Bedenim ve geleceğim olduğu yerde dururken,inancım neden bu kadar uzağa gitmişti ki?
Derneğe yeni başladığı günlerin birinde yağmurlu ve kapalı bir havaya rağmen güneş gözlükleriyle yardım istemeye gelen Mehtap’ı hatırladı. Aralarındaki kısa diyalogu aklından çıkaramıyordu o günden bu yana. Gözlüklerinin ardındaki mordan kırmızıya değişen renk tonlarıyla çerçevelenmiş gözlerinin yaşlarını silmeye çalışırken;
“Şiddet ancak
ölümle biter bu ülkede!” demişti.
“Ne demek şimdi bu, katil mi olacaksın?”
“Yok, ben Allah’tan korkuyorum ama ya o ya ben ölmedikçe kurtuluş yok!”
Mehtap’ın sesindeki çaresizlik Gülsün’ün bedenine saldıran bir virüs gibi yapışmıştı o an; hızla çoğalıyor, beyninin içinde koloni kuruyordu. Her şey boş görünmüştü, her ümit anlamsız. Ne
kendi çabası kendisini kurtarmaya yetecekti, ne de dernek, devlet, din, eğitim, insanlığı bu beladan kurtarabilecekti. Gülsün, Mehtap’ın bu tek cümlelik hükmünden dehşete düşmüş, içindeki geleceğe yönelik birkaç umut kırıntısı da eriyip gitmişti o gün.
Sf.232
Pembe
Telefonu siyah kalan son yerine baktı ve elinde fırçayla kalakaldı. Babası kırmızı suratını oradan çıkarmaya çalışıyordu. "Bir daha yapacaksın haa" Söyle! diye bağırıyordu. Elinde üzeri kanlı siyah ahize vardı. "Evet yapacağım!" diye cevapladı babasını. Fırçayı boyu kutusuna batırdı ve son kısmında boyadı. Babası gitmişti "Güzel oldu,"
dedi...
İhvan'dan bir kardeş filistin'de Şehit edilmişti müslümanlarda Cihat ruhunu alevlendiren ve İhya eden üstad şehidin babasına taziye için gitmişti şehidin babası Cihat ruhunu dirilten adama dönerek şu sözlerle oradaki herkesi galeyana getirdi;
Eğer bana taziye için geldiniz ise beraberindekilerle birlikte hemen geri dönün Eğer beni tebrik etmek kutlamak için geldiniz ise
hoş geldiniz..
Fransa'da 17. ve 18. yüzyıllarda art arda gelen kıtlıklarda açlık o kadar ileri gitmişti ki, toprak yeme (geofaji), hatta ölen insanları yeme, aile bireylerini yeme çok rastlanan olaylar arasına girmişti. 1707,1806 ve 1846 da Silezya’da görülen açlıklar burayı perişan
etmiştir.
Somali'de İslâmi uyanışın nasıl başladığı ile ilgili de birçok görüş vardır. Bu biraz da her hareketin kendi tarihi seyrini öne almasından kaynaklanıyor. Örneğin bir takım Selefi gruplar Somali'deki ilk İslâmi hareketlerin Şeyh Nur Ali Olow'un Suudi Arabistan'dan ülke topraklarına geri döndüğü 1950'li yıllarda başladığını öne sürüyorlar. Şeyh Nur
öğretilerini ilk kez Mogadişu'daki camilerde anlatmaya başlamıştı. Bu ekole göre zamanın dini kurumları Şeyh'i Vahhabilik ile itham ederek ona karşı gelmişlerdi. Ancak o direndi. 1960'ların sonu ve 70'lerin başında ciddi sayıda Somalili çalışmak ve eğitim almak üzere Körfez ülkelerine gitmişti ve bu insanlar geri döndüklerinde Şeyh Nur Ali Olow'un fikirlerini daha
güçlü bir şekilde toplumda savunmaya başladılar.
Bir yıldızın peşinden gitmişti başta, oysa şimdi vebalı bir bataklıkta bata çıka yürüyordu.
Orkide Prenses geçmişte yaşadığına inandığı bir aşkın masal görünümlü yansimasını duymuştu kalbinin derinliklerinde ve düş boyalarıyla boyanmış evinde dalıp gitmişti hem çok eski hem de ellenmemiş bir maviyi ayaklarının ucuna getirecek olan zamanın sedirlerine... Yazgının kirlenmiş taraftaki gözlerine baktı uzun uzun. Diline korkusuz sözcükler göndererek,
çirkin ve kötü yüzlü adalete ne bedenini ne de ruhunu teslim etmeyeceğini söyledi. Birdenbire kararmaya ve soğumaya başlamıştı gökyüzü. Karardı... Soğudu... Daha çok karardı... Daha çok soğudu. Göğün yırtmaçlarından düşen buzullar saplanıyordu verimli topraklara ve onu yakıp kavuruyordu beyaz yangınlarla. Şeytan urganlarıyla asılmış yeryüzünün sevgiler
doğuran destansı âşıkları aşklarıyla beraber ölüm gelinliği giymiş kanyonlara çekiliyordu sırayla... Ay ve güneş aşkları kadar derin ve sonsuzluğa yelken açmış sevgiler sunağındaki o muhteşem buluşmanın etkisiyle çoğalan sevişmelerin mavi okyanusunda yaşayan yeni sevgililer, hüzünlü bir ayrılığa doğru kayıp gidiyordu olup bitenlere anlam veremeden. Ay ve
güneş... Güneş ve ay... Aygüneși... Güneşayı... Çok eski bir hikâyenin geri dönen zamanları gibi duruyordu tüm çıplaklığıyla bu masum dünya masalının acıyan toprağında.
Amerikalı yarumcular genellikle kolektif çiftliklerden Stalin'in zorlaması olarak söz ederler. Hatta, kolektif çiftliklere girsinler diye milyonlarca köylüyü bile bile açlıktan öldürdüğünü bile iddia ederler. Bunlar gerçek değil. O yıllarda kırsal kesimleri gezdim ve olup bitenleri biliyorum. Stalin hiç kuşkusuz bu değişikliği isteklendiriyor ve yönetiyordu. Ne
ki, kolektifleştirme işi, Stalin'in düşündüğünden öylesine hızlı gitmişti ki, çiftlikler için yeterli ne hazır makine, ne sayman ne de yönetici bulunabiliyordu. Kulakların teşviki ile hayvan sürülerinin kesilip yok edilmeleri korkusu ve yetersizlik, iki kurak yıl ile birleşince, Stalin'in sözde baskılarından iki yıl sonra 1932'de ciddi bir yiyecek sıkıntısını
getirdi. Moskova, ulus ölçüsünde ciddi bir vesika usulü ile ülkeyi bu badireden çıkardı.