Müslüman başka bir dine giremez. Ne Hıristiyan olabilir, ne Yahudi, ne de Bolşevik. “Çünkü bir İsevî Müslüman olsa, İsa aleyhisselâmı daha ziyade sever. Bir Musevî Müslüman olsa, Musa aleyhisselâmı daha ziyade sever. Fakat bir Müslüman Muhammed aleyhissalatü vesselamın zincirinden çıksa, dinini bıraksa, daha hiç bir dine giremez, anarşist olur.”
Fuat Sezgin ve Oryantalistler -1
Batılı araştırmacıların genelde Doğu, özelde ise İslâm dünyası ile ilgili araştırmalarına oryantalizm (doğu bilim) veya şarkiyatçılık ismi verilmektedir. Oryantalizmin kökleri, bu anlamda Batı’da Batı için Batının yararına yönelik olarak düşünülmektedir. Bahsi geçen öncüllere bizi ulaştıran temel husus, Edward
Said’in 26 dile çevrilmiş -çok tartışılan- klasikleşmiş Oryantalizm (1978) isimli kitabıdır. Bu noktada oryantalistler, ‘Sömürgeciliğin Keşif Kolu’nun mensupları olarak nitelendirilmektedir.
Ancak dünya bilim tarihinin son büyük temsilcilerinden olan Fuat Sezgin, oryantalistler hakkında farklı bir bakış açısı sunmaktadır. Uzun ömrünün altmış yıllık
döneminde oryantalistlerle bir arada/ortamda çalışması, danışman hocası Hellmutt Ritter’le beraber araştırmalar yapması, Sezgin’in değerlendirmelerini önemli kılmaktadır. Gerçekten o, farklı bir gözle oryantalist geleneğe bakmaktadır. Oryantalist araştırmacıların, Müslümanların tarih boyunca ortaya koydukları eserlerin ilim dünyasına açılmasındaki
katkılarını ‘hürmet’ ve şükranla anmaktadır.
Fuat Sezgin, oryantalistlerin birkaç yüzyıllık gece gündüz yorulmak bilmeyen çalışmalarının bilimler tarihindeki önemini hatırlatırken, bunun çok önemli neticeleri olduğunun farkındadır. Ancak şu itirafta bulunmaktadır: “Bu yerin ne kadar büyük olduğunu gerçeğe yakın bir şekilde öğrenebilmekten çok
uzağız veya hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.”
Oryantalistlerin binlerce etütlerine, yayınladıkları metinlere, yazdıkları Arap-İslâm edebiyatı tarihlerine, çıkardıkları ansiklopedilere ve dergilere insanlarımızın ‘yabancı’ kaldığını düşünen Sezgin, onlar hakkındaki olumsuz kanaatlerin Mısırlılarca ifade edildiğini belirtmektedir. Böylece
oryantalistlerin İslâm bilimlerine hümanist gayelerle değil, misyoner bir ajanda ile yaklaştığı düşünülmektedir. Fuat Sezgin, sonuçları itibariyle ‘oryantalist’ veya ‘müsteşrik’ olgusunun, misyoner veya en azından ‘kuşkulanılan bir tip’ olarak algılandığını düşünmektedir.
Fuat Sezgin için, ‘her oryantalist ön yargılı değildir’. Bazıları
Doğuya ve özellikle İslamî ilimlere olumlu bakmaktadır. Sezgin, birçok oryantalisti ‘hocası’ olarak kabul etmekte ve onlardan ‘çok şeyler öğrendiğinin’ özellikle altını çizmektedir
Oryantalistleri daima hürmetle andığını belirten Fuat Sezgin, onların açmazlarını şu şekilde değerlendirir: “Bazı sahalarda, özellikle teoloji sahasında, onlar
Hıristiyan oldukları için başka gözle baktılar. Ama onları affediyorum. Fakat hadislerdeki rivayet zinciri meselesini anlamamış olmaları affedilemez bir şey. Bugün Ezher Üniversitesi profesörleri de bunu yanlış anlıyorlar.” (Sezgin, Bilim Tarihi Sohbetleri)
Hadis alanında büyük bir bilgin olarak Goldziher’in Buhârî ve Müslim için ifade ettiklerinin bir
karşılığının olmadığını belirten Sezgin, onun temel düşüncesini şöyle özetlemektedir: “Buhârî’deki bütün hadisler Buhârî’nin devrinde yaşamış olan fikir ekollerinin düşüncelerinden ve icatlarından ibarettir. Yani bunun peygamberle bir alakası yok! Bunlar sadece devrin fikirlerini aksettirir. Buhârî bu fikirleri toplamıştır! Rivayetler zinciri ilave
etmiştir, yani uydurmuştur.”
1956 yılında, Buhârî’nin Kaynakları olarak yayınlanan doktora tezinde Fuat Sezgin, bu çalışmasıyla, hadis külliyatının sadece ‘şifahî’/sözlü olarak toplanmadığını, yazılı kaynakları olduğunu ispatlamıştır. Ona göre hadislerin “arkasında yazılı kaynaklar var. Zira önceleri şimdiki gibi kitaplar, dipnot olarak
kaynak eser gösterilmezdi, direkt şahıs ismi yazılırdı. Bu rivayet zincirine göre sıralanır, ama aynı zamanda da yazılı bir kaynağa dayanırdı.”
Fuat Sezgin, İslâm dünyasının oryantalistler hakkında yanlış ve olumsuz düşünceleri olduğunu, onların belirli kötü amaçları için İslâmiyet’i eleştirdiklerinin kabul edildiğini ifade etmektedir.
Müsteşriklerin yeterince tanınmadığını belirtirken, onları ‘körü körüne’ savunmadığını da söylemektedir. Ona göre bu olumsuz imaj Mısırlı âlimlerce yapılan oryantalizm eleştirilerinin Türkiye’ye girmesiyle ortaya çıkmıştır.
Hıristiyan ve Yahudi oldukları için oryantalistlerin Müslümanların hoşuna gitmeyecek bir takım sonuçlara ulaşmış
olabilecekleri hususunun doğruluğuna dikkat çektikten sonra, Sezgin hepsinin iyi olmadığı konusunda da uyarılarda bulunmaktadır. Ancak o, bir noktaya daha dikkat çekmektedir: “Ama içlerinde geceli gündüzlü, İslâm’ın bilimler tarihindeki yerini ortaya koymaya çalışan oryantalistler var. Bu gerçekliği milletime duyurmayı, söylemeyi, insanî ve dinî bir borç olarak
telakki ediyorum.”
Bilhassa düşünsel ve politik hareketin taşıyıcıları olan şehirli Araplar, Hz.Muhammed’in ortaya çıkmasından önce komşu halkların kültürel etkilerine tamamen kapalı veya matematik tarihi açısından önem kazandıkları çağda bile neredeyse okuma yazma bilmeyen yarı vahşiler olarak tasavvur edilemez.(5)
Eski kültür merkezlerindeki sakinlerin yeni topluma uyum
sağlayabilmede çok büyük zorluklar yaşamadıkları görülmektedir. Mesela ilk dönem Emevi hükümdarlarının sarayında Hıristiyan hekimler çalışmaktaydı. I.Mu'aviye (dönemi: 41/661-60/680) zamanında hizmet eden İbn Asal’ın adı bunlar arasında geçmektedir. Ebû el-Hakem adlı bir başka Hıristiyan hekim daha Muʿaviye’nin hizmetinde çalışmıştır. Hükümdar
ilaçların hazırlanmasında ona güvenmekteydi.(6)
Görünüşe göre, bin beş yüz yıl önce Roma ordusunun başarısız olduğu yerde, Romalı din adamları başarılı olmuştu. Hutten yalnızca Germen kaynaklarını tüketmekle kalmayıp, aynı zamanda gerçek Hıristiyan ruhuyla da çelişen görkemli yaşama sahip Roma kilisesinin üyelerini art niyetli olduğunu düşündü için Romanistlere karşı düşmanlık davası ilan etti. O
zamanda arzulanan ruhun derin sadeliği ve saflığı, Tacitus'un tarif ettiği Germen dindarlığında yaygındı.
Baas ya da Diriliş partisi, her ikisi de öğretmen olan Hıristiyan Mişel Eflak ve Sünni müslüman Salahattin El-Bitar tarafından 1940’larda kuruldu. Baasçılar, batı hegomanyasına muhalefet, Arap birliğinin gerekliliği ve servetin yeniden dağıtımı gibi sosyalist boyutları da olan fikirleri savunuyorlardı.
Muaviyenin ihtişamlı bir saray yaptırdığını duyan
Ebu Zer ra onun yanına giderek
Eğer bu yaptırdığın saray Allah'ın malındansa hainliktir, kendi malınsa savurganliktir dedi ve
Ey iman edenler! Bilin ki yahudi din bilginlerinin ve hıristiyan din adamlarının birçoğu halkın mallarını haksızlıkla yerler ve Allah yolundan alıkoyarlar. Altın gümüş
biriktirip Allah yolunda harcamayanları elem veren bir azapla müjdele!
Tevbe 34. Ayeti okudu
“Dünyanın değişik bölgelerindeki siyah halkların kolonileştirilmesi Hırıstiyan güçler tarafından gerçekleştirildi. Bugün dünyadaki pek çok halkın en önemli meselesi Hıristiyanlardan bağımsızlıklarını nasıl elde edecekleridir. Bugün nerede beyaz olmayan bir halk görseniz, hepsi de kendilerini Hıristiyan olarak tanıtan insanlardan özgürlüklerini almaya
çalışıyor ve siz onlara ‘Hırıstiyan kimdir’ diye sorsanız size diyeceklerdir ki, beyaz adam, köle tüccarı”.
Havva'nın mahkûm edilmesi bazı gerçekleri yansıtıyor olmalıdır. İlk Gnostik metinler, eski çağlarda kadınların kendi cinslerini ve soylarını sonsuza kadar lanetleyen Tanrı'ya aldırış etmeme eğiliminde olduklarını belirtir. Aslında, Havva’nın günahı ve cennetten kovulma miti olmasa, Hıristiyanlığın temelleri birden çok zayıflardı. "Yılan,
meyve ağacı ve kadın olmasa, ne cennetten kovulma ne kaşları çatık bir yargıç ne cehennem ne de sonsuza kadar sürecek bir ceza olur ve bu durumda kurtarıcıya da ihtiyaç kalmaz. O zaman tüm Hıristiyan teolojisinin temelleri sarsılmış olur."