Erden Akbulut
Erden Akbulut

Enver, özellikle Lev Troçki ve Kızıl Ordu çevrelerinde Alman desteğine taraftarlar bulmuştu. Lenin ise, “eğer olmuyor ise, Enver’in canı cehenneme” diyerek Enver ile oynanan oyunun bir kumar olduğunun altını çiziyordu. Enver bütün bu siyasî dolapları çevirirken aslında kendi hesabınca Asya ihtilâli için destek bulmaya çalışıyordu. Von Seeckt’e yazdığı

mektubunda Asya stratejisini şöyle açıklamaktaydı:

"Operasyonun bu kış mevsimine kadar devam edebilmesi için Türk, İran ve Afgan cepheleriyle sınırlı kalması gerekiyor. Bu arada hazırlıklar yapıldıktan sonra ilkbaharda tüm cephelerde saldırıya geçilebilir."

Tabii bu operasyonun sadece Enver’in hayal dünyasında gerçekleşmekte olduğunu

hatırlatmakta fayda var

Esra Ummak
Esra Ummak

Örneğin, eşcinsel olduğu için öğretmeni ya da arkadaşları tarafından dalga geçilme gibi olumsuz yaşantılar, “Eğer öğretmenim ve arkadaşlarım benim varoluşumdan hoşlanmıyorsa, değerli biri değilim” şeklinde koşullu inançlara yol açabilir ve bu tür inançlar da olumsuz bilişsel şemalar olarak temel oluşturabilir.

Hayri Zafer
Hayri Zafer

Ağır Ceza’da yargılanan siyasî olmayan tutuklular hep, “Eğer hâkim zart zurt ediyorsa, korkmaya gerek yok, bu, cezayı en hafifinden vereceğine işarettir. Korkulması gereken, yumuşak olandır” derlerdi. Ağır Ceza’daki kendi deneyi pek de doğrulamıyordu bunu.
“Bu da işkence yapan polislerdendir. Tanıklığını kabul etmiyorum” dediğinde dördüncü defa, Birinci

Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Şemseddin Işık sinirlenecekti: “Burada seni mi yargılıyoruz, onları mı?”

Art Byrne
Art Byrne

Japon öğretmenlerimin bu konuyla ilgili harika bir deyişleri vardı. “Byrene-san” dediler, “eğer bir şeyi yapmayı denemezsen, bilgide senin kapını çalmaz.” Bu, Yalın bir lider haline gelmek için çok önemli olan yaparak-öğren felsefesinin bir parçasıydı.

Henry Bayman
Henry Bayman

Aşağıdaki öykü, gerçeğe, (ateistlerin, Allah'a haşa) kuklacı veya doğulu despot benzetmelerinden daha yakındır. Büyük bir malikânenin zengin sahibi, yaz tatili boyunca orada kalmaları için, birçok arkadaşını konağına gönderir. Ancak yolculuk o kadar zorludur ki, malikâneye vardıklarında misafirleri hafıza kaybına uğramış olurlar. Binanın içinde, harika cisimlerle

dolu odalar, üzeri meyvelerle bezeli masalar ve çok güzel duvar halıları bulurlar. Ev sahibi, misafirlerinin yolculuğunun çetin geçeceğini bildiği için, ana masanın üzerine, evde uyulması gereken kuralları anlatan bir el kitabı da bırakmıştır. Bu kurallardan birisi, onların, yemek pişirmek ve bulaşık yıkamak gibi gündelik ev işlerini paylaşmalarıdır. Bir diğeri ise,

hepsi de aynı ev sahibi tarafından seçilip gönderildiklerine göre, birbirlerine gereği gibi saygı ve sevgi göstermeleridir. Öte yandan ev sahibini zaman zaman hatırlamak, onunla iletişime geçip misafirlerine hazırladığı bu güzel armağan için ona teşekkür etmek de, görgülü olmanın şanındandır.

Bu noktadan itibaren, evi idare etmek misafirlerin ortak

sorumluluğudur. Fakat onlar birbirlerine düşerlerse, çekişmeye ve birbirlerine saldırmaya başlarlarsa, eğer çöplerini oturma odasının ortasına dökerlerse, eğer avizeye tırmanıp sallanmaya başlarlarsa, eğer bu cennet gibi tatil yerini cehenneme çevirirlerse, sanki bu evin sahibi yokmuş gibi davranırlarsa veya telefonu ellerine alıp, kendilerinin sebep oldukları bütün bu

sorunlardan dolayı ona lânet okurlarsa, eğer tepkileri, teşekkür yerine nankörlük olursa, işte o zaman onlar edepsizliğin dibine batmış olurlar. Ya misafirler evi harap, mobilyayı imha ederlerse? Ya onlar en sonunda evi de yakıp yerle bir ederlerse?

İşte bizim dünyadaki durumumuz da böyledir. Ve başka sebep olmasa da sadece bu yüzden, tüm ateist felsefeleri

sorgulamalıyız: Yoksa bunlar, kişiye, sorumluluklarından kaçmak ve misafir bulunduğu malikâneyi (dünyayı) iğrençliklerle kirletmek için bahane mi sağlıyor?

Nietzsche bunu açıkça görmektedir. Putların Alacakaranlığı (The Twilight of tbe Idols) adlı eserinde hür iradeyi “bir hata” olarak damgaladıktan sonra, şöyle der: “Biz Tanrı'yı inkâr ediyoruz.


Tanrı'yı inkâr etmekle, sorgulanabilirliği de yok sayıyoruz...”*

Dostoyevski'nin ifadesiyle: “Eğer Tanrı yoksa her şey mubahtır.”

Tanrı'yı inkârın gerçek nedeni, işte budur: Amaç, derin bir gerçeği (ki bu haliyle zaten, gerçek dışıdır) ortaya çıkarmak değildir. Esas niyet, kendi bencil benliklerimizi ahlâki tasalardan ve vicdan

rahatsızlıklarından kurtarmaktır. Tanrı'ya inancı ortadan kaldırınca, ahlâkın kökünü de söküp atmış olursunuz. Nietzsche bu silsileyi iyi çözmüştür: Tanrı yoksa o zaman hesap verirlik de yok; sorgulanabilirlik yoksa ahlâklı olmaya da gerek yok, hatta böyle bir ihtimal de yok. Bu silsilenin son aşaması ise, Nietzsche'yi bile ürkütmektedir: Ahlâk olmayınca, bizim

birbirimize, başka varlıklara ve doğaya karşı dile gelmez canavarlıkları yapmamız, sadece mümkün değil, kaçınılmaz hale gelir.

Helen Kennerley
Helen Kennerley

Babamın bana verdiği en iyi öğüt şu olmuştur: “Eğer yapabileceğin bir şey yoksa endişelenme.”

Alper Birdal
Alper Birdal

NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen, “Arap Baharı” çerçevesinde Libya’ya karşı emperyalist müdahelenin tavan yaptığı bir dönemde, Ağustos 2011’ de şöyle diyordu: “Eğer kendi sınırlarınızın ötesine asker yerleştiremiyorsanız, uluslararası etkide bulunamazsınız. Bu durumda o boşluk, sizin değer ve anlayışınızı paylaşmayabilecek başka güçlerin

ortaya çıkmasıyla doldurulabilir.”

Hüseyin Rahmi Göktaş
Hüseyin Rahmi Göktaş

-" Anlamlı en küçük birim olarak kelimelerin kabul edildiğini biliyoruz. Ancak bu kabulün devasa bir yanılgı olduğuna da kuşku yok. Çünkü bir yapının anlamlı olabilmesi için, o yapıyı oluşturan tüm öğelerin bir anlam taşımaları gerekir. “Eğer bu yapı cümle ise cümleyi oluşturan kelimelerin, kelime ise kelimeleri oluşturan tekseslerin anlamlı olması

zorunludur.” Aksi hâlde anlamsız öğelerden oluşturulan bir yapının anlamlı olduğunu iddia etmiş oluruz; ki böylesi bir iddia saçmadır. Bununla birlikte “Anlamın, işaret ettiği “şey”le doğrudan ya da dolaylı herhangi bir ilişkisi yoktur.” Kalem kelimesinin bir nesne olan kalemle ilişkisinin bulunmaması gibi. Eğer ilişki olsaydı, insanlar arasında doğrudan anlam

aktarımı mümkün olurdu. Böylece dil dediğimiz iletişim aracına ihtiyaç kalmazdı. Dolayısıyla anlam dediğimiz şey insanın içindedir ve dış dünyayla bir ilişkisi yoktur. Doğrudan aktarma becerisine sahip olmadığımız için anlamı nesneler üzerinden aktarırız. Ancak her anlam aktarıma açık değildir. Şiir ve müzik, aktarıma açık olmayan anlamın sonucudur. Aşk da

öyle; karşılıklı veya karşılıksız… Karşılıklı aşk, “bir anlamda birleşmedir.” Karşılıksızsa, kavrayış nesnelere yoğunlaşır. Her iki durumda da kişi için kaçınılmaz olan hâl yalnızlıktır. Ve her iki hâlin neticesi de bir anlamda derinleşmedir. Bu durum da, anlamın karşılıklı birliğine denk gelir. Diğer bir deyişle ifade etmek gerekirse, anlamın

karşılıklı birliği bir hâl durumudur, konuşarak varılmış bir uzlaşma değil. Sözgelimi yemyeşil ağaçların arasında denizin masmavi sularına bakarken hayrete düşen iki kişinin, bir güzellik karşısında hayrete düşme hâli anlamın karşılıklı birliğidir ama o hayret etme hâlinin söze dökülmesi, kaba bir uzlaşma durumundan başka bir şey olmayacaktır. Belki tam

karşılamayacak ama aklıma Shakespeare geliyor: “Ey kalbim, parçalan, çünkü dilimi tutmaya mecburum!”

Benjamin C. Fortna
Benjamin C. Fortna

“Yalnız size şunu söylemek isterim ki,” diye ekledi ürpertici bir şekilde, “eğer hükumetimiz Ermenileri katliam etmek emrini vermiş olsaydı, İstanbul'dan itibaren bütün Anadolu'da bir tek Ermeni bile kalmazdı.”