Doğu olmasaydı eğer, Batı’da olmazdı. Batı Doğu’yu ötekileştirmek suretiyle, başka bir deyişle, kendisinin tamamen zıddı olan bir Doğu icat ederek, Doğu’yu Doğululaştırarak kendisini tanımlar
Bu imparatorluk aslında Türk’tü. Bel kemiği ve kan damarı Türk’tü. Fakat kendi benliğini, kendi aslî cevherini ihmal ve hatta inkar ettiği için Türklüğün tamamen zıddı bir “Türk olmayan” devlet ve bir kozmopolit memleket anarşisi hâlini aldı. İç ve dış düşmanlar bu anarşiyi her fırsatta körüklediler.
“Osmanlı İmparatorluğu ulusal bir devletin tam zıddı olarak başlamıştır. Yerleşen herhangi bir halkın adıyla değil, fakat kuran kişinin adıyla anılır. Osman ve aşiretinin Türk olduğu doğrudur; lâkin Anadolu’daki bir düzine Türk devletinden yalnızca biriydiler ve Türk komşuları en zor rakip ve düşmanlarıydı...
"Soğuk olan ısınır, sıcak olan soğur; ıslak olan kurur, kuru hâlde olan ıslanır. Hiç bir şey zıddı olmadan düşünülemez: Hayat ve ölüm, uyumak ve uyanmak, gece ve gündüz. Tüm olaylar, zıtlıkların gerilimli ilişkilerinden meydana gelir:
[John Locke] Şöyle demektedir: "Yüce varlığa en uygun bir Fikir şekillendirdiğimiz zaman, bunların (basit Fikirler) her birini sonsuzluk hakkındaki Fikrimiz ile büyütürüz; sonra onları bir araya getirerek kendi karmaşık Tanrı Fikrimizi üretiriz." 11 Burada yine doğrudan olmasa da Tanrı konusunda Aquinolu Thomas'ın bilgi kuramının tersyüz edildiğini açıkça görmekteyiz.
Aquinolu Thomas'a göre Tanrı bilgisi insan kavramiarına ve deneyimleri yerine Tanrı'nın kendi ifşa ettiklerine dayandığı sürece güvenilir. Oysa Locke'ın öne sürdüğü bunun tam zıddı bir yaklaşımdır. Tanrı bilgisi, kökleri insanın deneysel duyumlarına uzandığı ölçüde güvenilirdir.
Mustafa Sabri, Allah’a ve peygamberine karşı beslenmesi gereken duygulara da temas eder. Dinde Allah’ı ve peygamberi sevmek önemli olsa da, O'ndan korkup Resülü’nden hayâ etmek de önemsiz değildir. Sevmeyi korkmanın zıddı olarak düşünüp sadece sevgi hissini ön plana çıkarmak yanlıştır. Yalnız sevgi aşılayıp korku hissi vermeyen bir ulühiyet, ya tehdidini yerine
getirme kudretine sahip olamayan bir hükümet gibi eksik kudretle ya da çocuğunu sadece şımartan ebeveyn gibi hikmetsizlik ve ciddiyetsizlilde ma'lüldür. Allah’tan korkmak, -hâşâ-bir zâlimden korkmak gibi değildir. Bunu saygı ve hürmet gibi duygularla yorumlamak mümkündür. Bu korkuyu aşağı bir seviye gibi gösterip onu küçük görmek ve değersiz addetmek doğru
değildir.139 Kur’ân’da Allah Teâlâ’nın insanı en çok teşvik ettiği şeylerden biri de takvâ, yani Allah korkusudur. Yine Kur’ân’a göre kulların en değerlisi, takvâ sâhibi olan insandır. Mustafa Sabri burada iman ile Allah korkusu arasında bağlantı kurarken Zemahşerî’nin Ibn Abbâs’a nisbet ederek söylediği “iman ürkme, çekinmedir” ifadesini bu
bağlantının bir kanıtı olarak kullanır.140
Mustafa Sabri’nin kanaatine göre, Hz. Muhammed’in dehasına vurgu yapanlar, onun bu yönünü kendisinin ihraz ettiği nübüvvet makamına bir ilavede bulunmak için değil, en fazla onunla yakın ilişki içerisinde olması gereken mücizeden kendisini tecrid etmek için yapmaktadırlar. Onlar, risâlet boyutunu ihmal edip daha çok onun dehasını Ön plana almaktadırlar. Bütün bu
yaklaşımların temelinde öncelikle mücizele'rin inkarı düşüncesi yatmaktadır. Halbuki nübüvvet alâmeti olan mücizelerin inkarı, beraberinde nübüvvetin de inkarını getirir. Mücizelerin inkarının altında ise, onun gaybiyyâttan olması yatmaktadır. Ancak Allah ile hususî bir ittisâlden ibaret olan nübüvvette de aynı durumun söz konusu olduğu, onun da gaybî alan
içerisinde bulunduğu hususu göz ardı edilmektedir.18
Mustafa Sabri’ye göre asri yazarların hem maddeci yeni ilmî anlayışı savunma, hem de Hz. Muhammed’in hayat ve nübüvvetine sarılma şeklinde tuttukları yol, yol değildir. Onların bu tavırları, iki zıddı bir araya getirmek türünden bir yaklaşımdır. Bu yolda bir başarı sağlanması mümkün değildir.
Batı’nın maddeci ilminden aldıklarıyla dinden uzaklaşan, sonra da İslâm’ın sinesine dönme ihtiyacı hisseden, iman lezzetinden kaybettikleri şeyleri Hz. Muhammed’in hayatına sarılarak tatmine uğraşan bu asrî yazarlar, yeni ilmî anlayışın etkisinden hâlâ kurtulamamışlardır. Hz. Muhammed’in mücizelerini inkar ile düştükleri dalâletten, onun hayatını inceleyerek
kurtulmayı ummaktadlrlar. Ancak bu işi yaparken onlar, Hz. Muhammed’in hayatını tahrif etmişler, kendileri için bir salâh ve kurtuluş yolu umarken, onun nübüvvetini dehaya çevirip, onu da ifsâd etmişlerdir. Böylece tedavi esnasında ilacını ifsâd eden bir hasta gibi davranmışlardır.
Mustafa Sabri’nin anlayışına göre bu düşüncede olanların temel
sıkıntısı; Allah’ın varlığı, peygamberlerin nübüvveti, onların mücizeleri gibi gaybî hususlara kendilerinin yeterince iman etmemeleridir.
Gıbta, hased, tamah hisleriyle; "fazilet", "Doğruluk", "Adalet" süslerinin önlerine engeller koydu.
Sabır verdi, teslimiyet verdi, irâde verdi.
Fakat bunların hepsini savaş hâlinde yekdiğerine zıdlarla getirdi...
Zıdları olanların arkasına da zıddı olmayanı gizledi...
O hâlde insanda; bunları görmek ve güzelliklerini bulacak "ilâhi
televizyonu" seyredecek bir pencere vardır.
İnsanın gözü aklı kadar görür.
Bu göz ALLAH'ın yarattıklarını görür.
İnsanın HAKK'a bakan gözleri açılırsa, o zaman her şey ortadan kalkar.
HAKK'ı görmeğe başlar.
Her şeye karşı sevgi, arzu, ihtiras, güzele, kadına, paraya, mal ve servete karşı sevgi.
Asıl
sevginin muhtelif görünüşleridir.
Dünyaya ve yaratıklara aklı kadar bakan gözler bunları görür. İhtiras ve sevgiye bağlanırlar.
Bunların hepsi HAKK'ı gören gözleri perdeler.
O zaman, insanlara bu şerr şeklinde tecelli eder.
Aslında ne şerr vardır ne haram. Ne helâl...
Bunlar, aklı kadar gören gözleri olan insanlara
böyledir...
HAKK'ı gören gözleri işleyen bunlardan kurtulur...
O zaman ne haram vardır ne helal;
Ne şerr vardır ne hayır hepsi O'dur...
"Ve ilâ Rabbike fergab."
"Onlar mahzun da olmazlar daima canlıdırlar"
Bu işlere ne kadar bakarsan o kadar görünür.