Fakat devletli sermaye sisteminde kontrolsüz bir nüfus artışı, topluma hiçbir faydası olmayan bir ekonomi anlayışı vardır. Azami kar hırsıyla doğanın tüm kaynakları, toprak, ormanlar, hayvanlar ve su kaynakları sınırsızca tecavüze uğramakta ve talan edilmektedir. Ekolojik uyum bu şekliyle alt üst olmaktadır.
Ne var ki biz, sermaye birikiminin önündeki esas tehlikenin ekonomi dışından kaynaklanan beklenmedik olaylardan geldiğini düşünmüyoruz.
Bize göre, sermaye birikiminin ta kendisi, doğal bir şekilde ve hiç şaşmadan, karlılığa ve sermayenin büyümesine uzun erimli ve kolayca başa çıkılamaz engeller getirir. Bunun çeşitli olası yolları vardır. Firmalar işçilerin
yerine makineleri koydukça, üretim gitgide daha fazla ''sermaye yoğun'' hale gelir. Otomasyonun amacı olabildiğince az emekle olabildiğince fazla üretimi mümkün kılmaktır.
Şirketin biri, insan emeğinin yerine makineyi koymanın bir yolunu bularak herhangi bir malın üretim maliyetini azaltırsa, aynı malı üreten öbür şirketler de aynısını yapmak zorundadır, aksi
takdirde piyasada kalamazlar. Ondokuzuncu yüzyıldaki gibi serbest rekabetle karakterize olan bir ekonomide benzer mallar üretip benzer hizmetler sağlayan şirketler ürünlerini olabildiğince fazla kişiye satabilmek için birbiriyle yarışır. Daha
fazla satmak için yapılan bu rekabet fiyatları aşağı çeker. Bunun anlamı, zamanla her birim makine için sömürülecek emek
miktarının azalması ve aynı zamanda fiyatların düşmesidir. Bunun ardından yatırılmış sermaye başına düşen kar oranının da azalması gelir.
Karların düşmesi de sermaye birikimini azaltacaktır, çünkü işverenler kar düşükken belli bir üründen daha fazla üretmek için yatırım yapmaya pek istekli olmayacaktır. Ürünlerin satılmasının zorlaştığı bir
durgunluk sırasında bazı firmalar batacak, bu da fiilen sermayenin bir bölümünün imha olması ve ekonomi toparlandığında ayakta kalmış olan firmaların yeniden yüksek kar oranlarına kavuşmasıyla sonuçlanacaktır.
Bir başka ve bizim asıl vurgulamak istediğimiz olası yol, olgunlaşmış kapitalist ekonomilerdeki iki eğilimin etkileşiminin sonucudur: Üretimin görece az
sayıda şirketin hakimiyetine girme eğilimi ve mal ve hizmet üretiminde yatırım fırsatlarının yetersizleşmesi eğilimi. Birikimin önüne çıkan bu engelin ayrı bir bölüm altında incelenmeye değecek önemde olduğunu düşünüyoruz.
Orta Çağ Avrupa'sında ekonomi ve güç, kilise ile soyluların egemenliğinde iken yavaş yavaş buna karşı ihtiyaç dışında imalat yapan, kâr amaçlı üretim ile ticaret yoluyla sermaye biriktiren ve artık değer üreten bir sınıf ortaya çıkmıştır. Bu zenginleşme ve birikim, o sınıfa tedricen bir özgürlük ve itibar kazandırmıştır. Müteakiben merkantilizmden
kapitalizme, fabrikasyon üretime geçiş sürecine bu kâr payı giderek yükselmiştir. Temelde Rönesans ve Reform hareketini finanse eden, Avrupa'yı bugünkü durumuna getiren hareketlerin arkasında millî burjuvazinin sermeye desteği ve bunların millî kültüre olan katkıları vardır.
Eğer Türkler taassubun etkisi altında kalıp ekonomi ve sanayi alanındaki yeniliklere sırt çevirmemiş olsalardı, eğer dini tevekkülleri kendilerini uyuşukluk ve tenbelliğe sevketmemiş bulunsa idi,
bugün Dünyada hiçbir şehir, hiçbir liman İstanbul şehri ve limanı kadar geniş bir ticaretin antreposu görevini göremezdi.
Son "hamle"
Boris N. Yeltsin'in Miras ve Vasiyeti
Sovyet sisteminin çöküşü ve yeni Rus anayasasıGorbaçov’dan farklı olarak Yeltsin şimdiye kadar süregelen Sovyet sistemini14 yalnızca canlandırmak değil, aynı zamanda onu aşmak istiyordu. Gorbaçov’dan farklı olarak yalnızca “demokratikleşmiş” seçimler değil, özgür, gizli ve eşit
seçimler ve bunun yanında çok partili bir sistem istiyordu. Gorbaçov’dan farklı olarak yalnızca pazar ekonomisi sistemine yakınlaşmak değil, serbest mülkiyet ve buna dayalı bir pazar ekonomisi istiyordu. Ve bu hedeflerini gerçekleştirdi.Sovyet tipi15 tek partili sistemdeki Komünist Partisi’nin tekel konumu açısından, 1978 anayasasının 6. maddesindeki16 bu anayasal
durumun 1990 yılında başarıyla kaldırılması ve 1993 tarihli yeni anayasanın 13. maddesi 3. paragrafıyla birlikte çok partili sistemin anayasal olarak tanınması, özel bir önem taşıyordu.Yeltsin kararlılıkla Komünist Partisi üyelerini kilit görevlerden uzaklaştırdı ve sonunda da partiyi yasaklayıp mal varlığına el koymaktan çekinmedi. Ardından Rus Anayasa
Mahkemesi, Yeltsin’in, sadece parti yönetiminin feshi kararını ve parti mal varlığının bir kısmına el konulmasını onayladı. Buna karşılık olarak da temel organizasyonlarla ilgili yasak kaldırılıyordu. Fakat sonunda, tekrar yapılandırılmış olan Komünist Partisi, Rusya Federasyonu anayasasının yasallık tanıdığı birçok partiden biri oldu.18Fakat Yeltsin,
Komünist Partisi’ni güçten düşürme önlemlerini alırken hiçbir zaman kendini sınırlandırmadı. Eş zamanlı olarak serbest seçim kurumunu yerleştirdi. Bu kurumun tepesinde de kendisi bulunuyordu: Yeltsin 1993 yılında, sözde parlamenter kurumlan feshetmeyi gerekli görse de, ilk iş olarak bütün düzeylerde19 yeni seçimlerin yapılacağını duyurdu ve yeni anayasa
hakkında seçmenlerin oy kullanmala- nm sağladı.20 Bazı tahminlere ve kuşkulara karşın, 1999 yılındaki Parlamento (Duma) seçimlerinde ve 2000 yılındaki başkanlık seçimlerinde ısrar etti. Sonunda bu yolla, halka dayanan, insan haklarını garanti eden, hukuk devletini, özel mülkiyeti, serbest, gizli, eşit ve doğrudan seçimleri tanıyıp, bunların kurallarının bağımsız
olarak uygulanmasını sağlayacak bir anayasayı onaylatma başarısına ulaştı. Buna paralel olarak ve anayasa esasları gereğince, Rusya’da, özellikle ekonomi alanında kabul edilen yeni kanunlarla birlikte kıta Avrupa’sı hukuk çerçevesinin bir parçası olan, yeni, bağımsız bir hukuk düzeni oluştu.22 Eğer bu gelişimi eleştirenler, daha her şeyin ortaya
çıkmadığını23 veya başkanın Rus anayasasındaki güçlü konumunun Parlamento (Duma) ve hükümet lehine zayıflatılması gerektiğini24 söylüyorlarsa, o zaman onlar, yeni anayasa ve hukuk düzenini gerçekleştirme sorunlarını bunlann kendisiyle karıştırıyorlar ve genelde anayasanın istikrar sağlayan rolünü, özelde başkanın fonksiyonuymuş gibi algılayarak hata
yapıyorlar. Oysaki Rusya’daki sistem değişikliğinin on yıllık döneminde, yalın/, ca hukuk sistemindeki değişikliğin dönüşüm süreci için en önemli koşulu teşkil etmediği, aksine “hakkaniyet laktö rü”nün de, Rusya’da ulaşılan politik durumdan artık geriye dönüşün mümkün olmamasının en önemli şartını oluşturduğu anlaşılmıştır.25 Bu, anayasanın
bütünü için ve özellikle serbest seçimlerin ve başkanın anayasal kurumlar haline getirilmesi için geçerlidir. Bunu her şeyden önce 1999 parlamento seçimleri ve 2000 başkanlık seçimleri göstermiştir
Değer yasası, üretimin genel yasası olarak kabul edilmelidir. Marksist olup bu kabulü reddedenler, kendilerine artık başka bir sıfat bulmalıdır. Üretimin iç bağıntısı, toplumun emek zamanının değişik üretim dallarına belirli ve zorunlu bir dağılımı olarak açımlanmaktadır. Bir yanlış anlaşılmaya meydan vermemek için, belirli bir tür ihtiyacın tamamen keyfi
nedenlerle iki katına çıkması durumuna bakacağız. Böyle bir durumda, bu ürünlerin üretilmesi için gerekli emek zamanı da iki katına çıkacak ve emek zamanının üretim kolları arasındaki dağılımı değişecektir. Buradan yola çıkarak, emek zamanının üretim kolları arasındaki dağılımının, taleple değişeceği sonucuna varılabilir. Böylece değer bağıntısının
da biraz keyfi olduğu düşünülebilir. Gerçekten de ihtiyaçlar büyük oranda keyfidir. Halbuki, yasa kavramı keyfiyetle bağdaşmaz. Açıklama basittir. Üretimin iç bağıntısı, ihtiyaçların verili olduğu koşullardaki zorunluluğu anlatmaktadır. Zaten her durumda bir yasallığı ayrıştırmak için çok sayıdaki parametre sabit kabul edilmek durumundadır. İhtiyaçlar keyfi
bile olsa, ihtiyaçların ne olduğu ortaya konduktan sonra, emek zamanının dağılımına bakıldığında geriye değer bağıntısı kalır. Zaten ürün başına gerekli emeğin değişmemiş olması, değer bağıntısının korunduğunun göstergesidir. Kısaca yasa kavramına ilişkin bir bilinç bulanıklığına da değinmeliyiz. Bilim hem toplum için hem doğa için yasallıkları
ortaya çıkarmaya çalışır. Bu sayede nesnesini bütünsel olarak anlama imkânı edinir. Yasa insanın öznel iradesinden bağımsız durumları anlatır. İnsan, bunların bilgisine erişebilir. Ama etkileyemez. Eğer etkileyebiliyorsa bahsi geçen şey yasa değildir. Değer yasasıyla ilgili ifadelerden anlaşıldığı kadarıyla değer yasası, yasa olarak görülmemektedir. Yasanın
etkinliğini artırmak, kırıntılarına varıncaya kadar yok etmek, bir devrim yoluyla geçersiz kılmak, yasanın bir teknik olarak kullanılması, yasanın lanetlenmesi, yasanın planlamanın kontrolüne girmesi, hep insan iradesine bağımlı bir şeyden bahsedildiğini göstermektedir. Bütün bunlar ya yasa kavramının yerli yerine oturtulamaması ya da değer yasası diye bir şeyin
gerçekte var olmadığının gizlenmiş itiraflarıdır. Halbuki, insan yasaları kendi iradesini bunlara uydurmak için arar. Tam burada sözü Stalin’e vermekte yarar var: “Marksizm, -ister doğa yasaları, ister ekonomi politik yasaları olsunlar- bilim yasalarını, insan iradesinden bağımsız olarak etkilerini sürdüren, nesnel süreçlerin yansımaları olarak anlar. Bu yasaları
keşfetmek, tanımak, incelemek, onları eylemlerimizde hesaba katmak, toplumun yararına işletmek mümkündür, ancak bunları değiştirmek ya da yok etmek mümkün değildir. Hele yeni bilimsel yasalar oluşturmak ya da yaratmak tamamen olanaksızdır.”
Elbette Stalin sadece değer yasasına ilişkin olarak böyle konuşmuyor. O ekonomi-politiğin yasalarının nesnel niteliğini,
bunların insan iradesinden bağımsız oluşunu birilerine anlatmaya çalışıyor. Zira karşısında bu bakımdan aşırı uçlarda yer alan sayısız kadro bulunuyor. Günümüzde, yani Stalin’in artık pek önemli olmadığı koşullarda, karşı sözlerin daha baskın olmasında şaşırtıcı bir yan bulunmuyor. Ancak Marx, Engels, Lenin tarafından söylenmiş sözler var. Marksizm
kulvarı içerisinde yer alanlar bahsi geçen yasalar söz konusu olduğunda cepheden karşı durmuyorlar. Yine aynı otoriteler tarafından savunulmuş fikirlere yaslanarak yanılgılarını sürdürmeyi başarıyorlar . Elbette tüm Marksistler tamamen aynı görüş açısı içerisinde yer almıyorlar. Ama onların aralarındaki farklar burada bizi pek ilgilendirmiyor. Biz ortak
yanılsamalarla ilgileniyoruz.
Emin El Hafız, 1921 yılında Suriye'nin ekonomi başkenti Halep'te dünyaya gelmişti. Fransız mandasının bitiminden sonra 1946 yılında polis eğitim merkezine gönderilmiş, 1948 yılında İsrail'e karşı Golan tepelerinde savaşmıştı. 1958 yılında Birleşik Arap Cumhuriyeti'nin kurulmasını desteklemişti. Ancak Nasır Baas partisini feshetti, Suriye'nin kritik kurumlarını ve
orduyu ele geçirdi. Kurulan Birleşik Arap Cumhuriyeti, El Hafız'ı hayal kırıklığına uğratmıştı.
Merhum Erbakan Hoca’nın Başbakan olduğu 54. REFAH-YOL Hükümeti döneminde Siyonistler Amerika Dış İşleri Bakanlığında bir araya gelirler. Tarih: 25/01/1997
Türkiye’de ekonomi düzeliyor. Ekonomisi düzelen Türkiye bize itaat etmez. Erbakan, Orta Doğu ve Uzak Doğu’ya iki seyahat yaptı. Oradaki ticaret hacmini genişletti ve bizim pazarlarımızı elimizden aldı,
buna izin veremeyiz. Bir de D-8’leri kuruyorlar. D-8’lerin aktif olarak hayata gelmesi, bizim iki cihan savaşında milyonlarca insanın canı pahasına kurduğumuz ekonomi düzeninin çökmesi demek olur. Buna tahammül edemeyiz.
Bu sıkıntıdan kurtulmak için:
1-Refah Partisi’ni kapatalım.
2-Kapatmak yetmez bölelim.
3-Bölmek yetmez kaynaklarını kurutalım.
Diye üç karar alırlar ve bir ay üç gün sonra o meşhur 28 Şubat krizi patlak verir.
Londra'da bir kışlaya tayin edilirse, haftada bir yahut iki saat ekonomi ya da modern tarih öğrenmek için bir öğretmen tutmayı düşünüyordu: "Bana belli bazı konuları gösterecek ve beni o konularda bir şeyler okumaya yönlendirecek biri lazım. Şimdiye dek alıştığım rastgele kitap okumaları, birbiriyle bağlantısız ve bir araya gelmeyen şeylerden oluşan bir keşmekeşten
başka bir sonuç vermedi."