"Savunduğum amacın hala peşindeyim ve devrim yenilgisinin peşine takılıp yitip giden Menşevikleri takip eden Petersburg işçileri beni mahcup ediyor... Her zaman aynı tarzda hareket ettim, ne zaman bir ayrılık çıksa, bu ayrılığı ortadan kaldırıcı ve devrim karşıtlarını yok edici bir savaştan yana oldum..."
Deleuze tarihin sonu olarak DEVRİMden bir
dönüşüm çizgisi olarak devrime, yani sonunda totalize olmuş, bölünmek yerine bağdaştırılmış bir toplumun radikal ve geri döndürülemez gelişi olarak anlaşılan devrim yerine direnişin olumlanmasına geçer
moleküler devrim bir program oluşturacak bir şey değildir. O tam da çeşitlilik, bir perspektifler çokluğu, tekilleşme süreçlerinin asgari itici güce ulaşmasının koşullarını yaratma yönünde gelişen bir şeydir. Mesele bir mutabakat yaratmak değildir; tam tersine, ne kadar az mutabık olursak, moleküler devrimin bu şubesinin farklı dallarında o kadar geniş bir canlılık
alanı yaratırız ve bu alanı da o kadar çok pekiştiririz. Bu, politik ya da sendikal hareketlerden bildiğimiz örgütlenmeye ilişkin ağaç yapılı, merkezli mantıktan tamamen farklı bir mantıktır”
Deleuze’ün militan praksisinin, (irade dışı olmakla birlikte) ilk pozitif ilkesidir: “devrim gibi bir gelecek olmadan devrimci-oluş”, “bir çatallanma, yasadan uzaklaşma, yeni bir olanak alanı açan istikrarsız bir durum” - “çelişilebilecek, bastırılabilecek, ıslah edilebilecek, ihanete uğrayabilecek ama daima aşılamaz bir şeye yol açacak” bir durum (Deleuze 1995:
“G comme Gauche”;8 Deleuze 2003: 216). Bu, hem bireylerin içinde hem de toplumun dışsallığında meydana gelen, bedenle, zamanla, cinsellikle, kültürle, işle yeni ilişkiler yaratan bir yaşam meselesidir; “kendi başlarına devrimci olsalar da “ne devrim için bekleyen ne de onun bir ön biçimini oluşturan değişimler: Bu değişimler kendi içinde, poetik hayata özgü bir
direniş gücüne sahiptirler” (Deleuze 2002: 200-1) (yani, arzuyu yerinden ederek ya da yaşamı yeniden düzenleyerek, eskiden onları yönlendirmekte olan bilgi ve iktidar dispositiflerini kullanılmaz hale getirirler).
Konunun tarihi arka planında aslında Osmanlı Devleti ile Çarlık Rusya'sının 20. yüzyılın başmda yaşadıklan devrim ve savaş süreçleri vardır. Fakat bu kitapta, Osmanlı Devletinde 20. yüzyıl başında vuku bulan siyasi gelişmeler ve bizzat Enver Paşa'nın Osmanlı Devletindeki yeri ve önemi inceleme konusu yapılmamaktadır. Kitapta esas itiban ile Türkistan'da
ayaklanma ve devrim süreci ve Enver Paşa'nın Türkiye'den aynidıktan sonra, Doğu Buhara' da, önderliğini üsttenerek giriştiği silahlı mücadele konusundaki bilgi ve görüşler incelenmiştir. Enver Paşa'nın Buhara'ya gelmeden önceki hayah ile ilgili aynnhlara girilmemiştir. Bununla beraber İkinci bölümde Enver Paşa'nın kişiliğine ve Osmanlı Devletinin 20. yüzyıl
başında yaşadığı değişim ve reform sürecindeki rolüne de kısaca değinilmektedir. Üçüncü bölümde ise Enver Paşa'nın düşünce ve davranışı incelenmekte ve bu çerçevede Cemal Paşa ile görüş farkına da değinilmektedir. Kitabın birinci bölümünde, Türkistan'daki ortamın belirlenmesi bakımından 1917 yılının yaratmış olduğu devrim sürecinin bölgedeki
etkileri ve bunlann sonuçlanna ilişkin bilgiler değerlendirilmektedir. Bu bilgiler ışığında siyasi iktidar mücadelesinin gelişimi incelenmektedir. Hokand'da ilan edilen Özerk Hükümetin Taşkent Sovyet Yönetimi tarafından nasıl ortadan kaldırılmış olduğu da bu çerçevede ele alınmaktadır. Bu kapsamda Fergana Bölgesinde Basmacılık hareketinin gelişimi, Bolşevik
yönetimin bölgedeki faaliyeti ve bölgedeki komünist örgütlenme üzerinde de durulmaktadır.
"Türkiye Cumhuriyeti bir evrimle değil,bir devrim ile vücuda gelmiştir."
"Biz devrim yaptık, kan verdik, can verdik, mal verdik yine de vereceğiz.
Ancak aradan 8 yıl geçmesine rağmen ümmetin vahdetine Muvaffak olamadık. Bunun da sebebi şii oluşumuzdur.
Oysa Siz ehli sünnetsiniz.
Sizler daha az bir gayretle ümmetin vahdetine muvaffak olabilirsiniz."
28 Temmuz 1987/Mekke / Hüccetül Islam
İslam insanlardan aklen kabul görmedikçe, kalp onu tasdik etmedikçe, bu kabul ve tasdik kişide düşünceyi oluşturmadıkça, İslam'ı insanların ayağına da götürseniz, başından aşağıda dökseniz, hiçbir fayda vermez.
Yani İslam ihraç edilmez!
İslam ekonomik bir araç değildir!
İslam kabul edilir ve yaşanır.
"Bize 'Devrim ihraç ediyor'
diyorlar.
Oysa Biz devrim ihraç etmiyoruz. Bahçenizde çiçekler açtığında onun kokusunu bahçe duvarları içerisinde tutamazsınız.
O güzel kokudan gelip - geçenler de Konu komşu da nasibini alır."
Ayetullah Hamanei
Kendisini devrimci diye ilan eden herkesten nasıl da tiksiniyorum.Paranız olduğu, haliniz vaktiniz yerinde olduğu sürece kapitalizm gibisi var mıdır? Ne zaman ki kafası çalışan bir insan parasız kalırsa kapitalizmden nefret etmeye, onu sorgulamaya başlar. Sonra hayaller kurmaya yönelir. Sonra sarhoşçasına kollarını bir ideolojinin kollarına bırakır. Bunun ismi bazen
sosyalizm olur, bazen de anarşizm. Madem konumuz devrimci hareket, önce Karl Marx'tan başlayalım. Bildiğim kadarıyla Karl Marx dünya üzerinde bu konuda kafa patlatmış bir adamdır. Fakat bana kalırsa düşünceyi sona kadar düşünüp kendini tamamlayamamış bir insan. Eğer saksıyı yeterince sallamış olsaydı, insan ruhunun derinliklerine inebilir, insanın ne denli karanlık
yönleri olduğunu keşfederek komünal bir rüyadan ve işçi diktatöryası gibi bir kabustan çabucak uyanabilirdi. Bir taraftan dinlerin diplerini dinamitlerken, diğer tarafta gözden kaçırdığı şey, tıpkı İsa gibi, kendisinin de inançları olmasıydı. İsa'dan farkı şuydu; İsa yaymaya çalıştığı fikirlere kendisi de inanıyordu.Kendisini vaaz ettiği fikirlere
koşullandırarak inandırmıştı. Egonun zaaflarından, İsa'da zerre kadar eser yoktu. Fakat Karl Marx olaya ampirik yaklaşıyor, ortaya attığı fikirlerin geçerliliğini sınamak istiyordu. Kendini fikirlerine o derece kaptırmıştı ki kendi egosunun kölesi olmuştu. Diğer taraftan sözüm ona özgürlüğü savunuyordu. Kendisinin dahi inanmadığı deneyleyerek görmek istediği
tezini, insanları inandırarak ispat etmeye çalışıyordu. Devrim mücadelesinin hem pratikte hem teoride en azimlilerinden olan, özgürlüğün sağlam rahiplerinden Bakunin'i enternasyonelden ihraç ettirmesi, Karl Marx'ın egosunun ne denli yükseldiğinin en bariz ispatlarındandır. Arzuladığı dünya hayaline hem teorik söylemleri hem pratik katkılarıyla en büyük desteği veren
bir insana dahi bu kadar tahammülsüz davranışı kanıtların en geçerlisi olsa gerek. Hoş Karl Marx'ın hırsları vardı da, Bakunin'in yok muydu?....