Sabri Sürgevil
Sabri Sürgevil

Örgütlenme Aşaması

Ülkenin içine düştüğü acı tabloda İstanbul,saray ve hükümetin aciz kalması emperyalist ideallerin gerçekleşmesine olanak sağladı. Azınlıkların aşırı davranışları, İtilaf devletlerinin kuvvetlerinin mütareke hükümlerini açıkça ihlal etmeleri, Wilson Prensiplerini hiçe saymaları, kamuoyunda büyük üzüntü yarattı. Halk en doğal

ve meşru hakkı, yaşamak hakkından mahrum edilmiş, can, mal, ırz ve namus güvenliği kalmamıştı. Atatürk'ün hatıralarında belirttiği gibi, o günlerin İstanbul'unun "içi kan ağlıyor, yüzü gülmüyordu, İstanbul sokakları İtilaf Devletleri'nin süngülü askerleri ile dolmuştu. Boğaziçi toplarını sağa sola çeviren düşman zırhlıları ile lacivert sularını

gösteremeyecek kadar örtülüydü. Herkes ancak zaruri ihtiyaçları için evden çıkıyor, sokaklarda hatır ve hayale gelmeyen hakaretlere uğramamak için caddelerin duvar diplerinden büzülerek, eğilerek, korkarak yürüyebiliyorlardı. Koskoca İstanbul ve yüz binlerce halkı sesleri kısılmış bir haldeydi. İstanbul ufuklarında yükselen şeyler yalnız düşman hakaretleri,

düşman bayrak ve süngüleriydi", İzmir'in Yunanlılar tarafından işgali daha ağır sahnelere neden oldu. Arnold Toynbee, Yunanlıların İzmir'i işgal etmelerini, işgalin yanısıra baskı ve şiddet hareketlerine girişmiş olmalarını ve bunların karşısında da bütün dünyanın dehşete düştüğünü açıkça belirtmektedir. Fransız işgalinde Adana'da geçen olaylarda

insanlığın yüzünü kızartacak, kitle halinde yok etme projesine dayanıyordu.

Türk milletinin malı ve canıyla top yekun bir mücadeleye girerek, yurdunu bu emperyalist işgalden temizlemesi çok kolay ve sorunsuz gerçekleşmedi. Bir yanda 600 yıl boyunca ülkeyi yönetmiş Osmanlı hanedanı vardı ve işgaller karşısındaki teslimiyetçi tutumu ortaya çıkabilecek

direnişi daha doğmadan yok edebiliyordu. Anadolu'da doğan kurtuluş mücadelesini yok edebilmek için her türlü yönteme başvuruldu, bu yöntemlerden en önemlisi kurtuluş mücadelesinin habercisi olarak Anadolu'da başlayan Kuva-yı Milliye hareketinin “tertipçi ve teşvikçisi" olmak suçuyla Mustafa Kemal ve arkadaşlarının giyabında idama mahkum edilmesidir. Konuyla ilgili

padişah fermanı ve şeyhülislam fetvası Prof. Dr. Ergün Aybars tarafından yayınlanmıştır. Aşağıda ilgili padişah fermanının orijinali ve çevirisi bulunmaktadır.

Padişah Buyruğu

Mehmet Vahiduddin

Kuva-yi Milliye adı altında çıkardıkları fitne fesad Anayasaya aykırı olarak halktan zorla para toplamak, asker almak, bunun aksine hareket

edenlere işkence ve eziyet ederek şehirleri yakıp yıkmaya kalkışmak suretiyle iç güvenliği bozanların tertipçisi ve teşvikçisi oldukları iddiasıyla haklarında dava açılan Üçüncü Ordu Müfettişliğinden alınarak askerlik mesleğinden çıkartılmış bulunan Selanikli Mustafa Kemal Efendi, Eski Yirmi yedinci
Fırka Kumandanı Miralaylıktan emekli İstanbullu Kara

Vasıf Bey, Eski Yirminci Kolordu Kumandan Mirliva Salacaklı Fuat Paşa ile Eski Vaşington Elçisi ve Ankara Milletvekili Midilli Alfred Rüstem, ve Sıhhiye Eski Müdürü İstanbullu Doktor Adnan Bey, Üniversite Batı Edebiyatı Eski Öğretmeni İstanbullu Halide Edip Hanım'ın ayrıntıları 11 Mayıs 1920 tarihli ve 20 numaralı karar tutanağında yazılı olduğu üzere Mülkiye Ceza

Kanununun 45. maddesinin l. fırkası delaletiyle 55. maddesinin 4. fırkası ve 56. maddesi uyarınca sahip oldukları askeri ve mülki rütbe ve nişanlarla her türlü resmi unvanlarının kaldırılmasına ve idamlarına, halen firarda bulunmaları dolayısıyla kanun hükümleri gereğince mallarını haczedilerek usulüne göre idare ettirilmesine dair İstanbul Bir Numaralı Sıkıyönetim

Mahkemesi tarafından giyaben verilen hüküm ve karar ele geçirildiklerinde tekrar yargılanmak üzere tasdik edilmiştir Bu Padişah Buyruğunu yürütmeye Harbiye Nazırı görevlidir.

24 Mayıs 1920 Sadrazam ve Harbiye Nazırı Vekili

Damat Ferit

Kurtuluş mücadelesini yok etme yöntemlerinden bir tanesi de örgütlü antipropagandadır. Bu amaçla çeşitli

cemiyetler kuruldu. Mondros Mütarekesinin imzalanması ve yurdun işgal edilmesi, Mili varlık ve Mili Mücadele için zararlı cemiyetlerin kurulmasına olanak ve fırsat verdi. Bu cemiyetler iki kategoride toplanabilir.

Milli Varlığa Düşman Cemiyetler

Bu kategoride yer alan cemiyetler, milliyetçi amaçlara tamamen karşı, Osmanlıcı ve hilafetçi program izleyen

görüştedir. Genellikle Hürriyet ve İtilaf Fırkası etrafında toplanan bu cemiyetler aslında Anadolu'da başlayan harekete karşıdır. Bu cemiyetler içinde en önemlileri: Sulh ve Selameti Osmaniye Fırkası, Kürdistan Teali Cemiyeti, Teali İslam Cemiyeti, İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Wilson Prensipleri Cemiyeti, Hürriyet ve İtilaf Fırkasıdır. Bunlar arasında örneğin İngiliz

Muhipleri Cemiyetinin üyeleri arasında Osmanlı Padişahı Vahideddin ve Sadrazam Damat Ferit de vardı ve büyük olasılıkla İngiliz destekliydi. Çok iyi örgütlenmiş ve İstanbul dışında da şubeler açmıştı.

Azınlıkların Kurdukları Cemiyetler

Bu kategoride yer alan cemiyetler ise, Azınlıkların Birinci Dünya Savaşı yenilgisini fırsat bilerek

kurdukları ve ülke içinde kendilerini İtilaf Devletlerinin bir ileri karakolu olarak gören kuruluşlardır. Anadolu hareketine ve Türklerin milli devlet kurmalarına karşıdırlar; asıl amaçları Anadolu ve Rumeli üzerinde Etniki Eteryalı komitacılar isteklerini yerine getirmektir. Bu cemiyetler arasında, Rumların kurdukları ve Bizans İmparatorluğunu yeniden yaşatmak amacını

taşıyan Mavri Mira Cemiyeti oldukça önemlidir. Cemiyetin görevi, ülke içinde çeşitli yerlerde çeteler kurmak, Yunan Hükümeti lehine propaganda yapmaktır. Pontus Rum Cemiyeti, Karadeniz'de Pontus Devletini yeniden kurmaktır. Etnik-i Eterya da yine Rumlar tarafından kurulan Yunanistan destekli bir başka cemiyettir. Taşnak Partisi ve Hinçak Komitesi ise Ermeni idealleri için

mücadele edecek Ermeniler tarafından kurulan cemiyetlerdir.

Milli Cemiyetler

Ülkenin içinde bulunduğu zor günlerde Türk halkı isyan duygusuna kapılmıştı. İstanbul hükümetinin tutumu da büyük bir umutsuzluk kaynağıydı. Özellikle işgal altındaki bölgelerde yaşadıkları toprağı düşmana kaptırmaya razı olmayan yurtsever halk örgütlenmeye

başladı ve böylelikle Mili Mücadelede büyük hizmetlere imza atacak olan cemiyetler kuruldu. Milli amaca hizmet edecek şekilde kurulan bu cemiyetlere genel olarak “Müdafaa-i Hukuk” cemiyetleri adı verildi. Müdafaa-i Hukuk; Türklerin millet olarak, bağımsız bir devlet kurarak yaşamak hakkını, Osmanlı Hükümetine, İmparatorluğun diğer unsurlarına ve bu hakkı tanımayan

Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletlerine karşı fiili bir mücadele sonucunda elde etmeyi ifade eder. Müdafaa-i Hukuk bir hareketin ifadesi olarak bazı özellikler taşır Müdafaa-i Hukuk ferdi değil, millidir. Milli hakların korunması için yapılan bir harekettir.

Müdafaa-i Hukuk, fikri kaynağını milliyetçilikten almaktadır.

Müdafaa-i Hukuk, milli

devlet formülünü gerçekleştirmeye çalışan bir akımdır

Müdafaa-i Hukuk hareketinin gerçekleştirme vasıtası fertler değil, cemiyetlerdir.

Milli varlığın devamı için mücadele eden cemiyetler;

Trakya-Paşaeli Müdafa a Heyeti Osmaniyesi

İzmir Müdafaa-i Hukuku Osmaniye Cemiyeti

Kilikyalılar Cemiyeti Şarki Anadolu

Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti

Hareketi Milliye ve Redd-i İlhak Teşkilatı
Trabzon Muhafaza-i Hukuku Milliye Cemiyeti'dir.

Bu cemiyetler elbette bağımsızlık mücadelesini hedefliyordu. Ancak her cemiyetin hedefinde öncelikle kendi bulunduğu çevreyi düşmandan temizlemek vardı. Niyet son derece önemliydi ama sonuç olarak yerel bir kurtuluş çaresi aranıyordu.

Her biri başarılı olsa dahi ülke tamamen işgal altındaydı ve bölgesel çarelerle kurtulunmuş olmayacaktı. Her örgütün yüksek bir ideal“ya bağımsızlık ya ölüm” çevresinde toplanması ve birlikte ve top yekün bir kurtuluş hedeflenmeliydi. Bu yapabilecek bir lider, bir toparlayıcı, kurtuluşa inancı tam gerçek bir önder gerekliydi.

Geldikleri Gibi Giderler

!

Anadolu'nun işgali, Türk milletini kaderiyle baş başa bıraktı, millet olarak varlığını korumaya yöneltti. Bu devrede, Türk milleti bir bütün olarak bir kurtarıcı beklemekte idi. Türk milleti bu buhranlı dönemde, kendi kendini savunma ihtiyacının da sonucu olarak bir tek amaca yöneldi ve tam bir dayanışma duygusu ile hareket etmek zorunda kalmıştır.

Ulusların bağımsız yaşamaları devlet olmakla, milletin hukuki ve siyasi şahsiyet kazanmasıyla mümkündü. Teşkilat kurarak, silaha sarılarak, isyan ederek mahalli kurtuluş çarelerinin arandığı ümitsiz günlerde Mustafa Kemal Paşa'nın tarih sahnesine çıkışı bir tesadüf ya da sadece bir cesaret işi değildi. Mustafa Kemal'i ihtiyaç ve zorunluluklar ortaya çıkardı,

şahsında millet, temsilcisini buldu, umut ve geleceğini ona bağladı.

Mustafa Kemal Paşa, Türk milletini kurtarmak yolundaki kararını, Mondros Mütarekesinden sonra Adana'da Yıldırım Orduları Grup Komutanı olarak bulunduğu zaman vermiştir. Herkesin teslim olmasına karşılık, Mustafa Kemal Paşa, o en umutsuz görünen şartlar içinde dahi vatan ve millet kurtuluşu

uğruna bir şeyler yapacağı kanısında idi. İstanbul'un İtilaf Devletleri tarafından işgal edildiği günlerde Yıldırım Orduları Grup Komutanlığından ayrılarak İstanbul'a gelen Mustafa Kemal Paşa, kendini çok üzen bu olay karşısında, yaverine "geldikleri gibi giderler” demişti. O karanlık günlerde Mustafa Kemal'in kurtuluşa olan inancı ve kararlılığını

göstermesi bakımından bu söz son derece önemlidir. Kimilerinin Anadolu'nun artık kaybedildiğine, düşman işgalinden kurtulmanın mümkün olmadığına, direnmenin anlamsızlığına inandığı bu günlerde Mustafa Kemal Paşa'nın bir asker ve bir aydın olarak gösterdiği kararlılık ve inanç direnişin en önemli dinamiği olmaya da adaydır. Büyük direnişi örgütleyerek

uygulamaya geçirmenin zamanı gelmişti. Mustafa Kemal Paşa bunu biliyordu ancak İstanbul'da bulunarak bunun mümkün olmayacağının da farkındaydı. O zaman Anadolu'ya geçmeliydi ve oradaki, Kurtuluş mücadelesinin ilk nüvelerini büyük bir direnişe dönüştürmeliydi ama nasıl yapılabilecek en mantıklı hareket Anadolu'da resmi bir göreve atanarak bazı yetkilerinin

olmasıydı.

Mustafa Kemal Paşa'nın tarihi kararını uygulamak için hazırlıklarını yaptığı bir sırada, Samsun ve çevresinde Türklerin Rum köylerine tecavüz ettiği ve bu tecavüzlerin engellenmesi için tedbir alınması gerektiğine dair İngilizlerden bir rapor bir de protesto gelmiştir. Osmanlı Kabinesinde Mustafa Kemal Paşa’ya güvenilemeyeceği, İstanbul'da

olumsuz telkinlerde bulunduğu, hazırlıklar yaptığı ve bu nedenle de İstanbul'dan uzaklaştırılması gerekliliği konusunda bir anlaşmaya varmışlardı. Samsun ve dolaylarında çıkan olaylar, M. Kemal Paşa'nın, Anadolu'ya görev ile sürgüne gönderilmesi için bir bahanedir. Ancak bu görev kendisine verilse de verilmese de Mustafa Kemal Anadolu'ya geçerek Milli Kurtuluşu

organize edecekti.

Samsun'da Rumlara baskı uygulayan, gerçekte Pontus çeteleriyle mücadele eden Türklere haddini bildirmek için Anadolu'ya gönderilen M. Kemal Paşa tarihi görevini yerine getirmek için önemli bir fırsat yakalamıştı. Mustafa Kemal Paşa anılarında bu hiç beklemediği ama tam olarak istediği yeni görevi ile ilgili duygularını anlatır “Harbiye

Nezareti'nden çıkarken talih bana öyle müsait şartlar hazırlamış ki, kendimi onların kucağında hissettiğim zaman ne kadar bahtiyarlık duydum, tarif edemem. Nezaretten çıkarken heyecandan dudaklarımı isirdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış, önünde geniş bir alem, kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibi idim”.

M. Kemal Paşa'nın

İstanbul'dan çıkmadan önce düşündüğü ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya çalıştığı temel fikir, Nutuk’ta da belirttiği gibi, “ Hakimiyet-i Milliyeye müstenit, kayıtsız ve şartsız müstakil bir Türk devleti tesis etmek idi”. Bu temel fikri bir karar olarak gerçekleştirecek parola ise; “ Ya istiklal ya ölüm“ düsturunda yer alıyordu.

Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919'da Samsun'a karaya ayak basmadan önce Türk milletini kurtarmak yolunda tarihi kararını verdi ve bunu milli bir sır halinde sakladı. Sırası ve yeri geldikçe milli sırdan açıklanması gerekenler ortaya çıktı, kamuoyuna duyuruldu. Mustafa Kemal “Düşmanlarca, Osmanlı Devleti ve memleketinin yok edilmesine, bölüşülmesine karar verilmiş

olduğunu, Padişah ve Halife olan zatın ve onun kurduğu hükümetin hayat ve rahatını kurtarabilecek çareden başka bir şey düşünmediğini, farkında olmadığı başsız kalan milletin ve durumun ağırlığını anlayabilenlerin bazı kurtuluş çaresi saydıkları bir takım tedbirlere başvurduklarını, ordunun ismi var, cismi yok bir halde olduğunu, millet ve ordunun, padişah ve

halifenin hıyanetinden haberdar olmadıklarını, kurtuluş çaresi ararken, büyük devletleri gücendirmenin onların himaye ve arka olmalarına sığınmakla işlerin düzene girebileceği kanaatini yaydıklarını belirtmekte ve kurtuluş çaresi için ileri sürülen kararları münakaşa etmektedir”.

Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu'da geniş yetkilerle çalışabilmesi için

kendisine verilen 9. Ordu Müfettişliği görevi, 30 Nisan 1919 tarihli irade-i seniye ile kesinleşti. 9. Ordu Müfettişi sıfatıyla Samsun'a çıkan Mustafa Kemal Paşa, 15 Haziran 1919 tarihine kadar da bu unvanı korudu. Bu tarihte 2. Ordu ve 9. Ordu kitaatı müfettişliğinin, 3. Ordu müfettişliğine bağlanması üzerine, 3. Ordu müfettişi sıfatıyla görevini sürdürdü.

Mustafa Kemal Paşa bu kararı verdikten sonra, o gün için, bunun gerçekleştirilmesinin zamana bağlı olduğunu kabul eder. Bütün gereklilikleri millete birden söylemenin doğuracağı zorluklar vardır. Tatbikatı birtakım aşamalara ayırmak en uygunudur. Bunun için olaylardan yararlanmayı düşünür. Milletin hislerini ve kamuoyu hazırlamayı, safha safha hedefine varmayı uygun

bulur. Türk Milleti'nin kendisine tarihi görev verdiği Mustafa Kemal Paşa, kurtuluş fikrinin yaygın olduğu ve genel hareketliliğin etkilerini gösterdiği bu dönemde, 19 Mayıs 1919'da Samsun'dadır. Daha sonra bu tarihi mücadele, sırasıyla Havza Mitingi, Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri, Amasya Görüşmeleri ve Protokolünde şekillendi . Artık Türk Milleti

bağımsızlık mücadelesinde önemli mesafeler kat etti, yurt genelinde yapılan bu kongrelerle halk bilinçlendirilerek tek bir ülkü etrafında toplandı. Düşman işgalleri karşısında eli kolu bağlı, kendi menfaatlerinin ötesinde hiçbir şey ile ilgilenmeyen İstanbul Hükümeti ve Padişah toplu direnişi izlemekle yetindiler. Ancak zaman zaman direnişi baltalamaktan da geri

kalmadılar.

Değişim Sürecinde Türkiye-ll

S.89/...../96.

Prof.Dr. Sabri SÜRGEVİL
Dr. Cihan ÖZGÜN
Dr. Hilal ORTAÇ
Dr. Olcay P. YAPUCU

Wolfgang Seiffert
Wolfgang Seiffert

Yeltsin, Lenin ve Stalin’den sonra hiç kimsenin yapmadığı kadar ülkeyi değiştirdi: Rusya’nın Sovyet siste­minden ve planlı ekonomiden pazar ekonomisine, özgür se çimlere ve demokratik bir anayasal düzene geçişini sağladı. 1989 yılından beri seçilmiş milletvekili olarak iki kez, (1991 ve 1996 yıllarında) doğrudan seçimle Rusya’nın başkanlığına seçildi.Yeltsin,

Gorbaçov karşıtlarının devlette oluşturduk kırı im paratorluğu1991 Ağustos’unda bozguna uğrattı. 1993 yılın­da Rusya Federasyonu ’ndaki aşamalı anayasa reformu hak kındaki1 ünlü 1400 numaralı genelgeyle ve ordunun da yardı­mıyla Rusya’nın yeniden Sovyetler için dönüşmesini
engelledi. 12 Aralık 1993’te4 nihayet yeni anayasanın ka- bııliine giden yolu

açtı. Bu olaylarda kavramsal açıdan reform değil, sistem değişikliği şeklinde algılanan devrimci süreçler söz konusudur.Bundan dolayı, ancak Yeltsin’in başkanlığıyla bu “Dev­rim Dünemi”nin sona erdiği kavranan iktidarın Yeltsin’den Putin’e geçişi de doğru bir biçimde anlaşılabilmiş olur. Yelt­sin görev süresinin tamamını 2000 yılına kadar

doldurabilmiş olsaydı yine de bu durum mümkün olabilirdi. Her durumda Yeltsin’in görev süresinin sona ermesi temel politik soruyu ortaya çıkardı: Yeltsin’in mirası korunacak ve sağlamlaştırı­lacak mı, yoksa geri itilip, sulandırılarak ortadan kaldırılacak mı? Çok sayıda aday arasından Putin halef olarak seçildiğin­de, bu iktidar sorunu çok açık olarak Yeltsin’de

ve yakın po­litik çevresinde de belirleyici bir rol oynamıştı. Bu iktidar so­rununun çözümü, Kremlin’i terk edip Putin’e yol açtığında Yeltsin’in akimdaydı muhtemelen: “Rusya’yı koruyunuz!”

Daha kısa süre öncesine kadar doğru dürüst tanınmayan bu adam dünyanın en büyük ülkesinin başına geçtiğinden be­ri, “Putin kimdir - Putin ne istiyor -

Putin ne yapabilir” soru­larının Batı’daki medyayı harekete geçireceği apaçıktır.Bu soruların yanıtları kuşkusuz farklı olacaktır.Kimileri Putin’i, “ne de olsa dünyayı görmüş olan ve bel­li ki iç reformları uygulamak isteyen” bir adam olarak görü­yor. Diğerleri onda, yıllarca Demokratik Alman Cumhuriye­ti’nde “görev yapmış” KGB casusunu görürken,

bazıları da Yeltsin klanının ürününü görüyorlar: Yeltsin’in Putin lehine çekilmesi onun “son hamlesi” veya “entrikacı Berezovs- ki”nin eseri olarak algılanıyor. Bazıları onun iktidara gelişiııı tamamen “ekonomi klanının gücüne” bağlıyorlar.1(1Bu bakış açısından, bazıları onun şimdiye kadar hiçbir programının olmadığını düşünürken,

diğerlerinin Puliıiin bir “istikrar reform programı” yapacağını ve dışarıya karşı Rus­ya’yı tekrar süper güç haline getireceğini söylemeleri mantık­lı görünüyor.Birinci görüş, Putin resmi ekonomi programını ancak 2000 Mayısı’ndaki başkanlık seçimlerinden sonra açıklayacağı dü­şünülürse doğrudur. Fakat diğer yandan Putin program mad­delerinden

çoğunu halihazırda anlattı: Rus hükümetinin 29 Aralık tarihli Yüzyılın Eşiğindeki Rusya başlıklı internet say­fasında, 23 Aralık 1999 tarihli Süddeutsche Zeitung ’da ya­yımlanan kendisi tarafından yazılmış iki makalede ve 25 Ara­lık 1999 tarihli Welt am Sonntag adlı gazetede ve Rus televiz­yonundaki çok sayıdaki konuşmasında...
Bu tür gözlemlerin

çoğunda, Putin’in Sovyet Gizli Servisi KGB için çalışmış olması dikkate alınıyor. Bazı gazeteler bu­nun “oldukça karanlıkta”11 kaldığını söylerken, diğerleri bu dönemle ilgili tüm ayrıntılar hakkında bilgi edinmek isti­yor.Aynı biçimde, Putin’in St. Petersburg belediye başkan yardımcısıyken görevini “kazanç sağlama” amacıyla kişi­sel zenginliği

için kullandığı tahminleri, kuşkuları ve itham­ları da zaman zaman boy gösteriyor. Şimdiye kadar Putin mahkemelerde bu tür suçlamalara karşı kendini her zaman başarıyla savundu. Kaldı ki bunlardan biri veya birkaçı doğ­ru olsa bile, 26 Mart seçimlerinin gösterdiği gibi, Rus seç­menler yabancı medyanın böyle haberlerinden pek etkilen­mediler, hatta Rus medyasında da

benzer şeyler okumuş veIIdinlemiş olsalar bile.Bu tür gerçeklerin, Putin’in kişiliği ve politik isteğinin yargılanması için su yüzüne çıkartılması gerektiği şüphe gö­türmez. En nihayetinde Putin’in kendisi, yolu ve gelecekteki politik programı yalnızca Rusya’nın gelişmesiyle açıklana­caktır.Bundan dolayı bu araştırmanın başlangıcında, Putin’in de

bizzat parçası olduğu, Boris N. Yeltsin’in miras ve vasiyeti hakkındaki soruyu kendimize soralım. Ancak ondan sonra, Putin’in “Yeltsin ailesi tarafından” “seçilmesi”ne, kişisel ge­lişimine, “Almanya dönemi”ne, Petersburg günlerine, karak­terine, dünya görüşüne ve politik duruş noktasına sıra gelebi­lir. Kapanış bölümünde de onun programı ve Batı’nın

davra­nışı üzerinde duracağız

Ajay Agrawal
Ajay Agrawal

Bir ürün yelpazesine yeni bir ürün eklemeli mi? Bir rakip şirketle birleşmeli mi? İnovatif bir girişimi ya da bir kanal ortağını satın almalı mı? İnsanlar değişimden sonra farklı davranacaksa geçmiş davranış, gelecek davranış için faydalı bir rehber değildir. Öngörü makinesinin anlamlı verileri olmayacaktır. Nadir gerçekleşen olaylarda öngörü makinelerinin

kullanım alanı sınırlıdır. Nadir gerçekleşen olaylar, bu yüzden makinelerin insan yargılarını öngörme becerisini oldukça sınırlar.

Adem Taşkaya
Adem Taşkaya

Toplumun belli olaylarda belirledikleri şekilde tepki vermesini sağlamaya ve tepkileri kontrol altına almaya çalışarak yürütülen savaş için toplumsal zemini hazırlayıp hedeflerler.

İSAM / İslam Araştırmaları Merkezi
İSAM / İslam Araştırmaları Merkezi

Temîm kabilesinin Benî Sa'd koluna mensup olduğundan Sa'dî nisbesiyle anılır. Ne zaman müslüman olduğu bilinmemekle beraber Hudeybiye'de bulunduğuna ilişkin rivayet doğru kabul edilirse (İbn Hacer, I, 320) 6 (628) yılından önce İslâmiyet'i kabul ettiği söylenebilir.

İran'ın fethi esnasında müslümanlarla barış antlaşması yapan Ahvaz'ı savunmakla görevli

İranlı kumandan Hürmüzân'ın antlaşma şartlarını bozma tehdidinde bulunmasının ardından Basra Valisi Utbe b.Gazvân'ın durumu Halife Hz.Ömer'e bildirip yardım istemesi üzerine Hurkūs Hz.Ömer tarafından kumandan tayin edilerek Ahvaz'a gönderildi. İran ordusunu yenilgiye uğratıp Ahvaz'la birlikte Tüster yakınlarına kadar uzanan bölgeyi ele geçiren Hurkūs topladığı

cizyeyi halifeye gönderdi. Daha sonra Hürmüzân'a karşı sürdürülen mücadelede Basralı ve Kûfeli kumandanların emrinde çeşitli görevler ifa etti (Taberî, IV, 76-79).

Hurkūs, Hz.Osman'ın yönetiminden şikâyetçi olup 35 (655-56) yılında Medine'ye giden 600'ü aşkın Basralı'ya öncülük yaptı (a.g.e., IV, 349). Hz.Ali'nin halife olmasından sonra Hz.Âişe, Talha

ve Zübeyr'in öncülüğünde gelişen olaylarda onlara karşı Basra'yı savunan askerî birliğin başında bulundu. Basra'nın Talha ve Zübeyr kuvvetlerinin eline geçip Hz.Osman'ın şehid edilmesi olayına karışanlardan bir kısmının öldürülmesi üzerine Temîm kabilesinin himayesine girdi. Sıffîn Savaşı'nda kabilenin reisi Ahnef b.Kays'ın tesiriyle Hz.Ali'nin yanında yer

aldı. Savaş sürerken hilâfet meselesinin hakemlere havale edilerek çözülmesi için Hz.Ali'ye teklif götürüp bunda ısrar edenler arasında bulunan Hurkūs, meselenin hakemlere havale edilmesine rızâ gösterdiği için Hz.Ali'yi günah işlemekle suçladı. Hz.Ali ile yaptığı şiddetli tartışmalarda ona karşı çıkışının Allah rızâsından başka bir gaye taşımadığını

belirterek hilâfet konusundaki hükmün hakemlere değil Allah'a ait olduğunu savundu (İbn Kesîr, VII, 285). Buna karşılık Hz.Ali, Muâviye ile yazılı bir antlaşma yapıldığını ve ilâhî emre göre (en-Nahl 16/91) sözleşmelere uyulması gerektiğini söyleyerek asıl günahın antlaşmadan caymak olduğunu anlatmaya çalıştıysa da Hurkūs fikrinden vazgeçmedi.

Ebû

Mûsâ el-Eş'arî Hz.Ali tarafından Dûmetülcendel'e gönderildiği sırada Abdullah b.Vehb er-Râsibî (Abdullah b.Sebe)'nin evinde toplanan Hâricîler Kûfe'den ayrılmaya karar verdiler. Hurkūs bu toplantıda dünyaya meyledilmemesi ve zulme karşı çıkılması konusunda bir hutbe irat etti. Daha sonra söz konusu grup içlerinden Zeyd b.Hısn et-Tâî'yi emirliğe aday gösterdi. Zeyd

bunu kabul etmeyince Hurkūs'a teklifte bulundular, o da kabul etmedi (a.g.e., VII, 285). Hurkūs, Hâricîler'in Nehrevan'da Hz.Ali'ye karşı giriştikleri savaşa yaya askerî birliklerin kumandanı olarak katıldı ve Abdullah b.Vehb er-Râsibî (Abdullah b.Sebe) ile birlikte öldürüldü (38/658).

Huneyn veya Hayber Gazvesi ganimetlerini dağıttığı sırada Hz.Peygamber'i âdil

davranmamakla itham eden ve Hâricîler'in ilki sayılan Zülhuveysıra et-Temîmî ile Hurkūs b.Züheyr'in aynı kişi olduğu konusunda bazı rivayetler bulunmaktadır (Demîrî, I, 330; İbn Hacer, I, 320). Diğer taraftan pazılarından birinde kadın memesi gibi sarkan bir et parçası bulunduğu için Züssüdeyye diye anılan, Nehrevan'da Hâricîler'le birlikte öldürüleceği Hz.Ali'ye

daha önce Resûl-i Ekrem tarafından haber verildiği belirtilen, Hz.Ali'nin de savaşta ölenleri incelerken koltuğundaki işaretten kendisini teşhis ettiği söylenen kişinin Hurkūs'la aynı şahıs olduğu konusunda da bazı bilgiler nakledilmektedir (Bağdâdî, s. 76, 80-81; Şehristânî, I, 115). Ganimetleri taksim ederken Hz.Peygamber'e itiraz eden kişinin adı kaynaklarda Abdullah

b. Zülhuveysıra, İbn Zülhuveysıra, Zülhuveysıra yahut "bir kişi" şeklinde geçmekte (Müsned, I, 380, 411; II, 219; III, 56, 65; Buhârî, "Edeb", 95,"Menâḳıb", 25, "İstitâbetü'l-mürteddîn", 7; Müslim, "Zekât", 140-142, 148), bu rivayetlerde Hâricîler'in bazı özelliklerine temas edildikten sonra önderlerinin pazılarından birinde et parçası bulunan siyah bir kişi

olduğu ifade edilmektedir. Bu kişiyle ilgili rivayetlerde Nehrevan'da öldürülen ve Resûl-i Ekrem'in belirttiği özellikleri taşıyan şahsı gördüğünü söyleyen Ebû Saîd el-Hudrî isim belirtmemiştir (Müslim, "Zekât", 143). Heysem b.Adî'nin nakline göre Nehrevan'da öldürülen Züssüdeyye, Becîle kabilesinin Urene koluna mensup simsiyah ve asker içinde kötü kokan bir

kişiydi (İbn Kesîr, VII, 290). Bu hususlar dikkate alındığında Benî Temîm kabilesinden Zülhuveysıra ile Becîle kabilesinin Urene koluna mensup Züssüdeyye'nin aynı kişi olmadığı, Hurkūs b.Züheyr'in ise her ikisiyle de alâkası bulunmadığı ortaya çıkmaktadır.

Hurkūs b.Züheyr müstesna Hudeybiye'ye katılan herkesin cennete gireceğine dair rivayetle (İbn

Hacer, I, 320) bazı Hâricî kaynaklarında yer alan ve Hurkūs'un cennetle müjdelenenlerden olduğunu belirten rivayet (Şemmâhî, s.49) siyasî görüşleri farklı zümrelerce uydurulmuş olmalıdır. Zira Hâricîler'in muhaliflerince nakledilen ilk rivayet sahih hadis kitaplarında yer almamaktadır. Bu konuda rivayet edilen hadis, hiçbir kimseyi istisna etmeden Hudeybiye'ye iştirak eden

herkesin cennete gireceğini haber vermektedir (Müttakī el-Hindî, I, 102; XII, 40). Hâricîler tarafından nakledilen ikinci rivayete de sahih hadis kitaplarında rastlanmamaktadır. Esasen Hurkūs b.Züheyr'in sahâbî olmadığına işaret edenler de vardır. İbn Abdülberr'in el-İstîʿâb'ında Hurkūs b.Züheyr'e yer vermemesi de dikkat çekicidir. Onun sahâbî olduğunu belirten

kaynaklar Taberî'nin bir rivayetine dayanmaktadır (Târîḫ, IV, 76).

Hâricî fırkalarından Sufriyye'nin Hurkūs b.Züheyr'in tesirinde kaldığı kabul edilmektedir.

Osman Bodur
Osman Bodur

Bir gün İmam Şafiî İmam Azam’ın medfun bulunduğu Bağdat’ta sabah namazı kılarken kunut duasını okumayı terk etmiş, bunun sebebi sorulduğunda da, “Ebü Hanife’nin huzurunda ona muhalefet etmekten hayâ ederim!” demiştir.

Burada üzerinde durulması gereken asıl nokta şudur: İmam Şâfiî, kendi görüşünü, yani dînî yorumunu asla din yerine

koymamıştır. Onun yaptığı, Peygamber’den nakledilen bir uygulamayı yine ondan nakledilen başka bir uygulamaya tercih etmekti. Bunda ise zaten bir sakınca yoktur. Bu yönüyle mezheplerin içtihat farklılıkları bir rahmettir. Zira Peygamber’in bütün hayatım bir insanın yaşaması mümkün değildir. Fakat Müslümanın kendisine çizilen esnek alan etrafinda dolaşarak, alan

ihlali yapmadan Müslümanca yaşaması imkân dâhilindedir.

lı. Mezhepler Arası ihtilafın Boyutu

Zaten mezhepler arasındaki ihtilafların küllî esaslarda değil cüz'i olaylarda söz konusu olduğu açıktır. Mesela bütün mezheplere göre namaz kılmak farzdır. Herkesin üzerine bir borçtur. Fakat kimisine göre sabah namazında kunut okunabilir, kimisine göre

okunmaz. Bazı imamlara göre hazarda ve seferde namazlar cemedilebilir. Diğer âlimler ise bunu bazı mekânların kayıtlar. Görüldüğü gibi bütün bu tartışmalar, ibadetin özü hakkında değil, onun etrafındaki cüz'i hükümler hakkındadır.