TANIK
Asude Zeren’in ailesinin evinin önüne epey toz kaldırarak yanaşıp park ettiğimde saat öğleyi bulmuş olmalıydı. Radyoda yine yaklaşan bir fırtınadan bahsediliyordu ama havada en ufak bir belirti yoktu. Aslında biraz sepelese fena olmayacaktı. Arabaların ve insanların üstüne yapışan toz belki azıcık yatışmış olurdu. Biraz serinlik konukları
sevindirirdi.
Erken gelmiştim, akşama kadar en iyi arkadaşıma biraz yardım ederim diye umuyordum. Aslında parti başladığında gitmiş olmayı daha çok isterdim ama bu mümkün değildi tabii. Asude Zeren’in (iki ismini birlikte kullanırdı) ve müstakbel nişanlısı Onur’un aşklarının bir numaralı tanığı olarak gece boyu ortalıkta olmak gibi bir görevim vardı.
Boş arsalarla çevrili evin etrafında sayısız çelenk vardı. Şehrin bütün ileri gelenleri, şehrin kalburüstü tüm çiçek evlerini boşaltmış gibi duruyordu. Bahçedeyse daha çok çiçekle karşılanıyordunuz. Köşedeki yaşlı salkım söğüt bile neredeyse bütün dalları led aydınlatmalarla sarmalanmış olarak, kuyumcu vitrini gibi parlamak için geceyi bekliyordu. Ortaya
konan altı yuvarlak, ahşap beyaz masa az sayıda hatırlı konuğu ağırlayacaktı. Masaların her biri harikulade bir el işçiliğine sahipti. Etraflarına aynı zariflikte onar beyaz sandalye dizilmişti. Sofra düzeni henüz tamamlanmamıştı, sadece erguvan renkli suplalar masaların üzerine konmuştu. Davetin ağırlığına yakışacak, klasik çalgılardan oluşan mini orkestraya
ayrılan yerin önünden yürüyüp verandaya çıktım. Burada da küçük bir bar kuruluyordu. İçeriye geçtim. Arkadaşım organizasyonla ilgili olduğunu düşündüğüm iki kişiyle konuşuyordu. Beni görünce gülümsedi. Çok sakin görünüyordu. Yüzyıllardır birlikte olan insanlara nişanlanmak heyecan vermiyordu demek ki. Yanıma gelip bana sarıldı. Beylere teşekkür etti,
birlikte üst kattaki odasına çıktık. Ben elbise kılıfımı ve makyaj malzemelerimin olduğu çantamı odasına bırakırken bana bahçe için sipariş ettiği solar aydınlatmaların geç geldiğini, onları şarj etmek için az zamanımızın olduğunu anlattı. Anladığım kadarıyla karanlık çöktüğünde yeteri kadar parlıyor olmayacaklardı. En ciddi sorun buysa çok şanslı
sayılırdık.
Bu evin en sevdiğim yeri salon büyüklüğündeki mutfağıydı. Bana kalsa nişanı orada yapardım. Birlikte mutfağa geçip yemek yedik. Asude Zeren’in iki teyzesi de yanımızdaydı. Ben felaket habercisi olmak istemediğim için fırtınadan bahsetmedim. Konuyu küçük teyzesi açtı. Bu kadar sıcak ve berrak bir yaz günü hiçbirimiz bahsedilen boyutta bir
fırtınayı hayal edemiyorduk. Üstelik yaz başından beri yapılan üçüncü fırtına uyarısıydı bu. İlk ikisi asılsız çıkmıştı. Sonuç olarak Asude Zeren ve ailesi bu nişanı bir kez daha ertelemeyeceklerdi.
Bahçeye çıktığımızda barın kurulma işi bitmişti. Bize içecek bir şeyler ikram etmek istediler, ikimiz de birer kokteyl aldık. Biz masaların arasında
dolanırken bahçe kapısından durmadan yeni çiçekler ve hediyeler teslim alınıyordu. Bir ara onları koyacak yer konusunda organizasyon şirketiyle Seher Hanım’ın tartıştıklarını duydum. Asude Zeren annesini yatıştırmak için onu alıp içeriye götürdü. Ben de sofra düzenine yardım etmek için bahçede kaldım.
Saat dörde doğru beni kuaför geldiği için
çağırdılar. Böylece bütün öğleden sonrayı Asude Zeren’in odasında şampanya içerek ve güzelleşerek, bir pijama partisi havasında geçirdik. Doğrusu arkadaşım kendisini şımartmak için bütün imkânlarını ustalıkla kullanıyordu. Ben de çocukluğumuzdan beri olduğu gibi şımarıklığının ortağı oluyordum.
Bu son derece profesyonel ve bir o kadar pahalı ekip
evdeki tüm kadınlarla işini bitirdiğinde bahçeden keman sesleri gelmeye başlamıştı bile. Ben de hemen en külkedisi halimle baloya katılmak için bahçeye çıktım. Görüntüm kadar kafam da güzel olduğu için artık hiçbir yere gitmek istemiyordum. Konukların yarıdan fazlası gelmiş gibiydi. Onur ve ailesi kapıya yakın bir yerde onları karşılıyor, birkaç samimi cümleden
oluşan kısa sohbetlerle masalarına gönderiyordu misafirleri. Havada, okşamasına hayır diyemediğimiz sakin bir rüzgâr ve birkaç bulut pufu vardı.
Asude Zeren’in Aliexpress’ten sipariş ettiği, güvercin şeklindeki solar aydınlatmalar masaların arasında çok zarif görünüyorlardı. Bu yarı parlak halleriyle bile hiç kimse onların zevkli birer tasarım ürünü
olmadıklarını söyleyemezdi. Orkestra Vivaldi’nin Spring’ini çalıyordu ve ben de yakında evlenecek olanın Asude Zeren mi yoksa köşedeki salkım söğüt mü olduğuna karar vermeye çalışıyordum.
Kısa süreliğine şampanyaya ara verip yerime oturdum çünkü yemek servisi başlamıştı. Arkadaşım ve nişanlısı masaları dolaşarak her masada onlar için ayrılmış
sandalyelere oturuyor ve konuklarla sohbet ediyorlardı. Eğer bir masada sandalyelerden biri alınmış ya da münasebetsiz bir konuk tarafından kapılmışsa Onur hemen Asude Zeren’i dizine oturtuyor, böylece ikisi tek sandalyeyi paylaşıp mutluluklarını sergilemiş oluyorlardı.
Ben, Asude Zeren organizasyon şirketinin önerdiğini beğenmediği için İstanbul’dan getirilen
şefin özel tarifi olan kuzu etini ve yanında garnitür olarak, aslında yöresel bir yemek olduğu halde düğün temasına uygun olduğu için sunulan keşkeği yerken Onur’un babası çocuklarıyla duyduğu gururu anlatan bir konuşma yaptı. Sonradan hatırlayamayacağım şeyler arasında bu konuşma da yer aldığı için detay veremiyorum ama bir ara oğlunun Yale mezunu olduğundan
bahsettiğini ve sertleşen rüzgâr yüzünden devrilen mikrofonu anımsıyorum. Köşedeki salkım söğüdün parıldayan dalları Çaykovski, Bach ve Wagner eşliğinde dans ediyordu. Konuklar ise eşlik etmeseler de içtikleri şampanyaların hakkını veren kahkahalar atıyorlardı. Savrulmaya başlayan saçlar, masalardan uçan peçeteler ve açık mikrofondan gelen uğultu sesleri
arasında birkaç solar güvercinin kanat çırparak havalandığını gördüm. Bastıran yağmurun boşalan kadehleri dolduruşu, eve doğru kaçışan gabardin, saten ve taftalar, hayret nidalarını bastıran gök gürültüsüyle eş zamanlı olarak ortalığın bir an aydınlanması, sonra tamamen karanlığa gömülmemiz... Fırtına öncesine dair tüm hatırlayabildiklerim bunlar.
Yağmur ne kadar sürdü, ne kadar bekledik bilmiyorum ama biraz ayılmaya başladığımda ortalık hâlâ karanlıktı ve konukların çoğuyla birlikte hâlâ bahçedeydim. Sanırım yakınlara bir yere, belki bir trafoya yıldırım düşmüştü ve su alan jeneratörden bahsediliyordu. Evin etrafındaki balçığa dönüşen toprak ve kapanmış olabilecek yol yüzünden kimse gitmeye
cesaret edemiyordu. Karanlıkta olabilirdik ama en azından karnımız toktu ve içkimiz vardı. İçeriden gelen biri, üst katın pencerelerinden, ileride bir evin ışığının göründüğünü söyledi. Seher Hanım’la birlikte girip baktılar. Anlaşılan Seher Hanım bu komşuları tanımıyordu ya da hâlâ yeterince ayılamamıştı. Yine de büyük çoğunluk oraya gitmek istedi.
Asude Zeren gideceği için ben de mecburen gidecektim.
Hava yeniden açılmıştı ama yerdeki çamur yüzünden topuklu ayakkabıyla yürümek imkânsızdı. O yüzden kadınların çoğu, bir ellerinde ayakkabıları diğer elleriyle eteklerini tutarak tek sıra halinde yürüyordu. Bu halimizle peşimize orkestrayı da takmış olsak bir Emir Kusturica filminden fırlamış kadar olurduk.
Işığı görünen ev tahmin edilenden daha uzakta çıkmıştı. Ama yürümeye devam ettik. Ara sıra yönümüzü şaşırıyor, evi gözden kaybediyorduk. Kısa bir süre sonra biri onu yeniden fark ediyor ve tekrar oraya doğru yürümeye başlıyorduk. Sanki ev biz yaklaştıkça yer değiştiriyordu. Bir süre sonra evden müzik sesleri de gelmeye başladı. Orada da bir kutlama
olmalıydı ve belli ki onların jeneratörleri sağlam kalabilmişti. Evi çevreleyen çelenkler de bu tezimi doğruluyordu. İyice yaklaştığımızda bahçeden gelen kahkahaları da duyar olduk. Konuşan bir erkekti, oğlunun Yale mezunu olduğunu söylüyordu. Rüzgârın mikrofonunu devirdiğini duyduk.
Olduğumuz yerde donakalmıştık. Kimse bir adım daha atmaya cesaret edemiyordu.
Gruptan da çıt çıkmıyordu. Fırtına tekrar başlamıştı ve bahçede, ışıldayan dalları hızla savrulan bir salkım söğüt görülüyordu. Tam da o anda, gökyüzünden bir el uzanmış gibi, bir yıldırım evi yakaladı ve çığlıklar eşliğinde korkunç bir gök gürültüsü kulaklarımızda patladı. İnsana sonsuz gibi gelen o kısacık anlar içinde ev öyle bir hızla
yanmaya başlamıştı ki, yangının bahçeye ağaçlara ve kapı önünde duran arabalara sıçraması sadece birkaç dakika sürmüştü. Ne kadar süre olduğumuz yerde durup izledik bilmiyorum ama dışarıya çıkan hiç kimseyi görmedik.
Kız isteme işini damadın babası veya ailenin bir büyüğü üstlenir. Oğlan tarafı "Biz eteğimizdeki taşı döktük, siz de münasip görürseniz; Allah'ın emri ve peygamberin kavliyle kızınızı oğlumuza istiyoruz" der. Bunun üzerine kız ailesi kızını verimkâr olurlarsa bile hemen 'Evet' cevabını vermez. Bir müddet düşünmek istediklerini söylerler. Buna köyde pabuç
eskitmek denir. Bir defa gelip kız isteyen oğlan tarafı yeterince pabuç eskitmemiştir. Genelde bir iki gelişten sonra kız verilir.
Aliş bana ailesi istemese de benimle evlenebileceğini bu hayatın kendisine ait olduğunu söylemişti. Ben ilk olarak ailesinin buna razı edilmesi gerektiğini söyledim. çünkü aksi takdirde bu iş dargınlık ile başlayacaktı ve benim Ermeni olduğum için istenmediğim ve dargın olduğum kişiler ile tekrar beraber olmam düşünülemediği gibi Aliş'in de annesine sırt çevirmesi
benim için kabul edilemezdi. her iki aile de razı edilecekti.
Hakikaten çok güzel bir düğün oldu Kanada'dan annem, kardeşim ve ailesi de gelmişti.
Aynı zamanda Almanya merkezden de gelenler oldu hatta Bay Fakerman da eşi ile bu törene katıldı.
Evet sonunda Selin'imiz yuvadan uçmuştu. O gece fazla kurmamak için içkinin dozunu bayağı kaçırdım ve düğün boyunca da inmedim yani sizin anlayacağınız iyice
dağıttım. Hüzünlü bir mutluluk yaşıyordum.
Irmiya' nın ailesi artık onu bulmuşlardı.Irmiya' nın sadece biraz namazları, biraz da sakalı uzamıştı.Bunların dışında irmiya yine küçük irmiya sayılırdı.
Zeydin ailesi haberi aldı. Zeydin kızı gözyaşları ile huzura vardı Peygamber ( sallallahu aleyhi vesellem ) de ağladı ağladı, sesi işitilene dek.. Onun hüzünlü olmasına hiç dayanamayan Sa'd b. Muaz önünde durup şöyle dedi:
Ya Rasûlullah nedir bu hal?
Allah Resulü, sevgi ve Vefa dolu bir cevabla cevapladı sorusunu:
- "Bu sevgilinin sevgiliyi arzulamasıdır..!
"
Talha(r.a) hiç kendisinden ayrı kalmiyacak şekilde peygamberle beraber olmuş... Canını ve malını Allah ve Rasulü uğruna feda etmişti.. O kadar ki O, her gün ticaretten 2 bin dinar kazandığı halde , ailesi ile beraber mütevazı bir fakir hayatı yaşardı..
İletişim insan için hep vazgeçilmez olmuştur, böyle olmaya da devam edecektir. İnsanın varlık alemiyle kuracağı iletişim, söz ile olabildiği gibi sözsüz de olabilir. Düşünebilme yetisinin yanında, insanın bir de duygu boyutu vardır. Kelimeler bazen yetersiz kalabilmekte, düşünceler daha çok sözlü iletişim vasıtasıyla aktarıldığı halde duyguların aktarımı
sözsüz iletişim yoluyla daha kolay gerçekleşebilmektedir. Sözcüklerin kullanılmadığı iletişim biçimi, jestler, mimikler, oturuş, duruş, sesin rengi ve müziği, beden dili, mekân ve zaman özellikleri, renk ve giyim-kuşam kodlarını içeren sözsüz iletişim, insanın her haliyle anlam yüklü olduğunun ispatıdır. İnsanlık ailesi için "en güzel örnek" elbette
Resulullah'tır. Bir Müslüman, onun (s.a.s.) dünya görüşünü ve hayat modelini örnek alır, onun gibi olmaya, onun gibi davranmaya çalışır. Hayatın her anını ve her alanını aydınlatan bir Peygamber örnekliği, iletişim tarzını da kapsayacaktır. Bu bağlamda elinizdeki kitap, Resulullah'ın sözsüz iletişim tarzını incelemektedir. Hz. Peygamber'in (s.a.s.) bir tebliğci,
bir mürşid, bir öğretmen olarak konuşmasına ek olarak duruşuyla, yürümesiyle, kıyafetiyle hatta susmasıyla muhatapları üzerinde kalıcı izler bıraktığını bu eserde göreceksiniz.
Muhakkak ki toplu köylerde aileler silinip, tüm olarak köy halkı kendini gösterirken, ucu bucağı belli olmayan dağınık Karadeniz köylerinde bir aile şahsiyet olarak karşımıza çıkıyor, tabiattan çekinmek diye bir endişe yok, dağ başında ailesi ile tek başına oturmak, komşulardan uzak olmak Karadeniz köylüsünü ürkütmüyor..