Leo Löwenthal
Leo Löwenthal

Ortaçağ standartlarının yıkıldığının anlaşılması öyle travmatik bir etki yaratmıştır ki, Montaigne ve çağdaşları kendilerini insana evrensel ve içkin bir mutsuzluk atfetmek zorunda hissetmişlerdir.

Şinasi Tuncel
Şinasi Tuncel

"İnsanların hayat standartlarının artmasıyla kitap okumalarını ve düşünmelerini ters orantılı olduğunu düşündüm."

C. D. Rose
C. D. Rose

Lisan ölümü, ne yazık ki sık rastlanan bir olaydır. Şu an dünya üzerinde konuşulan yedi bin civarı dil varken, karamsar araştırmacılara bakılacak olursa önümüzdeki yüzyılda bunların sadece yüzde onu varlığını sürdürebilecektir. Lipan, Totoro ve Bikya dillerini konuşabilen bir avuç insan kaldı ve onların da önümüzdeki on yılı görebilmeleri beklenmiyor. Bunun

kökeninde birçok neden yatıyor: İngilizcenin kültürel hegemonyası, İspanyolca ve Çincenin yayılması, emperyalizm, küreselleşme ve dünya genelinde yerli halkların yaşam alanlarının işgal edilip, yaşam standartlarının değişime uğratılması gibi. Bir müze inşa edilip, genellikle fark edilmeden ortadan kaybolan bu diller bir şekilde korunmak zorunda.

A. Kerem Kaban
A. Kerem Kaban

Dürüstlük ve sadakat, toplumun standartlarının kusurlarına, eksikliğine ve tutarsızlıklarına rağmen (erdemli/erdemle) yaşama yeteneği anlamına gelir.

Barry Schwartz
Barry Schwartz

Sosyal bilimci Alex Micholas , deneyimin algılanan niteliği üzerine yaptığı çalışmada, insanların tatmin standartlarının ü uçurumun değerlendirilmesi üzerine kurduklarını iddia etti: "insanın sahip olduğu ile istediği arasındaki uçurum, insanın sahip oldukları ve diğerlerinin sahip olduğunu düşündükleri arasındaki uçurum ve insanın sahip olduğu ile geçmişte

sahip olduğu en iyi şey arasındaki uçurum"

Mehmet Akkaya
Mehmet Akkaya

FELSEFE KAPİTALİZM VE DİN

Düşünce tarihine bakıldığında filozofların gündemini işgal eden konulardan birinin de din olduğu gözlerden kaçmıyor. Birçok filozofun düşünüş tarzı dine karşı aldığı tutuma göre değişiklik gösteriyor. Felsefeyi dinin hizmetine sunan filozofların tüm ortaçağ boyunca etkili olduğu görünürken, Rönesansla birlikte

felsefenin yeniden Antik Yunan’daki seküler biçimine dönüştüğü ya da onun içinden yeniden doğduğuna tanık olunuyor. Dinsel doğmalar Aydınlanma felsefesinin özellikle boy hedefi haline gelse bile, bu felsefe din ile felsefi ve ideolojik planda güçlü bir hesaplaşma yapamamıştır. Halen düşünce gelişimlerinin ve çağdaş yaşamın önüne geçme denemelerinde bulunan

teolojik, dinsel oluşumlar en kapsamlı eleştirisini K.Marks ve Marksist filozoflardan almıştır.

Dinlerin tarihi, insanlığın tarihi kadar eskidir. Başlarda tamamen insani niteliklerle ortaya çıkan dini duygu ve düşünceler özel mülkiyet ilişkilerinin gelişmesiyle farklı kılıklara bürünmüş, gayri insani bir istikamette hareketini sürdürmüştür; halen de durum

yeni biçimlere bürünerek, zaman zaman köktendincilik düzeyine de yükselerek devam etmektedir. Modernleşme sürecinde iki önemli ve temel eleştiri yapıldı dine. Birisi Aydınlanmacılardan geldi. Voltaire, Diderot gibileri “dine gerek yok, Tanrı yeterli” derken, Baron Dolbach daha da ileri gitti, ateist olduğunu ilan etti. Diğer eleştiri ise Marksistlerden geldi K.Marks

“Hegel’in Hukuk Felsefesine Katkı”da halkın gerçek mutluluğu için dinin ortadan kaldırılması gerektiğini yazdı. Bunlardan başka Nietzsche Tanrının öldüğünü ileri sürdü ya da bu görüşe sığındı Feuerbach ise dini insan ve toplumun yabancılaşması olarak gördü Tanrının insanları değil insanların Tanrıyı yarattığını öne sürdü. Bakunin de dinin

toplumsal devrimle ortadan kalkacağına inanıyordu. Günümüzde de sorun genellikle iki perspektiften değerlendiriliyor ya da dine ilişkin açıklamalar bu iki bakış açısının izlerini taşıyor. Hatırlanacağı gibi K.Marks özellikle “Yahudi Sorunu” ve daha bir çok yazısında dinsel konulara değiniyor ve dinin belirli ekonomik-toplumsal ilişkilerin bir ürünü olarak ortaya

çıktığının altını çiziyordu. Marks, dini ruhsuz dünyanın ruhu, halkların afyonu olarak değerlendirmişti. Onun Yahudi Sorunu’nda söylediği özetlenirse: Komünistler liberallerin çokça altını çizdikleri mülkiyet özgürlüğünü savunmazlar mülkiyetten kopma özgürlüğünü savunurlar; ticaret ve ekonomik faaliyetlerde bulunma özgürlüğünü istemezler bu

faaliyetlerden uzaklaşma özgürlüğünü isterler. Sonuçta Marks’a göre komünistler üretim faaliyetlerinin bir ürünü olarak ortaya çıkan ve liberal düşünürlerin çok önemsediği dinlerin özgürlüğünü savunmazlar dinden kopma, kurtulma özgürlüğünü savunurlar. İnsan ruhsallığının dinsellikten kurtulup dünyevileşmesini arzularlar ve arkasına sermayeci düzenlerin

gücünü alan dinin öbür dünyaya ittiği cenneti yeryüzünde gerçekleştirmek için mücadele ederler.

Dinsel her ortam köktendincilik tehlikesi için bir potansiyeldir. Dolayısıyla köktendincilik dinden, din de kapitalist ilişkilerinden ayrı ele alınamaz. Bu açıdan din meselesi yalnızca kültürel çerçevede ele alındığında çözüm de bu paralelde tartışılıyor

ve siyasal yollardan dincilik ve onu temeline alan köktendincilikler etkisiz hale getirilmeye çalışılıyor. Yani Aydınlanmacılarda ve liberallerde olduğu gibi sorun köktendincilik yönünden bir asayiş sorunu, halk kesimi için de bir bilinçlenme ve aydınlanma meselesi olarak algılanıyor.

Din sorunu ve şeriatçı bir yapı kazanan somut durumlar son yıllarda ülkemizde

de olduğu üzere yoksul kesimlerin eğitimsizliğine, bilgisizliğine indirgeniyor. Bunda isabet olduğu doğrudur; örneğin milliyetçilikler ve faşizmler de yoksulluktan beslenmektedir. Sorunu kültürel düzeyle sınırlandıranların yoksulluğun kaynağını araştırmadıkları, bu kaynağa ortam oluşturan kapitalizmin tasfiye edilmesini ne yazık ki düşünmedikleri görülüyor.

Dinselliğin ve bu taban üzerinde kurulan köktendincilik tehlikesi liberallerin önermeleriyle çözülemeyeceği gibi faizi serbest bırakmanın politikasını yapan kesimlerin çözüm önerileriyle de sonuca ulaşacağa benzemiyor. Din sorununun yanısıra etnik sorunlar, demokrasi ve kadın sorunları ile benzeri insan hakları meseleleri de hiçbir toplumda ekonomik ilişkilerin dışında

ele alınarak kalıcı çözümlere ulaşmış değildir. Çünkü yüzyıllardır bazı değişikliklerle uygulanan bu piyasa ekonomi politikalarıyla bu sorunların insani düzeye çekilemediği görülmüştür.

Doğu toplumlarında dinin gücü Batı toplumlarınkinden fazla olsa da kapitalizmin en fazla gelişkin olduğu toplumlarda da din bir tehlike potansiyeli olma özelliğini

sürdürmektedir. Yani sorun Batılılaşarak da çağdaş bir çözüme kavuşamayacaktır. Zira orada da benzer sorunlar yaşanmaktadır. Çünkü köktendincilik giderek daha kompleks bir oluşum haline gelmekte, din dışı unsurlarla operasyonel bir yapı kazanmaktadır. Dinlerin gelişim seyri birbirlerine benzerlik göstermektedir; Musevilik ve Hıristiyanlık İslamdan daha masum

değildir. Erkeklerin başı giyotinlere verilirken, kadınlar diri diri yakılırken ya da toprağa gömülürken bu dinlerin papaları ve halifeleri deyim yerindeyse kalem kırmışlardır. İsviçre’de teokratik bir monarşi kuran Calvin, Servetus’u idam ettirirken, katolikler Bruno’yu yaktırırken dinlerine ve Tanrılarına sığındılar. Denebilir ki dinler hep halk kesimlerinin

yanında görülmüş ama hiçbir zaman halktan yana olmamışlardır. Hatırlanacağı üzere Mussolini’yi, Hitler’i desteklemek için papalar sıraya girmişti.

Din, gerçekte dindarların öfkelenmesinin çok ötesinde bir öze ve görünüme sahiptir. Bu yüzden onu sınıf ilişkilerinden, egemen sınıfların amaçlarından, politikalarından, devletten ve günümüz

açısından emperyalizm olgusu dışında değerlendirmek gerçekçi değildir.Köktendicilik halk kesimlerinin, aydınların ve sosyalistlerin haklı sorun yaptıkları bir tehlikenin karşılığı olmakla beraber emperyalistlerin de sözde karşı oldukları bir olgudur. Gerçekte ise emperyelistler köktendinci yapılanmaların en büyük destekçisidirler, yeter ki bu yapılar kendi

kontrolleri altında olsun ve istedikleri biçimde onu biçimlendirebilsinler ve yönlendirebilsinler. Çok bariz örnekler vardır: En çok imam hatip okulu ABD destekli 12 Eylül 1980 cuntacılarının gözetiminde yapılmıştır. 1995’lerde etkili olan Hizbullah’ın hangi çerçevede Türkiye’de örgütlendiği biliniyor. Yine El Kaide’nin de ABD emperyalizminin bir projesi olduğu

herkesin malumu. Sermaye güçleri Irak’ta olduğu üzere, dinsel yapıların etkili olduğu toplumları kendilerine kolaylıkla ittifaklar bulabiliyorlar. Sermaye din ile itina kurduğunda demokrasinin en büyük düşmanı olabiliyor ama aynı ittifak yine dinsel yoldan hareket ederek yaptıklarının meşru olduğunu genişçe bir kesime inandırtabiliyor.

Açıklık, eleştiri ve

tartışma çağdaş insan ve toplum için demokrasiyi gerektirir. Dinsel düşünce ve davranış tarzı ise bu çağdaş görünümün karşısındadır. Bu tarz oluşumlar bugün demokrasi istiyor, tartışma hakkı istiyor. Eğer tartışma ve demokratik ortamın kaldırılması için bu haklar isteniyorsa buna demokrasi güçlerinin tavır alması meşrudur, hatta bu kesimlerin tartışma ve

eleştiri ortamından uzaklaştırılmaları da meşru olmalıdır. Unutulmamalı ki çağdaş insan demokrasiyi yalnız seçimle, dolayısıyla çoğunluk hesabıyla kazanan değildir. Demokrasi; bilim ve felsefe cephesinde, siyasi arenada şehitler verilerek kazanılmış olduğu için onu kazanan gelenek, demokrasiyi seçimle ve de parmak hesabıyla kaybetmek istemeyecektir. Marksistler

açısından kutsal feodal inançların, metafizik ve teolojik dinsel tutumların panzehiri ise felsefedir; daha doğrusu bilimsel, felsefi, ideolojik ve örgütsel mücadeledir; baskı, şiddet ve terör değildir.

Onlar açısından katı, mutlak ve dinsel tutumlar yaşamın gelişmesine, yaşam standartlarının yükselmesine, demokrasi bilincinin egemen hale gelmesine, insanın ve

toplumun özgürleşmesine terstir. Bu yüzden Marks’ın dediği gibi halkın özgür ve mutlu olması için bütün dinlerin ortadan kaldırılmaları şarttır.

Egemen sınıflar emekçi mücadelelerinin etkisini kırmak, azaltmak için dini değerlerin durumunu her zaman gündemlerinde tutmaktadırlar; dinler, mezhepler ve tarikatlar arasındaki farklılıkları kine nefrete

dönüştüren politikalarla aktüel hale getirmektedirler. İşte Maraş ve Sivas kıyımları ve katliamları, Turan Dursun gibilerinin öldürülmesi de “iyi niyetli” dindarların tezgahladığı birer katliamdan çok emekçilerin dayanışmacı kültürünü etkisiz hale getirmek için ezen sınıfların ve sermayeci düzenlerin bir tasarısı, bir planı olmuştur. Burjuvazinin dini

kurumlara karşı mücadelesi, devrimci olduğu dönemlerdeki tutumu da dahil hiçbir zaman dinden kurtulma, ondan özgürleşme biçiminde olmamıştır. Gerek liberal anlayışın gerek Aydınlanmanın öne sürdüğü hoşgörü ile din ve vicdan özgürlüğü de gerçek anlamda laikliği getirmemiştir. Çünkü sorun dine özgürlük tanımakta değil dinden özgürleşmektedir. Oysa dine

karşı tutumlar sonuna kadar felsefi ve ideolojik kararlılıkla sürdürülmemiştir. Dolayısıyla her türlü dinsel ve dogmatik yapının, inanç dizgesinin, ilahi erkin ve köktendinciliğin aşılması ancak üç dağın aşılmasıyla; feodalizmin, kapitalizmin ve emperyalizmin yenilmesiyle mümkündür.

- Mehmet Akkaya, Söyleşiler Düşünceler