Maalesef, her suç teşkil eden eylemi adli olaya dönüştürüp yargılama yapma şansı doğmamaktadır. Üstelik, sessizlik suç aracı olarak kullanılmış olsa da, sessiz manipülasyon/ sessiz şiddet, eylemsizlik olarak görülmekte ve pasif bir eylem türü olarak yasalarda yer almamaktadır.
Atatürk'ün 1920 ile 1930 arasında gerçekleştirdiği olağanüstü devrimlerin çoğu, dolaylı ya da dolaysız hep dinle ilgiliydi. Türkiye'yi islâmiyetten ve İslâmiyet temellerinden ayırma konusunda Atatürk oldukça ileri gitmiştir. Halifelik kurumunu kaldırmıştır. Okullarda dini eğitime son vermiştir. Osmanlılar zamanında Türklerin yaşantısında önemli bir yeri olan
tekkelleri kapattırmıştır. Fesi yasaklamış, şapkayı kabul ettirmiştir. Bu, aslında İslâmiyete karşı bir ayaklanmaydı. Çünkü, Müslüman, başındaki fesle namaz kılarken alnını secdeye değdirebiliyordu. Şapka ise, "gâvur" giyimiydi.
Fakat, Atatürk bununla da yetinmedi. Türklerin bin yıla yakın bir zamandan beri dillerini yazmak için kullandıkları Arap
alfabesini yasakladı. Onun yerine Latin alfabesini kabul etti. Oysa, Arap alfabesi zor olduğu gibi, dinle de yakın dan ilgiliydi. Arap alfabesi yalnız Kur'andaki yazı biçimi değil, bütün din edebiyatının ve camilerdeki kutsal levhaların da yazısıydı. Aslında güzel bir yazı biçimi olan Arap alfabesi, İslâmiyet resim ve heykeli yasakladığı için, islâm sanatın da
doğrudan doğruya bir güzellik ifadesi durumunu almıştı. Müslüman ülkelerinin çoğunda levhalara yazılan Arapça metinler, âdeta büyülü bir kudret taşır. Latin alfabesini gören bir Müslüman ise, gâvurla karşı karşıya geldiğini düşünür. Latin alfabesinden nasıl çekinildiğini anlamak için, Türkiye'de harf inkılâbının yapılmasının üzerinden kır yıl
geçtiği halde, okuma yazma bilmeyenlerin oranının hâlâ yüzde kırk olduğuna bakmak yeter.
Atatürk, Islâmiyetle olan bağları koparma işlemini tamamlamak için, resim ve heykel sanatlanı da yürekten desteklemiştir. Ayrıca, Türkçeye girmiş olan Arapça ve Acemce kelimelerin de ayıklanmasını başlatmış, bunların yerine Türklerin Islamiyeti kabul etmelerinden
önceki dönemde kullandıkları kelimeleri kullandırmıştır. Bu reform Türkçede öyle bir değişiklik yaratmıştır ki, 1920lerde kullanılan Türkçe ile, bugünkü Türkçe arasında, bugünkü ingilizce ile 600 yıl önceki İngilizceden daha büyük fark vardır. Gerçekten de, Türk dilinin uğradığı değişiklik yüzünden, halk, Atatürk'ün ilk yıllarındaki verdiği
nutukları bile anlamakta güçlük çekmektedir. Hatta Türk yazarları kendi kitaplank eski dilden yeni dile "çevirmek" gibi bir durumla karşı karşıya gelmişlerdir. Türkçeden Türkçeye sözlükler bile vardır.
Alfabenin değiştirilmesi, dilin arınması, kırk yaşından küçük kuşaklarj hemen bütünüyle İslâm kültüründen uzaklaştırmak gibi bir sonuç
doğurmuştur. Batılaşma konusunda alfabe değişikliği,devrimlerin en önemlisi sayılabilir. Paris'ten ya da Arap ülkelerinden Türkiye'ye gelip de, her yerde Latin harflerini gören turistler, ister istemez içlerinden "Burası Avrupa," diye geçirmektedirler. Atatürk bununla da yetinmemiş, Şeriat'ı kaldınp yerine Batı hukukunu getirmiştir. Yasalarda Türk halkının
yaşantısına uygun bazı değişiklikler yapılmakla birlikte, aslında Avrupa yasaları yürürlüğe konmuştur. îslâmiyetin en kutsal yönlerinden biri de yasa olduğuna göre, böyle bir devrimi bir islâm ülkesinde gerçekleştirmek, gerçekten şaşkınlık vericidir. Türkiye'den başka hiç bir İslâm ülkesi, Şeriat'ı kaldıramamış, en ilerici geçinenleri bile yalnızca
kuralları yenileştirmek ve günün şartlarına uydurmakla yetinmişlerdir.
Atatürk, Türk Anayasası'ndan devletin İslâmın olduğu ibaresini de çıkartmış, Türkiye'yi "laik" bir devlet yapmış tır. Türkiye laikliği kabul etmekle, resmen İslâm âleminden çekilmiştir. Fakat, Türkler bugün her zamankinden de çok Müslümandır. Devlet olarak Türkiye'yle Türk halkı
arasında çok garip bir fark vardır. Türkler Müslümandır ama, Türkiye artık bir İslâm ülkesi değildir. Bu alanda da Atatürk eşi görülmemiş bir şey gerçekleştirmiştir. Başka hiç bir İslâm ülkesi, Türkiye gibi "laiklik" yolunu seçememiştir.
"Evrenimiz hayatın ortaya çıkması için o kadar iyi ayarlanmıştır ki bir ayarlayıcı varolmalıdır!" türünde insanmerkezcil bir prensipten öte sunmakla kalmıyorum, burada gördüğümüz şey, "iyi-ayarlanma" meselesinden çok daha önemlidir. Biz burada doğada hakim olan yasalarda da, bilinçli düşüncenin üretildiği beyni oluşturan maddenin parçacıklarında da "bulunmayan"
ve kendini sürekli olarak ifşa eden akli, düzenli kompleks bilgiyi görüyoruz.
Tarih boyunca iktidar sahipleri, baskıya boyun eğrneyen politik azınlıkları ezme yetkisine genellikle sahip olmuşlardır. İlke olarak demokrasi, çoğunluk yönetimi ile politik azınlıkların kendilerini dile getirme özgürlüğünü kaynaştırır. Yasalarda yer alan bu haklar, politik çoğulculuk normları aracılığıyla korunrnaktadır. Ne var ki, insanların koyduğu
hiçbir yasa değişmez değildir ve alışılmadık bir tehditle karşılaşan toplum, çoğulculuğu lüks olarak görecektir. Zaten en özgürlükçü hukuk düzenleri bile, konuşma özgürlüğünün kaldırılabileceği dururnlar olduğunu kabul eder.
Birden fazla kadınla evlilikler, Suriye toplum yapısında tarihsel kökenleri olan bir evlilik türü olup aynı zamanda yasalarda da yer almaktadır. İslam dininde ruhsat olan bu uygulama, resmî normlarla erkekler açısından meşru ve yasal bir hak haline dönüştürülmüştür.
Düşünce akımlarında ne kadar çelişki varsa yasalarda da o kadar çelişki olur
Bu yasalarda kimin nasıl, nereye kadar hakkı olduğu nasıl ayarlanır? Yasa koyucular kimler oluyor? Nasıl ayarlarlar? Yasa uygulayıcılar nasıl hareket ederler? Ya da bu yasalar nasıl kağıt üzerinde kalırlar? Ya da o haklara sahip olanlar nasıl kullanırlar? "Herkesin haklarının belirtildiği" o yasaların güvencesi ne?