
deyişiyle "sözlü tarih" çok önemlidir. Zaten Ezidiler diğer dinlerin kutsal kitaplarının da insan eli ve diliyle bozuşturulduğunu, eklemeler çıkarmalar yapılarak tanrısal gerçeklerin, ilk bilgilerin tebdil ve tahrif edildiğini, vahiylerin çarpıtıldığını iddia eder, kendi inançların başına da benzer bir şey gelmesin diye dualarını ve dinlerine ilişkin bilgileri
gizlemeyi yeğlerler. Birbirinden kesin çizgilerle ayrılmış hayli katı bir kast sistemine bağlı olan Yezidilerde okuma-yazma ve öğrenin hakkı tipik bir ruhban kastı olarak nitelendirebileceğimiz şeyhlerin (onların da yalnızca Adani klanından gelme olanlarının) elinde olduğundan, müridler bu bilgileri kendi din adamlarından nakil yoluyla edinirler; bu sebeple de emirlerine ve
din adamlarına tam bir teslimiyetle bağlanmaları gerekir. Ezidilik kayıtsız şartsız itaat edilen dini otoriteye ve emirlik sistemine bağlı olduğundan, "ortak akıl" çok önemlidir. Okuma-yazma ve eğitim sonucu, herkesin kendi aklına göre Ezidiliği yorumlayabileceği endişesi ve diğer dinlerin kutsal kitaplarının elden ele geçerken değiştirilmiş olduğu düşüncesi bu
yasağı güçlendirmiştir.
Bilim tarafından desteklenmeyen söylemlerin yalnızca otoriteler söylüyor diye doğru olması da gerekmez. Çünkü otoriteye aşırı bağımlılık diktaya götürebilir. "Geleneksel otoritede inançlar ve değerler otoriteyi belirler. Liderlerin inançları kutsal sayılmaktadır ve bu sebeple liderin ya da yönetimin kararlarının geleneksel görülmesi sebebi ile kabul görmekte,
uygulamaları ise gelenekle bağlantılı olması ile uygulanabilir kılınmaktadır, yani kişisel görüş gelenekle zıtlaşmıyorsa rahatlıkla kabul görür ve başka kıstaslar düşünülemez."
Gazzali’nin çalışmalarının çağdaş Müslüman düşüncesiyle boğuşanlara öğrettiği bir şey varsa o da gelenekle hemhâl olmanın daha iyi yollarının nasıl bulunacağıdır. Gazzali geleneğe teslim olmamıştır: Aynı anda hem taklit etmiş hem icat etmiştir. Hem modern eğitimli olan hem de gelenekselci bir şecere iddiasında bulunan çağdaş birçok Müslümanın
savunduğunun aksine Gazzali geleneğe sadık olmanın içinde onu sorgulama ve yorumlama yetisinin de olduğunu gösterir. Ne yazık ki çağdaş Müslüman düşüncesinde iki sıkıntılı eğilim vardır: Geleneğin otoritesine teslim olmak veya geleneğin içini tamamen boşaltmak.
Göçebelik, toprağa, giderek geleneklere bağlılığı ortadan kaldırır.
...
Yeni bir ülkeye yerleşenler, yeni yaşam koşullsrıyka karşılaşırlar. İşte bu yeni koşullarda, gelenekle bağlarda kopukluklar başlar.
İslami gelenek ilmi faaliyetlerde gerek sosyal gerekse doğal
çevreye yönelik hakikatin araştırılmasını ve hakkın idrak edilme-
sini hedefler. Bu yönüyle de İslami gelenekle Batılı bilim anlayışı
arasında belirgin bir ayrışma dikkati çeker. Batılı bilim anlayışının
temelinde insanın doğaya ve çevreye egemen olması ve insanın
amaç ve
çıkarları doğrultusunda çevrenin şekillendirilmesi daha
bir ön plandadır. Bu yaklaşım İslamın insan ve çevre yaklaşımına
yabancıdır. İslamda insanın doğal düzene egemen olması değil
onu anlaması ve idrak etmesi üzerinde durulur. Ancak bu sayede
insan kendisinin de bir parçasını oluşturduğu evrenin ihtiva ettiği
hakikati
anlayabilecektir. Nitekim Kur’an, insanı çevresine bu na-
zarla bakması doğrultusunda sürekli teşvik eder. Benzer durum
insanın sosyal çevresine yönelik ilgi ve alakasında da söz konusu-
dur. Sosyal çevreye yönelik ilgide amaç, onu anlayıp tanımak ve
hakikati onlarla paylaşmaktır. Sosyal çevredeki farklı gelenekler,
farklı bakış ve tutumlar
İslam tarihinde kültürel zenginlik aracı
olarak görülmüş; bu farklılıklar sanattan edebiyata, felsefeden
doğa bilimlerine kadar hemen her alanda zengin İslam ilim mira-
sının teşekkülüne katkı sağlamıştır. Bu yaklaşımıyla İslam gelene-
ği, farklılıkları yok edilmeleri gereken unsurlar değil, insanlığın
ortak aklının ürünü olan
medeniyet inşasında zenginlik aracı ola-
rak görmek suretiyle diğer birçok gelenekten ayrılmaktadır.
Yunanlılar döneminde "saygın" kadınlar, topluma açık yerlerden uzak tutulurdu; yalnızca fahişeler sokakta dolaşırlardı. Burada, toplumsal etkinlik alanına girmesi eskiden yasa ve gelenekle yasaklanmış, şimdi ise bu alana girince duyduğu kaygı yüzünden kendisine 'fobik' tanısı konulan kadın paradoksuyla karşılaşıyoruz.
Kurtuluş ve kuruluş nesli jakoben bir tutumla en genel temel aidiyetleri değiştirme ihtiyacı duydu. Alfabe ve dil gelenekle ilişkileri kesmede en etkili araçların başında geliyordu ve başarılı bir şekilde yürürlüğe konuldu. Kılık-kıyafet alanında yapılan değişiklikle masum insanların idamına varan kararlar alındı. Kültürel aidiyetin yegâne kıblesi Batı
kapısıydı.