Çocuğun yanlışlarını, olumsuz davranışlarını biraz görmezden gelin. Saatlerce konuşup nasihatlar ederek, kızarak, cezalandırarak, olumsuz durumun altını çizmeyin “Eğer yanlış bir şey yaparsan, ancak o zaman sana vakit ayırırım, ancak o zaman seninle daha çok ilgilenebilirim” mesajı vermeyin.
Hataları görmezden gelin ama doğru, güzel davranışları asla
atlamayın. Olumlu davranışın bastıra bastıra altını çizin, onu övün, onunla gurur duyduğunuzu söyleyin. Böylece çocuğunuza “İyi ve güzel davrandığın zaman seninle daha çok ilgileniyorum” mesajı vereceksiniz. Çocuğunuz sizin ilginizi çekmek için yanlış davranışlarını kendi kendine düzeltip, iyi davranışlar sergilemek için daha büyük bir gayret gösterecek.
Önce sizin ilginizi çekebilmek için gösterdiği iyi davranışlar, zaman içinde alışkanlık haline gelecek. Ve çocuğunuz bir yetişkin olduğunda bu özellikler onun karakterini oluşturacaktır.
Biz yaşama genel olarak insan merkezli bir şekilde bakmaya eğilimliyiz. Evcil hayvanların aynı bizim gibi “sevdiklerini” veya “nefret ettiklerini” düşünürüz. Dahası, köpeğimiz bir nesneye bakarken algıladığı şeyin bizim algımızdan farklı olabileceğini düşünmeyiz. Elbette bir köpeğin algı sistemi insanlarınkinden çok farklı olmayabilir ancak tartışma
köpeklerden sineklere veya yarasalara uzandığında durum daha da ilginç bir hâl alır. Bilimsel çalışmalar sineklerin gözlerinin ve görsel algı alanlarının memelilerinkinden çok farklı olduğunu ortaya koymaktadır. Yarasaların ise, ses dalgalarını kullanarak hiç bir yere çarpmadan uçabilmeleri hep hayret uyandıran bir olgu olmuştur. İnsanların, köpeklerin, yarasaların
ve sineklerin çevrelerini bir şekilde “temsil edebildikleri” ve duyu organları aracılığıyla farklı şekillerde “bilgilendikleri” açıktır. Ancak bundan hareketle, nesnelerin her canlı türüne az çok aynı şekilde göründüğünü çıkaramayız. Bu durum, Alman felsefeci Immanual Kant’ın da fark ettiği gibi, bizi ilginç bir noktaya götürür. Eğer her canlı türü
belli sınırlar ve kapasiteler dâhilinde gerçekliği algılıyorsa, bizim dünyada algıladığımız şeylerin algısal sınırlarımızdan ve zihinsel süzgeçlerimizden geçmeden önceki hâllerini hiç bilemeyebiliriz. Belki nesneleri olduğu gibi algılayabilen bir varlık olabilir, ama insanların o türden kapasitelerinin olmadığı kesindir. Biz tersini düşünmeye alışık olsak da,
nesneleri bizim zihnimizin sınırları çerçevesinde görebilen ve duyabilen varlıklarız. Beş duyu sahibi olmamız az bir başarı değildir ama tahminen, o kadar da abartılmaması gerekir. Bu durum gündelik algılarımıza ve algılarken gördüklerimize daha farklı (yani felsefi) bir gözle bakmamıza neden olabilir. Daldaki bir serçeyi izlerken kendimize şöyle sorular sorabiliriz:
“Bu kuş, bana göründüğü hâliyle değil de, gerçekten nedir?”, “Eğer ben gerçekliği olduğu gibi görebilen sınırsız kapasitede bir varlık olsaydım, bir serçeye bakınca ne görecektim?”
Anlatıldığına göre, Selçuklu sultanı Melikşah bir gün Zinderud’un kenarında avlanıyordu. Bir süre dinlenmek için çayıra indi. Sultan Melikşah’ın maiyetinden özel muhafızı olan bir hizmetçi onun yanına geldi. Irmak kenarında otlayan bir inek gördü. Onu kesip etinden kebap yapmasını emretti. Bu inek, geçimini onun sütüyle sağlayan dört yetim anası yaşlı bir
kadına aitti. Kadın bu haberi alınca kendini kaybetti ve sultanın geçeceği köprünün üzerine gelerek onu bekledi. Aniden Sultan maiyetiyle birlikte oraya geldi. Kadın yerinden kalkıp atının dizgininden tuttu. Muhafız yaşlı kadına kamçısıyla vurarak onu uzaklaştırmaya yeltendi. Sultan, “Bırak, gelsin, zavallının derdini dinleyeyim, kimden şikâyetçi olduğunu
öğreneyim.” dedi ve yüzünü yaşlı kadına çevirdi. Yaşlı kadının sözü, “Mazlum derdini cesurca anlatsın” mısraında belirtildiği gibidir. Kadın şöyle konuştu: “Ey Alparslan’ın oğlu! Eğer şu Zinderud köprüsü üzerinde benim hakkımı vermezsen Allah’a and olsun ki sırat köprüsünde senden hakkımı alıncaya kadar yakanı bırakmam. Bu iki köprüden
hangisini tercih edeceğini sen düşün!”
Beyit: İnsaf et bana hakkımı ver bugün
Şimdi vermen alınmasından yeğdir
Sultan bu sözden etkilenerek atından indi ve şöyle dedi: “Anacığım, sakın ha, benim sırat köprüsü üzerinde hesap verecek gücüm yok. Sana kimin zulmettiğini söyle, ondan hakkını alayım.” Yaşlı kadın dedi ki:
“Padişahım, huzurunda bana kırbaç vurmaya kalkışan şu hizmetçi benim geçim kaynağımı kuruttu, benim ve yetimlerimin geçimini sağlayan ineği kesip kebap yaptı.” Melikşah, hizmetçinin cezalandırılmasını ve bir ineğe karşılık yetmiş inek verilmesini emretti. Sultan’ın emri yerine getirildi. Bir süre sonra sultan vefat etti. Yaşlı kadın hâlâ hayatta idi. Bir
gece yarısı Sultan’ın mezarı başına geldi ve kıbleye dönerek onun için dua etti: “Allah’ım! Toprakta yatan bu kulun, yere düştüğümde elimden tutup kaldırdı. Şimdi de
onun yardıma ihtiyacı var. Sen kereminle ona yardım et, Ben çaresiz bir haldeyken o, mahlük olarak âcizliğine rağmen bana ihsanda bulundu. Şimdi o çaresiz durumdadır. Sen kendi
yaratıcılık kudretinle ona lütufta bulun!” Sultanın hizmetçilerinden biri onu rüyasında gördü. Ona, “Allah sana nasıl muamele etti?” diye sordu. Sultan dedi ki: “Eğer o yaşlı kadının duası imdadıma yetişmeseydi cezadan kurtulamazdım.”
Beyit: Yolcuya dedi ki o yaşlı kadın
Duasıyla elimden tutmasaydı
Bana merhametiyle bakmasaydı
Gayet üzgün ve perişan olurdum
Adaletimden bana dua etti
Duası açtı rahmet kapısını
Alimler şöyle demiştir: “Her müslümana akidesini, ibadetlerini ve muamelelerini tashih edecek bilgileri öğrenmesi farzdır.” Bunları tashih etmenin yolu ise -fıkıhtan geçer. Hz. Peygamber’in sallallâhu aleyhi ve sellem ashâbı, bilmedikleri konulari birbirlerine sorarlardı. Nitekim Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmuştur: “Eğer bilmiyorsanız bilenlerden sorunuz.”
‘’ Bir gurup dindar kabarelerin,gece kulüplerinin ve fahişelerin toplandığı bütün gayrı meşru yerlerin kapatılması isteğiyle Cumhurbaşkanı Şükrü El-kuvvetli ile Meclis sözcüsü Nazım El-Kudsiye başvurdular. Fakat Suriye Cumhurbaşkanı bu isteklerini gayet uygun bir yanıtla çürüterek onları başından savdı “Eğer dünyada sizin için bir cennet yaratırsam her
şeye kadir Tanrı’ya ne kalır ki”.”
“Sessiz insanlar en gürültülü zihinlere sahiptir.” “I.Q. seviyesiyle övünen insanlar zavallıdır.” “Eğer sürekli sinirli ve bir şeylerden şikayetçiyseniz, insanların size ayıracak vakti olmaz.”
Yine Konstantin'in bir başka mektubunda, Donatistes'lerin inatçılığına üzüldüğünü şöyle ifade eder: “Eğer kötülüğün maskesini kaldıramazsam Allah'ın huzurunda ciddi şekilde suçlu olacağım. Hiçbir şey, benim kararlı sözüme ve imparatorluk görevime, hatayı yok etmek, yanlış görüşlerin kökünü kazımak, insanlığın saf bir dinle, samimi bir birlikle,
kendisine borçlu olunan bir tapınma ile Allah'a tapmaya götürmek kadar iyi bir cevap olamaz” Nihayet, son çare olarak Donatistes'lere karşı Arles konsilinin aldığı kararı tasdik etmiştir.
Böylesine kritik bir dönemde bu kitap; Kürt liderinin kaçırılış operasyonundaki sorulara cevap verme, Kürt-Yunan halklarının aralarındaki ilişkiyi etkileyen ve günümüze kadar kanayan bir yarayı aydınlatma amacıyla yazıldı.
Bu olayın olgularının anlaşılması için, ki Yunan halkının çoğunluğunun onur ve gururunun kurban edildiği, sadece trajedinin son
pratiklerinin olduğu anlar hariç (benim de olduğum anlardı) ek belgelere yer vermeye karar verdim. Umut ediyorum ki, bu okuyucunun konuyu daha iyi anlama ve kavramasına yardımcı olacaktır.Bu nedenle kitabın birinci bölümü, Kürtlerin tarihlerinin kısa bir özetini, Kürt Ulusu’nun Bağımsızlık Mücadelesi’nin tarihini, PKK’nin kuruluşu ve lideri Abdullah Öcalan’ın
kişiliğini de kapsıyor.
Daha sonra, Yunan-Kürt İlişkileri’nin tarihsel süreci ve benim bu ilişkiler sürecine katılışım; ana olayın boyutları, yani Apo’nun Suriye’den çıkışı ve yolculuğunun sonu olan İmralı Cezaevi’ne kadar olan süreç anlatılıyor.
Kitabın ağırlıklı olan bölümü, Kenya süreci ve orada gerçekleşen trajedinin
sert sahnelerini kapsıyor. Bunu, elçilik binasında “özgür ve kuşatılmış” olarak yaşadığımız günler, Nairobi’de bir kulenin 13. katı, kuşatmadan kurtulma ve Yunanistan’a dönüşümüz izliyor.Devamında, Yunanistan’a geri döndükten sonra, trajedinin sorumluları ile karşılaştığım dönemin sorunlarını raporumda detaylı belirlemiştim. Sorumluluklarını
gizlemek için, kamuoyuna bilinçli ve örgütlü yalan bilgilerin verilmesi, saygın insanların vicdanlarını lekeleme, çamur atma ve eski dönemleri hatırlatan birçok uygulama.Son bölümde, günümüzde gelişen durumlar işleniyor. Kürt sorunu önemli bir olgu olarak görünmekte ve bölgedeki genel dengeleri de etkiliyor, ki, bu Yunanistan’ı yakından ilgilendiriyor. Her zaman
güncel olarak tartıştığım ve 1990’larda da konuyla ilgili devamlı vurguladığım gibi, “Eğer Yunanistan Kürtler konusunda bir politika oluşturmazsa, sonuç verici bir dış politikası olmayacaktır”.
Savaş KALENDERİDİS
“Lezzetler zehirli bala benzer, lezzetin elemi de vardır. Ölüm ahbaba kavuşmaktır, bak sevdiklerin öbür taraftadır? diyor. Üstad'ın en fazla etkilendiği zatlar ise birer süfi olan Abdulkadir Geylani ve İmam Rabbani'dir. Bir yerde Abdulkadir Geylani'nin eserlerini okuduğunu söyleyen Üstad onun için; “Kutsi mürşidim ve üstadım” ifadesini kullanmıştır. Başka bir yerde;
“Eğer İmam-ı Rabbani hayattadır diye bir haber almış olsam, işimi gücümü bırakıp hemen Hindistan'a giderdim? demiştir. Onun süfi zatlarla münasebetinin olduğuna dair de bazı bilgiler vardır. Mesela Bitlis'teki Kübrevi Hazretlerinden kısa bir süre ders almıştır. Sonraki zamanlarda Bünyamin Ayâşi Hazretlerinin yanında da altı gün kadar kalmıştır.
Ayaş'ın eski Belediye Başkanı'nda bunun belgeleri var; kendisi Bediüzzaman'”la ilgili araştırma yapan birisi. Üstad bir yerde Mevlana Celaleddin Rumi'ye olan sevgisinden bahsetmiş ve şöyle demiştir: “O bir farisi mesnevi yazdı ben de Arabi bir mesnevi yazdım. Bu mesnevinin girişinde de ona olan sevgisini muhabbetini ifade etmiştir. Başka dört beş yerde daha Mevlana'dan
bahis vardır. Sufilerin türbelerini de ziyaret eden Üstad bir gün Konya'ya gittiklerinde Hazreti Mevlana'nın huzuruna gittiğinde en dış kapıda ayakkabılarını çıkarmış ve avluya böyle girmiştir. Bu örnek ona olan derin saygısını göstermektedir. ÜStad, Ankara'ya geldiğinde de genelde Hacı Bayram Veli civarında kalmıştır.”