Didem Madak
Didem Madak

Kaybettiklerimin hesabını yapmam ben usta "giden yoluna, kalan soluma yakışır" der konuyu kapatırım...

İsmet Özel
İsmet Özel

Bir türlü geçemediğim husus insanla insanın bağlantısını neyin ihdas ettiği hususudur? Bu konuyu merak ediyorum zira insanların insanlarla gönül bağı kurduklarına dair ciddi şüphelerim, derin endişelerim var.

Şehnaz Erkan
Şehnaz Erkan

TANIK

Asude Zeren’in ailesinin evinin önüne epey toz kaldırarak yanaşıp park ettiğimde saat öğleyi bulmuş olmalıydı. Radyoda yine yaklaşan bir fırtınadan bahsediliyordu ama havada en ufak bir belirti yoktu. Aslında biraz sepelese fena olmayacaktı. Arabaların ve insanların üstüne yapışan toz belki azıcık yatışmış olurdu. Biraz serinlik konukları

sevindirirdi.
Erken gelmiştim, akşama kadar en iyi arkadaşıma biraz yardım ederim diye umuyordum. Aslında parti başladığında gitmiş olmayı daha çok isterdim ama bu mümkün değildi tabii. Asude Zeren’in (iki ismini birlikte kullanırdı) ve müstakbel nişanlısı Onur’un aşklarının bir numaralı tanığı olarak gece boyu ortalıkta olmak gibi bir görevim vardı.

Boş arsalarla çevrili evin etrafında sayısız çelenk vardı. Şehrin bütün ileri gelenleri, şehrin kalburüstü tüm çiçek evlerini boşaltmış gibi duruyordu. Bahçedeyse daha çok çiçekle karşılanıyordunuz. Köşedeki yaşlı salkım söğüt bile neredeyse bütün dalları led aydınlatmalarla sarmalanmış olarak, kuyumcu vitrini gibi parlamak için geceyi bekliyordu. Ortaya

konan altı yuvarlak, ahşap beyaz masa az sayıda hatırlı konuğu ağırlayacaktı. Masaların her biri harikulade bir el işçiliğine sahipti. Etraflarına aynı zariflikte onar beyaz sandalye dizilmişti. Sofra düzeni henüz tamamlanmamıştı, sadece erguvan renkli suplalar masaların üzerine konmuştu. Davetin ağırlığına yakışacak, klasik çalgılardan oluşan mini orkestraya

ayrılan yerin önünden yürüyüp verandaya çıktım. Burada da küçük bir bar kuruluyordu. İçeriye geçtim. Arkadaşım organizasyonla ilgili olduğunu düşündüğüm iki kişiyle konuşuyordu. Beni görünce gülümsedi. Çok sakin görünüyordu. Yüzyıllardır birlikte olan insanlara nişanlanmak heyecan vermiyordu demek ki. Yanıma gelip bana sarıldı. Beylere teşekkür etti,

birlikte üst kattaki odasına çıktık. Ben elbise kılıfımı ve makyaj malzemelerimin olduğu çantamı odasına bırakırken bana bahçe için sipariş ettiği solar aydınlatmaların geç geldiğini, onları şarj etmek için az zamanımızın olduğunu anlattı. Anladığım kadarıyla karanlık çöktüğünde yeteri kadar parlıyor olmayacaklardı. En ciddi sorun buysa çok şanslı

sayılırdık.
Bu evin en sevdiğim yeri salon büyüklüğündeki mutfağıydı. Bana kalsa nişanı orada yapardım. Birlikte mutfağa geçip yemek yedik. Asude Zeren’in iki teyzesi de yanımızdaydı. Ben felaket habercisi olmak istemediğim için fırtınadan bahsetmedim. Konuyu küçük teyzesi açtı. Bu kadar sıcak ve berrak bir yaz günü hiçbirimiz bahsedilen boyutta bir

fırtınayı hayal edemiyorduk. Üstelik yaz başından beri yapılan üçüncü fırtına uyarısıydı bu. İlk ikisi asılsız çıkmıştı. Sonuç olarak Asude Zeren ve ailesi bu nişanı bir kez daha ertelemeyeceklerdi.
Bahçeye çıktığımızda barın kurulma işi bitmişti. Bize içecek bir şeyler ikram etmek istediler, ikimiz de birer kokteyl aldık. Biz masaların arasında

dolanırken bahçe kapısından durmadan yeni çiçekler ve hediyeler teslim alınıyordu. Bir ara onları koyacak yer konusunda organizasyon şirketiyle Seher Hanım’ın tartıştıklarını duydum. Asude Zeren annesini yatıştırmak için onu alıp içeriye götürdü. Ben de sofra düzenine yardım etmek için bahçede kaldım.
Saat dörde doğru beni kuaför geldiği için

çağırdılar. Böylece bütün öğleden sonrayı Asude Zeren’in odasında şampanya içerek ve güzelleşerek, bir pijama partisi havasında geçirdik. Doğrusu arkadaşım kendisini şımartmak için bütün imkânlarını ustalıkla kullanıyordu. Ben de çocukluğumuzdan beri olduğu gibi şımarıklığının ortağı oluyordum.
Bu son derece profesyonel ve bir o kadar pahalı ekip

evdeki tüm kadınlarla işini bitirdiğinde bahçeden keman sesleri gelmeye başlamıştı bile. Ben de hemen en külkedisi halimle baloya katılmak için bahçeye çıktım. Görüntüm kadar kafam da güzel olduğu için artık hiçbir yere gitmek istemiyordum. Konukların yarıdan fazlası gelmiş gibiydi. Onur ve ailesi kapıya yakın bir yerde onları karşılıyor, birkaç samimi cümleden

oluşan kısa sohbetlerle masalarına gönderiyordu misafirleri. Havada, okşamasına hayır diyemediğimiz sakin bir rüzgâr ve birkaç bulut pufu vardı.
Asude Zeren’in Aliexpress’ten sipariş ettiği, güvercin şeklindeki solar aydınlatmalar masaların arasında çok zarif görünüyorlardı. Bu yarı parlak halleriyle bile hiç kimse onların zevkli birer tasarım ürünü

olmadıklarını söyleyemezdi. Orkestra Vivaldi’nin Spring’ini çalıyordu ve ben de yakında evlenecek olanın Asude Zeren mi yoksa köşedeki salkım söğüt mü olduğuna karar vermeye çalışıyordum.
Kısa süreliğine şampanyaya ara verip yerime oturdum çünkü yemek servisi başlamıştı. Arkadaşım ve nişanlısı masaları dolaşarak her masada onlar için ayrılmış

sandalyelere oturuyor ve konuklarla sohbet ediyorlardı. Eğer bir masada sandalyelerden biri alınmış ya da münasebetsiz bir konuk tarafından kapılmışsa Onur hemen Asude Zeren’i dizine oturtuyor, böylece ikisi tek sandalyeyi paylaşıp mutluluklarını sergilemiş oluyorlardı.
Ben, Asude Zeren organizasyon şirketinin önerdiğini beğenmediği için İstanbul’dan getirilen

şefin özel tarifi olan kuzu etini ve yanında garnitür olarak, aslında yöresel bir yemek olduğu halde düğün temasına uygun olduğu için sunulan keşkeği yerken Onur’un babası çocuklarıyla duyduğu gururu anlatan bir konuşma yaptı. Sonradan hatırlayamayacağım şeyler arasında bu konuşma da yer aldığı için detay veremiyorum ama bir ara oğlunun Yale mezunu olduğundan

bahsettiğini ve sertleşen rüzgâr yüzünden devrilen mikrofonu anımsıyorum. Köşedeki salkım söğüdün parıldayan dalları Çaykovski, Bach ve Wagner eşliğinde dans ediyordu. Konuklar ise eşlik etmeseler de içtikleri şampanyaların hakkını veren kahkahalar atıyorlardı. Savrulmaya başlayan saçlar, masalardan uçan peçeteler ve açık mikrofondan gelen uğultu sesleri

arasında birkaç solar güvercinin kanat çırparak havalandığını gördüm. Bastıran yağmurun boşalan kadehleri dolduruşu, eve doğru kaçışan gabardin, saten ve taftalar, hayret nidalarını bastıran gök gürültüsüyle eş zamanlı olarak ortalığın bir an aydınlanması, sonra tamamen karanlığa gömülmemiz... Fırtına öncesine dair tüm hatırlayabildiklerim bunlar.

Yağmur ne kadar sürdü, ne kadar bekledik bilmiyorum ama biraz ayılmaya başladığımda ortalık hâlâ karanlıktı ve konukların çoğuyla birlikte hâlâ bahçedeydim. Sanırım yakınlara bir yere, belki bir trafoya yıldırım düşmüştü ve su alan jeneratörden bahsediliyordu. Evin etrafındaki balçığa dönüşen toprak ve kapanmış olabilecek yol yüzünden kimse gitmeye

cesaret edemiyordu. Karanlıkta olabilirdik ama en azından karnımız toktu ve içkimiz vardı. İçeriden gelen biri, üst katın pencerelerinden, ileride bir evin ışığının göründüğünü söyledi. Seher Hanım’la birlikte girip baktılar. Anlaşılan Seher Hanım bu komşuları tanımıyordu ya da hâlâ yeterince ayılamamıştı. Yine de büyük çoğunluk oraya gitmek istedi.

Asude Zeren gideceği için ben de mecburen gidecektim.
Hava yeniden açılmıştı ama yerdeki çamur yüzünden topuklu ayakkabıyla yürümek imkânsızdı. O yüzden kadınların çoğu, bir ellerinde ayakkabıları diğer elleriyle eteklerini tutarak tek sıra halinde yürüyordu. Bu halimizle peşimize orkestrayı da takmış olsak bir Emir Kusturica filminden fırlamış kadar olurduk.

Işığı görünen ev tahmin edilenden daha uzakta çıkmıştı. Ama yürümeye devam ettik. Ara sıra yönümüzü şaşırıyor, evi gözden kaybediyorduk. Kısa bir süre sonra biri onu yeniden fark ediyor ve tekrar oraya doğru yürümeye başlıyorduk. Sanki ev biz yaklaştıkça yer değiştiriyordu. Bir süre sonra evden müzik sesleri de gelmeye başladı. Orada da bir kutlama

olmalıydı ve belli ki onların jeneratörleri sağlam kalabilmişti. Evi çevreleyen çelenkler de bu tezimi doğruluyordu. İyice yaklaştığımızda bahçeden gelen kahkahaları da duyar olduk. Konuşan bir erkekti, oğlunun Yale mezunu olduğunu söylüyordu. Rüzgârın mikrofonunu devirdiğini duyduk.
Olduğumuz yerde donakalmıştık. Kimse bir adım daha atmaya cesaret edemiyordu.

Gruptan da çıt çıkmıyordu. Fırtına tekrar başlamıştı ve bahçede, ışıldayan dalları hızla savrulan bir salkım söğüt görülüyordu. Tam da o anda, gökyüzünden bir el uzanmış gibi, bir yıldırım evi yakaladı ve çığlıklar eşliğinde korkunç bir gök gürültüsü kulaklarımızda patladı. İnsana sonsuz gibi gelen o kısacık anlar içinde ev öyle bir hızla

yanmaya başlamıştı ki, yangının bahçeye ağaçlara ve kapı önünde duran arabalara sıçraması sadece birkaç dakika sürmüştü. Ne kadar süre olduğumuz yerde durup izledik bilmiyorum ama dışarıya çıkan hiç kimseyi görmedik.

Esra Duman
Esra Duman

"Hadi ama güzelim yanıyorsun."
"Bundan size ne! Hırkamı vermiyeceğim."
"Soğuk suyun altına girince ne yapacaksın acaba?" diye söylenmeye başlayınca anında, "Seni duydum. Öyle bir şey asla olmayacak," dedi.
"Peki, o halde," diyerek kucağıma alınca kapalı gözleri açıldı.
"Soğuk su falan istemiyorum," diye ayaklarını sallarken dış kapıyı açıp yağan

yağmurun altında durdum.
"Ne yapıyorsun?"
"Soğuk su istemediğini söylediğine göre bu da diğer seçenek. Hem ağlayarak yağmurun altında kalmak dışında başka hobilerin var mı merak ediyorum doğrusu sulu göz. Bu konuyu tartışa biliriz ne dersin?"

Lois Zachary
Lois Zachary

Her konuyu doğru ya da yanlış diye tanımlamak insanları, kaçınılmaz olarak, kendi düşünceleri için, hatta bu düşünce kusurlu bile olsa, daha da şiddetle savaşmaya cesaretlendiriyor. Öğrendim ki, doğru ve yanlış ya da haklı ve haksız diye ayırarak çatışmayı kazanabilirsin ama savaşı kaybedersin.

Abdullah B. Zeyd Al-i Mahmud
Abdullah B. Zeyd Al-i Mahmud

İlk olarak sünneti topyekûn inkar hareketinin, Müslümanlar arasında değil, batılı oryantalistler arasında geliştiğini rahatlıkla söylenebilir. Nitekim eskiden olduğu gibi son yıllarda da bu konuyu yeniden tartışma gündemine sokanlar ve Müslümanların zihninde şüphe tohumları ekmeye çalışanlar, şüphesiz müsteşrikler (oryantalistler) olmuştur.

J. I. Packer
J. I. Packer

Başrahip William Temple bir defasında karmaşık bir konuyu çok basite indirgemekle eleştirilmiş; eleştirildiğini duyan başrahip oldukça keyiflenmiş ve hemen şöyle demiş: “Beni basit kılan Rab beni daha da basitleştirsin.”

A.Mert Kaya
A.Mert Kaya

Tarihi gecmisin aynasi diye dusunuruz.Oysa tarih diledigi konuyu istedigi sekilde evirme, hatirlanmalarini diledigi sekilde resmi belge ve yazilarla destekleme gucunu elinde barindirir.
Tarihin goz onune getirip unuturmadigi yada gozden uzakta tutup unutturdugu konularin secimi bilinclidir.

Refik Korkud
Refik Korkud

Dinleyici övünen bir hatipten hoşlanmaz. O, bir hatibin meziyetlerini ve üstünlüklerini bizzat kendisi görecektir. Bu hususta dinleyici, gereken notu sadece kendisinin tayin etmesini ister.

Diğer taraftan dinleyici, münakaşa yoluna giden bir hatipten de hoşlanmayacaktır.

Hatip olarak, en kuvvetli anınız, konuşmakta olduğunuz anlardır. Eğer

dinleyicilerinizden bazılarıyla münakaşaya tutuşutsanız, bu takdirde, kendi kuvvetinizi bizzat terketmiş olursunuz.

Münakaşaya tutuşulduğu zaman, asıl dikkat edilmesi gereken konu bir kenara itilir ve o andan itibaren bütün dinleyiciler münakaşanın seyrine tabi olurlar.

Eğer yanlış bir adım atmanız yüzünden münakaşa çıkmışsa veya dinleyicilerden

biri münakaşa yolunu açmaya teşebbüs etmişse, o zaman, münakaşaya dahil olan dinleyicileri kırmaktan kaçınınız. Münakaşayı durdurmak için onları kırmayacak kelimeler bulunuz ve konuyu tekrar eski yoluna sokunuz. Dinleyiciler, içlerinden birinin azarlanması karşısında irkilirler ve artık konuşmanızın tatsız bir hava aldığına hükmederler.

Müşerref Yardım
Müşerref Yardım

Oryantalizm ve sömürgeciliğin aracı haline gelen Batı’nın bilgi ve kültür aracılığı ile Doğu’nun üzerinde oluşturduğu tehakkümü açıklamak için Gramsci ve Bourdieu farklı ama tamamlayıcı metot kullanmışlardır. Yönetilenler kendilerine empoze edilen tehakküm kriterlerini kabullenerek tehakkümü hegemonyaya dönüştürmüşlerdir. Yönetenler, yönetilenleri kendi

kendilerinden nefret ettirme ve kendi hegemonik yöntemlerine hayran duymaya'yöneltmişlerdir. Yönetilenler kültür, eğitim, sosyal ve ”sanatsal üretimlerinin yönetenlerinkinden daha kalitesiz olduğuna inandırıldıkları gibi yönetenlerinkini yüceltmeye özendirilmişlerdir.

Gramsci hegemonya, Bourdieu ise sembolik şiddet üzerinden konuyu ele almışlardır. Gramsci

hegemonyayı ”kabul edilen tehakküm" olarak tanımlamaktadır. Gramsci'ye göre egemen sınıf hakimiyetini koruma ve meşrutiyetini sağlama konusunda yönetilenlerden tam destek almayı başamuştır.

Böylelikle yönetilenlerin yaşadıklarını tehakküm olarak değil de ”kendi iyilikleri için” veya ”başka türlü olamayacağı için” rıza gösterdikleri öne

sürülmektedir. Bourdieu de benzer görüşleri sembolik şiddet yolu ile açıklamaktadır (Blanchet, 2018). İster hegemonya olsun isterse de sembolik şiddet olsun, her iki kurama göre yöneten-yönetilen ilişkisinde toplumsal düzenin devamı kültürel tehakküm sayesinde olmuştur (Burawoy, 2012).