Çünkü öyle anlar olur ki, insan, çok cüretli denebilecek şeylere bile kalkar, hiç akranı olmayanlara bile hücum eder;
Yaklaşık on yıl önce yazılmış İslamiyet Gerçeği isimli kitabından tanıdığım Aydın'la bugün şahsen tanıştığım Erdoğan Aydın arasındaki şu farklara işaret edebilirim: Kitaplarında bilim ve çağdaş insanlık değerleri söyleminin adeta mutlaklaştığı, dogmatik denebilecek katı pozitivist bir yaklaşım sergileyen Aydın'ın bugün daha açılımlı, daha az
köşeli, kendisini eleştirebilen, daha önce kesin olarak kabul ettiği bir takım düşüncelere kuşkuyla bakabilen, daha demokratik bir tavır sergilediği, ancak temel görüşlerinde belirgin bir değişiklik olmadığı izlenimi edindim. Bunu kendisi de şöyle ifade eder: "Bugün kitaplarıma baktığımda klasik pozitist bir yaklaşım içinde olduğumu görüyorum. Pozitivzmi reddeden
bir yerde değilim, bilimin yol göstericiliği konusunda çok ciddi inançlarımı sürdürüyorum. Ama bu kadar çok bilim vurgusu Marksizmin olasılıkçı ufkunu da daraltabilecek niteliktedir." "Hele dine, inanca, düşünceye dair yorum yapan bir yazarın görüşlerini mutlaka daha olasılıkçı belirtmesi gerektiğini düşünüyorum. Aydın bugün "özgürlükçü laik seküler bir
düzenden yana" olduğunu ifade eder. O sahip olduğu dünya görüşü çerçevesinde gelişime ve değişime açık bir portre çizmektedir.
Erdoğan Aydın kitabında yoğun olarak bulunan duygusal, köşeli, aşırı ve hakaretamiz sayılabilecek ifadelerinden de bugün rahatsızdır. Bu üslubunu o dönemdeki "henüz kendini ifade etme konusundaki olgunlaşmamışlığına " ve bazı
müslüman yazarların ifadelerine karşı tepkiselliğine bağlar. O bu değişmi doğrultusunda ve kendisiyle diyaloğumuz bağlamında, yeni baskısında kitaplarını büyük bir ciddiyetle yeniden gözden geçirmeyi düşündüğünü de ifade etmektedir.
Nesne koleksiyonu yapmak Antik Yunanistan'da başlamıştır.Kabaca ilham perileri denebilecek "Müz'lerin Evi" anlamına gelen Mouseion,sanat ve bilim dallarının kişileştirilmiş halleri olan bu dokuz tanrıça onuruna yapılmış nesneleri içinde barındıran bir binaydı,müze adı da bu dini ibadetten gelir.
80’li yıllara gelindiğinde ise “tıp etiği” teriminin son derece yaygın biçimde kullanıldığını görmekteyiz. 80’li yıllardan itibaren Yaman Örs tarafından neredeyse ardı ardına denebilecek bir hızla yayımlanan “tıp etiği” başlıklı makalelerin bu alanda kavramsal bir öncü görevini görüp, sonrasında da fazla sorgulanmaksızın “tıp etiği” teriminin
kullanılageldiğini söylemek mümkün görünmektedi.
Öğrenmenin zamana yayıldığında daha iyi olması olgusudur. Sıkıştırılmış sunun yerine aralıklı sunumun tercih edilmesidir. Pratik olarak bu etki ''tıkanma'' denebilecek (yoğun ve son dakika) sınav gecesi çalışmasının uzun bir zaman çerçevesinde aralıklı çalışmak kadar kadar etkili olmayacağını öne sürer, öğreneni zorlar, ancak uzun süreçte daha iyi öğrenme
sağlar. Bu etki ilk olarak Hermann Ebbinghaus tarafından tanımlanmıştır. 1885'te ayrıntılı olarak Bellek: Deneysel Psikolojiye Bir Katkı kitabında incelenmiştir. Bu tespit bellek ile ilgili hatırlama , tanıma ve frekans tahmini gibi bir çok çalışmada konu edilmiştir. Araştırmacılar ara verme etkisine çok sayıda açıklama getirmiş ve hatırlamaya yardımcı olduğunu ifade
etmişlerdir.
İradenin eğitimi ve talimi vasıtasıyla bazı halklar mucize denebilecek kadar büyük başarılar elde etmektedirler.
"İçinde bulunduğum işlerde ya olumsuz çalış-
tığım söylenir veya hiçbir şey söylemek kabil değilse, hiç bahsolunmaz. Onlar tamamiyle
unutturulmak istenir... Suç denebilecek yerme konuları hiç ilgim olmadığı halde mutlaka
bana yüklenmek istenir. Ve senelerce uğraşırlar... Başlangıçta çok rahatsız ediyordu. Sonra
alıştım. Alıştım ve
cemiyetimize mahsus bir hastalık sayarak mukavemetimi daima biledim
ve besledim."
1980'li yıllarda eski kuşak toplumcu şairler imgeyi Marksist estetik anlayışın bünyesine dahil etmeye çalışırken, genç kuşak da İkinci Yeniye sahip çıkarak kendi şiirlerini kurmak için imge adına kavga vermeye başlar. 1980'lerde 12 Eylül askeri darbesinin gölgesinde, bir yanıyla tipik denebilecek bir kuşak savaşı verilmeye başlanmıştır. Yeni kuşak, tipik biçimde
kendilerinden önce etkin olan 1970'lerin "sosyalist şairler" kuşağına karşı mücadele etmeye hazırlanır. Ama yalnızca önceki kuşağa değil, İkinci Yeni'yi arkasına alarak Türkiye'deki sosyalist gerçekçi anlayışa karşı çıkmaktadır. Tıpkı 1965'ten sonra genç "devrimci şair"in Nazım Hikmet'i model alarak İkinci Yeni tarzı modernist şiire karşı çıkması gibi,
1980'den sonra estetik özerklik ile (sosyalist) gerçekçilik bir kez daha mücadeleye girişir. 1965'te süreç sosyalist gerçekçiler lehine işlese de, bu sefer rüzgar aksi yönde esmeye başlar.
Ancak, gelecek her neslin kendi ruhsal temizliğinden sorumlu olması gerektiği gibi; dâhi denebilecek bir adam ise emsallerine karşı sorumlu olmalıdır, bir avuç dolusu eğitimsiz, disiplinsiz, ahmağa karşı değil.