Sabahattin Ali
Sabahattin Ali

“ Onlar benim fena bir kimse olmadığıma inandıkları halde muhakkak fena bir tarafımı, kendilerince fena sayılabilecek bir tarafımı bulmaya uğraşırlarken, ben onların insanlıktan uzaklaşmış, hayvanlıktan, vahşilikten bile daha ürkütücü bir hal almış olan hareketlerinde, yüzlerinde, sözlerinde, her şeyi iyi ve güzel bir ahenge götürmeye çalışan tabiatın bir

eserini, bir izini arardım. “

Sabahattin Ali
Sabahattin Ali

...Evet, onlar benim kötü bir adam olmadığıma inandıkları hâlde mutlak kötü bir tarafımı, kendilerince kötü
sayılabilecek bir tarafımı bulmaya uğraşırlarken; ben onların insanlıktan uzaklaşmış, hayvanlıktan, vahşilikten bile daha ürkütücü bir hâl almış olan hareketlerinde, yüzlerinde, sözlerinde,
şu her şeyi iyi ve güzel bir uyuma götürmeğe

çalışan doğanın bir eserini, bir izini arardım.Onlara hiçbir zaman kızamıyor, onlardan nefret etmiyor, sadece zavallılıklarına, daha doğrusu insanlığın bu kadar tiksinecek hâle gelmesine acıyordum.

Ebu'l-Muzaffer Şehfur El-İsferayini
Ebu'l-Muzaffer Şehfur El-İsferayini

Peygamberimiz aleyhisselam, Yahudi olarak bilinenlerin yetmiş bir (71) fırkaya (gruba) ayrılacaklarını haber vermiştir. Onların fırkalara ayrılmasını müfessirlerin ekserîsi şu şekilde anlatırlar:

Üzerlerinden geçen uzun zaman sonra İsrâil oğullarından bir topluluğun kalpleri katılaştı. Sonra onlar kendilerince bir gayret içine girip istedikleri şekilde bazı

kitaplar yazıp onların Allah’tan geldiğini iddia ettiler. Bu hususta kendilerine ters düşenleri ölümle tehdit ettiler. Sonra düşündüler ve İsrâil oğullarının hepsinin öldürülmesinin mümkün olmadığını anladılar. (Yani herkesi öldürerek amaçlarına ulaşamayacaklarını anladılar.)

İsrâil oğulları arasında ilim sahibi ve herkes tarafından büyük

kabul edilen bir âlim (Hıbr) vardı. Kendi yazdıkları kitapları Allah’tan gelmiş gibi herkese kabul ettirmek isteyen Yahudi grup, kitaplarını bu âlime arz etmeyi, kabul ederse onu kendilerinden saymayı, kabul etmezse onu öldürmeyi ve böylece tüm İsrâil oğullarının kendilerine tâbi olmasını sağlamayı planladılar.

Bu topluluk planlarını hayata geçirebilmek

için o büyük âlim ile yazışmaya başladılar (arzularını anlattılar.) Âlim onların kalplerindekini anladı. (Kendi ezberinde olan) Allah’ın (hak) kitabını incecik kağıtlar üzerine küçük yazılarla kaydetti. O kağıtları bir boynuz içine koydu ve boynuna asıp üzerine elbise giydi.

Sonra âlim Yahudilerin yanına geldi. Yahudiler kendi yazdıkları kitapları

ona arz edip âlimin bunlara imân etmesini istediler. Âlim ise eliyle boynuzun asılı bulunduğu göğüs bölgesine işâret ederek “Evet buna ben de imân ettim. İmân etmemek için bir sebep yok.” dedi.

Bu âlimin yakın dostları vardı ve onlar âlimi saygıyla gözetip takip ediyorlardı. Âlim ölünce yakın dostları üzerinde boynuzu buldular. Dostları dediler ki,

“O, bu boynuzda yazılı olanlara imân etmişti.” Ancak (Yahudilerin tümü buna iknâ olmadı, bazıları farklı görüşler beyân etti ve) Yahudiler ihtilâfa düştüler. Bu sebeple İsrâil oğulları arasında farklı farklı görüşler ortaya çıktı ve hattâ (zaman içinde) yetmiş bir fırkaya kadar ayrıldılar.

Onların en hayırlısı “Ashâb-ı Karn” (Boynuz

Dostları) idi. (Yani onların en hayırlıları, boynuzda yazılı olanlara imân eden topluluktu.)

Celal Öney
Celal Öney

Milenianizm (İkinci Binyılcılık) Hristiyanlar tarafından Hz. İsa’nın yeryüzüne ikinci defa geleceğine dair bir inanıştır. Hz. İsa’nın dünya krallığının ikinci binyılı (2000’den sonra) başlamadan evvel Hristiyan misyoner örgütler, dünya sahasının bu gelişe hazır olabilmesi için XIX. yüzyıldan itibaren büyük bir enerji ile kendilerince doğru bildikleri

Hristiyan mezhebini yaymaya çalıştılar. Avrupalı ve Amerikalı Protestan ve Katolik birçok misyoner oluşum, faaliyetlerine Hz. İsa’nın ve onun getirdiği din olan Hristiyanlığın doğum yeri Kudüs’ten başlamayı tercih ettiler. Ayrıca Hz. İsa’nın da Hristiyanlığa kazandırmaya çalıştığı ilk topluluk olan Yahudileri hedef aldılar. Böylece Osmanlı Suriyesi’nin bir

bölümü olan Filistin ve Kudüs, XIX. yüzyılın ilk yıllarından itibaren Hristiyanlığın çeşitli mezheplerini savunan birçok farklı misyoner grubun mücadele sahası oldu. (s. 33)

Gizem Orman
Gizem Orman

Yaşamak yazmaktan daha derin hisler sağlıyor insana. Zaten yaşanmışlıkların gücüyle duruyorsunuz kalemi kağıda. Sonra da kendilerince dönüşüyorlar işte farklı seslerde birer ağıda

Muhammed Abdullah
Muhammed Abdullah

Buhari ve Tirmizi (R. A)'nin Numan İbni Beşir'den rivayet ve naklettikleri hadis-i şerif:

«Allah Teâla'nın çizmiş olduğu hududa riayet edenler ve etmeyenler aynen bir gemideki kavme benzerler:
Gemideki yerlerini kura ile paylaşmışlardır. Bir kısmı güverteye bir kısmı da alt kata yerleşmiştir. Alt katta bulunanlar su almak istedikleri zaman güvertede

bulunanları rahatsız ediyorlardı. Kendilerince şöyle düşündüler: Hissemize düşen yerden bir delik açsak da üstümüzdekileri rahatsız etmesek nasıl olur acaba?... Şimdi, güvertede bulunanlar bunları arzularıyla başbaşa bırakmayacak olurlarsa, hem kendileri hem de onlar birlikte kurtulurlar.»

Michael Stolle
Michael Stolle

Gestapo'nun geç veya daha ziyade tesadüfen haberdar olduğu direniş çevreleri vardı. Gestapo, İsviçre sınırından kaçış hareketini de gümrük, demiryolları, orman ve av koruma memurlarını yoğun biçimde devreye sokmasına rağmen kontrol altına alamıyordu. Yine de her şeye muktedir olduğu etkisini yaratabilmesinin esas olarak iki nedeni vardır. İlki ve en önemlisi:

Kovuşturma kurumu olarak sahip olduğu büyük ve hiç hafife alınamayacak şiddet potansiyelidir. Gestapo tüm hukuki ve ahlaki normların dışında gaddarca vurabilmekte ve insanların kaderini kendi takdirine göre etkileyip mahvedebilmekteydi. İkincisi: Gestapo, nasyonal sosyalist devletin Alman halkındaki geniş desteğinden yararlanıyordu, bu destek infazcı olarak ona yansıyordu.

Başka bir deyişle: Gestapo polis, parti ve idarenin yardımcı hizmetlerinin çok ötesinde taşan bir onay ve desteğe amadelik zemininde hareket ediyordu. Bunla kastedilen, ihbar vakalarından ziyade bunun arkasında etmen olarak Alman millettaşlar çoğunluğunun temel tutumudur. Çoğunluk, başkalarının kaderiyle ilginlenmiyordu. Baskı tedbirleri güçsüz ve Alman toplumunun

kendilerince sevilmeyen kesimlerine, Yahudilere, komünistlere, "Çingenelere", "işten kaytaranlara" ve "yabancılara" yöneldiği sürece Gestapo'ya rıza göstermiş, yapıp ettiklerini hoş görmüşlerdi. Bir noktada Gestapo artık durdurulamaz olunca da millettaşların çoğu, kaçınılmaz bir kadere tabi olmaktan daha fazlasını yaptılar: Gestapo'nun kanlı zanaatini icra etmesine

yardımcı oldular.

Jeff VanderMeer
Jeff VanderMeer

Bir deniz feneri belirli bir işe adanmış hareketsiz bir ışıldaktı, insan ise hareket eden. İnsanlar kendilerince bir ışık saçıyorlardı. Bazen millerce uzaktan görülebilen bir uyarı, bir davet veya sadece durağan bir sinyal olabiliyorlardı. İnsanlar kendilerini açtıklarında bir parıltı saçıyordu, aksi takdirde sönüyorlardı. Bazıları ise başka seçim şansı

olmadığından, pırıltılarını kimse görmesin diye içlerine veriyorlardı.

Fatma Hale Liman Sağım
Fatma Hale Liman Sağım

Bu tür hurafeleri,batıl inançları yapan kişiler arasında ben hiç:
"- Bana namaz kılmayı nasip et lütfen Allah'ım!" diye dilek tutanını, çaput bağlayanını görmedim. Oruç baba' ya gidenini de... Gidenlerin ortak isteği, dünyalık menfaat... İbadet ederek yorulmadan, kolayca çaput bağlayıp işi kendilerince sağlama almak.!..

Muammer Esen
Muammer Esen

Görülüyor ki sahabe ileri gelenleri, özellikle de onlardan kümranlığı elinde tutan halifeler, zamanın şartlarını ve ümmetin maslahatını göz önüne alarak birtakım yeni sünnetlerin tatbikçisi olmuşlardır.

Elbette burada, “Nasıl oluyor da bunlar, Peygamber Sünneti'ne rağmen, kendilerince birtakım sünnetler icad edip, onları uygulamaya koyabiliyorlar?”

sorusu gibi pek çok soru insanın aklına gelebilir.

Adına “sünnet” (sahabe sünneti) denilen bu kabil yeni uygulamalar, özellikle Peygamber Sünneti’ne aykırı bid'atler olarak düşünülemez mi?

Eğer “Ehl-i Sünnet” olmanın özelliği, Kitap ve Sünnet'e bağlı kalmak ve Din'de bir yeniliğe gitmemek ise, o zaman bunların yaptığı nedir?

Yok eğer, “Ehl-i Sünnet” olabilmenin yolu, Peygamberî Sünnet'in sadece lafzına bağlı kalarak değil; aksine onun hikmet ve maslahata dayalı yönünü bulup böyle bir yöntemi kabul etmek ve onu bu şekilde yaşatmak ise, bunu, sadece sahabeye (ve hatta tabiîne) hasretmenin anlamı nedir?

Onların bu farklı uygulamaları birer “güzel sünnet" (sünnet-i hasene ve

hatta bid'at-ı hasene) olarak görülüp daha sonraki mezhep âlimleri tarafından bu şekilde kabul edilip benimsenirken; buna karşılık daha sonraki Müslümanların güzel olabilecek uygulamaları (sünnetleri) niçin “bid'at” olarak kabul görmektedir? Bu, “Ehl-i Sünnet'in -böyle düşünmeyenler hariç - bir çelişkisi değil midir?

Biz meseleyi, Ehl-i Sünnet'in tanım

ve tespitini yaparken daha ayrıntılı bir şekilde ele alacağımızdan, işin bu yönünü, şimdilik daha fazla uzatmak istemiyoruz.

Ancak şu bir gerçek ki, Ehl-i Sünnet'in oluşumunda bu gibi sahabe sünnetlerinin, özellikle de onlardan iktidarı elinde bulunduran halifelerin uygulamalarının tesiri büyüktür. Çünkü Kur'an ve Sünnet dışında bu kabil sahabî

sünnetlerine uymak ve onları günümüze kadar yaşatmak düşüncesi, en çok Ehl-i Sünnet'in belirleyici vasfı olmuştur.

Oysaki Mu'tezile gibi diğer bazı mezhepler, kendileri gibi insan olmaları hasebiyle, sahabe uygulamalarını, uyulması zorunlu sünnetler olarak görmeyebilmektedirler.

Hatta İmam-ı A'zam’ın bile, onların sadece icma' halindeki

tatbikatlarını kabul ettiği bilinmektedir.