Hatice Toksöz
Hatice Toksöz

Başka bir ifadeyle ülfet, toplumsal huzur ve mutluluğun temel şartlarından biri olarak kabul edilmektedir. Yukarıda ele alındığı üzere, insanın tabii olarak iyiye ve kötüye meyli olduğu göz önüne alındığında eğer insanlar arasında sevgi ve ülfet bağı kuvvetlendirilmezse, toplumda onların yerini düşmanlık, haset ve kıskançlık gibi reziletler alacaktır.125


Ülfetin Allah’ın insanlara bahşettiği en büyük nimetlerden biri olduğunu söyleyen Gazzâlî, ülfeti iyi/güzel ahlâkın; ülfetin zıddı olan ayrışmayı da kötü ahlâkın ürünü görmektedir. Bu anlamda Gazzâlî, insanları Allah için sevmenin ibadetlerin en güzeli olduğunu ifade etmekte, ancak Allah için insanları sevmenin de bazı şartları olduğunu ve bu

şartlara dikkat edildiği takdirde insanların birlik (ülfet) oluşturup, birbirleri ile kardeş olabileceğini söylemektedir.126 Çünkü İbn Miskeveyh’in dediği gibi, insanın tabiatında diğer insanlara karşı bir yakınlaşma duygusu vardır. İnsanlar arasında kin ve düşmanlığın olmasını engellemek için tabii olarak bulunan yakınlaşma duygusunun titizlikle korunması ve

kullanılması gerekmektedir.

İbn Miskeveyh’e göre insandaki bu tabiî duygunun iyi yönde kullanılması için din ve bütün âdetler insanların bir araya toplanabileceği meclisleri tavsiye etmiş ve böylece insanda güç hâlinde bulunan duygunun fiil hâline geçmesi hedeflenmiştir. Nitekim beş vakit namazın camide kılınmasmın tavsiye edilerek, toplu hâlde kılınan

namazın ferdî kılınandan daha üstün olduğunun bildirilmesi, insanlar arasındaki sevgi ve ülfetin yaygınlaştırılması amacına yöneliktir.

Zikredilen amaca yönelik bu tavsiyenin en büyük delili de Allah’in şehirlerde haftanın belli bir gününde toplanılmasını zorunlu kılmasıdır. Evlerde oturan nasıl ki her gün toplanabiliyorsa, mahallede, köy ve

kasabalarda, şehirde oturanlar da haftanın bir günü toplanabilir. Hatta Allah bütün Müslümanların ömürlerinde bir kez Mekke’de toplanmalarını emretmistir.

Hilal Erkan
Hilal Erkan

Doğu olmasaydı eğer, Batı’da olmazdı. Batı Doğu’yu ötekileştirmek suretiyle, başka bir deyişle, kendisinin tamamen zıddı olan bir Doğu icat ederek, Doğu’yu Doğululaştırarak kendisini tanımlar

Hasan Cemil Çambel
Hasan Cemil Çambel

Bu imparatorluk aslında Türk’tü. Bel kemiği ve kan damarı Türk’tü. Fakat kendi benliğini, kendi aslî cevherini ihmal ve hatta inkar ettiği için Türklüğün tamamen zıddı bir “Türk olmayan” devlet ve bir kozmopolit memleket anarşisi hâlini aldı. İç ve dış düşmanlar bu anarşiyi her fırsatta körüklediler.

Zeine N. Zeine
Zeine N. Zeine

“Osmanlı İmparatorluğu ulusal bir devletin tam zıddı olarak başlamıştır. Yerleşen herhangi bir halkın adıyla değil, fakat kuran kişinin adıyla anılır. Osman ve aşiretinin Türk olduğu doğrudur; lâkin Anadolu’daki bir düzine Türk devletinden yalnızca biriydiler ve Türk komşuları en zor rakip ve düşmanlarıydı...

Peter Kunzmann
Peter Kunzmann

"Soğuk olan ısınır, sıcak olan soğur; ıslak olan kurur, kuru hâlde olan ıslanır. Hiç bir şey zıddı olmadan düşünülemez: Hayat ve ölüm, uyumak ve uyanmak, gece ve gündüz. Tüm olaylar, zıtlıkların gerilimli ilişkilerinden meydana gelir:

Gavin Hyman
Gavin Hyman

[John Locke] Şöyle demektedir: "Yüce varlığa en uygun bir Fikir şekillendirdiğimiz zaman, bunların (basit Fikirler) her birini sonsuzluk hakkındaki Fikrimiz ile büyütürüz; sonra onları bir araya getirerek kendi karmaşık Tanrı Fikrimizi üretiriz." 11 Burada yine doğrudan olmasa da Tanrı konusunda Aquinolu Thomas'ın bilgi kuramının tersyüz edildiğini açıkça görmekteyiz.

Aquinolu Thomas'a göre Tanrı bilgisi insan kavramiarına ve deneyimleri yerine Tanrı'nın kendi ifşa ettiklerine dayandığı sürece güvenilir. Oysa Locke'ın öne sürdüğü bunun tam zıddı bir yaklaşımdır. Tanrı bilgisi, kökleri insanın deneysel duyumlarına uzandığı ölçüde güvenilirdir.

İbrahim Bayram
İbrahim Bayram

Mustafa Sabri, Allah’a ve peygamberine karşı beslenmesi gereken duygulara da temas eder. Dinde Allah’ı ve peygamberi sevmek önemli olsa da, O'ndan korkup Resülü’nden hayâ etmek de önemsiz değildir. Sevmeyi korkmanın zıddı olarak düşünüp sadece sevgi hissini ön plana çıkarmak yanlıştır. Yalnız sevgi aşılayıp korku hissi vermeyen bir ulühiyet, ya tehdidini yerine

getirme kudretine sahip olamayan bir hükümet gibi eksik kudretle ya da çocuğunu sadece şımartan ebeveyn gibi hikmetsizlik ve ciddiyetsizlilde ma'lüldür. Allah’tan korkmak, -hâşâ-bir zâlimden korkmak gibi değildir. Bunu saygı ve hürmet gibi duygularla yorumlamak mümkündür. Bu korkuyu aşağı bir seviye gibi gösterip onu küçük görmek ve değersiz addetmek doğru

değildir.139 Kur’ân’da Allah Teâlâ’nın insanı en çok teşvik ettiği şeylerden biri de takvâ, yani Allah korkusudur. Yine Kur’ân’a göre kulların en değerlisi, takvâ sâhibi olan insandır. Mustafa Sabri burada iman ile Allah korkusu arasında bağlantı kurarken Zemahşerî’nin Ibn Abbâs’a nisbet ederek söylediği “iman ürkme, çekinmedir” ifadesini bu

bağlantının bir kanıtı olarak kullanır.140

İbrahim Bayram
İbrahim Bayram

Mustafa Sabri’nin kanaatine göre, Hz. Muhammed’in dehasına vurgu yapanlar, onun bu yönünü kendisinin ihraz ettiği nübüvvet makamına bir ilavede bulunmak için değil, en fazla onunla yakın ilişki içerisinde olması gereken mücizeden kendisini tecrid etmek için yapmaktadırlar. Onlar, risâlet boyutunu ihmal edip daha çok onun dehasını Ön plana almaktadırlar. Bütün bu

yaklaşımların temelinde öncelikle mücizele'rin inkarı düşüncesi yatmaktadır. Halbuki nübüvvet alâmeti olan mücizelerin inkarı, beraberinde nübüvvetin de inkarını getirir. Mücizelerin inkarının altında ise, onun gaybiyyâttan olması yatmaktadır. Ancak Allah ile hususî bir ittisâlden ibaret olan nübüvvette de aynı durumun söz konusu olduğu, onun da gaybî alan

içerisinde bulunduğu hususu göz ardı edilmektedir.18

Mustafa Sabri’ye göre asri yazarların hem maddeci yeni ilmî anlayışı savunma, hem de Hz. Muhammed’in hayat ve nübüvvetine sarılma şeklinde tuttukları yol, yol değildir. Onların bu tavırları, iki zıddı bir araya getirmek türünden bir yaklaşımdır. Bu yolda bir başarı sağlanması mümkün değildir.

Batı’nın maddeci ilminden aldıklarıyla dinden uzaklaşan, sonra da İslâm’ın sinesine dönme ihtiyacı hisseden, iman lezzetinden kaybettikleri şeyleri Hz. Muhammed’in hayatına sarılarak tatmine uğraşan bu asrî yazarlar, yeni ilmî anlayışın etkisinden hâlâ kurtulamamışlardır. Hz. Muhammed’in mücizelerini inkar ile düştükleri dalâletten, onun hayatını inceleyerek

kurtulmayı ummaktadlrlar. Ancak bu işi yaparken onlar, Hz. Muhammed’in hayatını tahrif etmişler, kendileri için bir salâh ve kurtuluş yolu umarken, onun nübüvvetini dehaya çevirip, onu da ifsâd etmişlerdir. Böylece tedavi esnasında ilacını ifsâd eden bir hasta gibi davranmışlardır.

Mustafa Sabri’nin anlayışına göre bu düşüncede olanların temel

sıkıntısı; Allah’ın varlığı, peygamberlerin nübüvveti, onların mücizeleri gibi gaybî hususlara kendilerinin yeterince iman etmemeleridir.

Münir Derman
Münir Derman

Gıbta, hased, tamah hisleriyle; "fazilet", "Doğruluk", "Adalet" süslerinin önlerine engeller koydu.

Sabır verdi, teslimiyet verdi, irâde verdi.

Fakat bunların hepsini savaş hâlinde yekdiğerine zıdlarla getirdi...

Zıdları olanların arkasına da zıddı olmayanı gizledi...

O hâlde insanda; bunları görmek ve güzelliklerini bulacak "ilâhi

televizyonu" seyredecek bir pencere vardır.

İnsanın gözü aklı kadar görür.

Bu göz ALLAH'ın yarattıklarını görür.

İnsanın HAKK'a bakan gözleri açılırsa, o zaman her şey ortadan kalkar.

HAKK'ı görmeğe başlar.

Her şeye karşı sevgi, arzu, ihtiras, güzele, kadına, paraya, mal ve servete karşı sevgi.

Asıl

sevginin muhtelif görünüşleridir.

Dünyaya ve yaratıklara aklı kadar bakan gözler bunları görür. İhtiras ve sevgiye bağlanırlar.

Bunların hepsi HAKK'ı gören gözleri perdeler.

O zaman, insanlara bu şerr şeklinde tecelli eder.

Aslında ne şerr vardır ne haram. Ne helâl...

Bunlar, aklı kadar gören gözleri olan insanlara

böyledir...

HAKK'ı gören gözleri işleyen bunlardan kurtulur...

O zaman ne haram vardır ne helal;

Ne şerr vardır ne hayır hepsi O'dur...

"Ve ilâ Rabbike fergab."

"Onlar mahzun da olmazlar daima canlıdırlar"

Bu işlere ne kadar bakarsan o kadar görünür.