Senanur Özgür
Senanur Özgür

Ebu Hureyre Abdurrahman b. Sahr'dan nakledildiğine göre; Allah Rasulü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur.

"Size yasakladığım şeylerden hemen kaçının, size emrettiğim şeyleri de gücünüz nisbetinde yerine getirin. Sizden öncekileri helâk eden şey; çokça soru sormaları ve peygamberlerine karşı muhalefet etmeleridir."

Hadis-i şerifte üç

şeye dikkat çekilmiştir: Birincisi; Râsulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'a uymak. İkincisi; Gereğinden fazla soru ve lüzumsuz soru sormamak. Üçüncüsü; Peygamberlere muhalefet etmemek...

Senanur Özgür
Senanur Özgür

Ebu Hureyre diyor ki; Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bize bir gün hutbe irad etti ve şöyle buyurdu:

"Ey insanlar! Allahu Teâlâ size haccı farz kılmıştır. Bu emre uyarak siz de haccediniz."

Bir adam, "her sene mi haccedeceğiz?" diye sorunca; efendimiz sükut etti, cevap vermedi. Adam soruyu üç defa tekrarladı. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahu

aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu;

"Şayet "evet" deseydim, her sene size haccetmek farz olurdu, siz de buna güç yetiremezdiniz. Ben sizi kendi halinize bıraktığım zaman sizde beni kendi halime bırakın. Çünkü sizden öncekiler çokça soru sormalarından ve peygamberlerine muhalefet etmelerinden dolayı helâk olmuşlardı. Size neyi emretsem gücünüz yettiğince yerine

getiriniz. Size herhangi birşeyi de yasaklarsam onu da terk ediniz."

Zehra Betül Güney
Zehra Betül Güney

Tıpkı İsrailoğullarının tarih boyu Peygamberlerine karşı gelerek Allah'ın buyruklarına ters düşmeleri gibi Müslümanlar da Kur'an'ın siyasal İslam doktrinlerinden ve kesin hükümlerinden uzaklaşarak, en büyük düşman olarak belirtilen ve en büyük surelerin içini yüzlerce ayetlerle dolduran inkarcı Yahudiler hakkındaki kırmızı çizgiyi ihlal ederek Allah'a karşı

gelmişlerdir.

Mustafa Ünver
Mustafa Ünver

"Eğer Ehl-i kitab size bir şey anlatacak olursa onu ne tasdik, ne de tekzib edin. Biz Allah'a ve peygamberlerine ve onlara indirilenler inandık deyin. Eğer batıl bir şey ise tasvib etmeyin; doğru bir şeyse karşı çıkmayın..

Abdullah Burak Bircan
Abdullah Burak Bircan

"...gerçek İslâmî hareket

nedir dendiğinde,
nasıl bir dinin gerçeği,
halkın bildiği din olmayıp,
daima Allah’ın peygamberleriyle gönderdiği
ve peygamberlerine vahyettiğinden ibaret ise

İslami hareket denildiğinde de,
sahih anlayış olarak mutlak surette vahye dayalı,
yani Kur’an-ı Kerim çıkışlı,
Kur’an

kaynaklı bir İslam (şu aralar köktenci islam da deniliyor, ya bazı çevrelerde moda tabir alarak) anlaşılmalı.
Sahih İsla­mın mutlaka ve mutlaka olmazsa olmaz şartı
Kur’an’a dayalı olması olmalıdır."

Şahin Güven
Şahin Güven

İşte bu ahlak ilişkileri beş kısımdır:

1. Mü’min kulun bizzat Rabbi’ne karşı ahlaki sorumluluğu,
2. Müminlerin önder ve rehber olan Peygamberlerine karşı ahlaki sorumlulukları,
3. Müminlerin fasıklara karşı ahlaki sorumlulukları,
4. Müminlerin yanlarında bulunan mümin kardeşlerine karşı ahlaki sorumlulukları,
5. Müminlerin yanlarında

bulunmayan kişilere karşı ahlaki sorumlulukları.

Muhammed Zeki Kurt
Muhammed Zeki Kurt

Andolsun biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Bu, Allah’ın, dinine ve peygamberlerine gayba inanarak yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür.
(Hadid

57/25)

Kelabazi
Kelabazi

Hak Teâlâ'nın zellelerden dolayı peygamberlerine ihtarda bulunması, günah işledikleri zaman af dilemenin nasıl olacağını bellesinler diye başkalarını (ümmeti) eğitmek içindir.

Ulvi Murat Kılavuz
Ulvi Murat Kılavuz

Âdem'den son peygamber Muhammed aleyhis-selâm'a kadar ilâhî tebliğin değişmeyen unsuru iman esasları olmuştur. Allah Teâlâ insanlığa gönderdi-ği son vahiy Kur'ân-ı Kerim'in pek çok âyetinde ebedî kurtuluşun anahtarını oluşturan iman esaslarını bize bildirdiği gibi, Resûl-i Ekrem de bir sahâbî görünümü-ne bürünerek kendisine gelen Cebrâil'in “Iman nedir?”

sorusu üzerine “Allah'a, Allah'ın meleklerine, kitapları-na, peygamberlerine ve âhiret gününe inanman, bir de hayrı ve şerriyle kadere iman etmendir” buyurarak bu esasları en özlü biçimde ifade etmiştir.

Iman esasları, Islâm âlimleri tarafından “usûlü'd-dîn” (dinin temelleri) olarak isimlendirilmiştir. Diğer bütün esaslar Allah'a imana dayandığı, O'na

iman edilmedik-çe diğer esaslardan bahsedilemeyeceği için Allah'a iman “aslü'l-usûl” (dinin temel direği) olarak bilinmiştir.
Allah inancını konu edinen elinizdeki eserde işlenecek konular Allah'ın varlığı, isimleri ve sıfatları şeklinde üç temel başlık halinde ele alınmıştır. Bu hususlar temel kaynaklar ışığında ortaya konulmaya çalışılırken

özellik-le Kur'ân-ı Kerim ile Hz. Peygamber'in sahih hadislerine dayanmaya özen gösterilmiş, konular aşırı ayrıntılara ve mezhepler arasındaki görüş farklılıklarına girmeden an-latılmaya gayret edilmiştir.

Bu eserin hazırlanması ve yayımlanmasına vesile olan Diyanet Işleri Başkanlığı yetkilileri ile diğer emeği geçen-lere, ayrıca fikrî katkısını

esirgemeyen arkadaşım Kadir Gömbeyaz'a teşekkür etmeyi borç bilirim.

Gayret bizden, muvaffakiyet Allah'tandır.

Ulvi Murat KILAVUZ Bursa 2013

Muammer Esen
Muammer Esen

Konumuz olan sünnet-bid'at karşıtlığı meselesine tekrar dönecek olursak, burada, bu hususla ilgili olarak şunları söyleyebiliriz:

Sünnet-bid'at karşıtlığı, fırkaların ortaya çıkmasından sonra daha da belirgin hale gelmiştir.

“Falan zat, ‘Ehl-i Sünnet tendir; ya da falan kişi, sünnete uymaktadır.” dendiği zaman, burada adı geçen

“sünnet'ten kasıt, bid'at karşısında bir yer tutan sünnettir.

Nitekim Şâtibî, Muvâfakât adlı eserinde, “Herhangi bir kişi Peygamber'in ameline uygun amel ettiğinde, o kişi sünnet üzeredir, denilir." derken, tam da, bid'at karşıtı sünnetin ne olduğuna açıklık getirmiş olmaktadır.

Sünnete göre inancı tanzim etmenin ya da ona göre amel

yapmanın gereğine inananları ifade etmek üzere kullanıma giren “Ehl-i Sünnet” tabiri içinde yer alan “sünnet”in, burada, “bid'at” karşıtı bir anlam yüklendiği açıkça görülmektedir. Bu manadaki bir sünnetin, artık, “takip edilen yol”, yani “gelenek” anlamından daha ziyade; “takip edilmesi gereken yol, sîret” anlamında itikadî bir hüviyete

büründüğü ortadadır.

Artık sünnet herşeydir. Nitekim Hanbelî âlimlerinde biri olan İbn Receb şöyle diyecektir:

Ehl-i Hadis ve onun dışındakilerinin muteahhir âlimlerinin birçoğunun örfünde sünnet, inançlarda, şüphelerden beri olmaktan ibarettir. Özellikle Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanma meselelerinde bu

böyledir. Aynı şekilde kader meselesi ile sahabenin faziletleri hususlarında da sünnet, aynı şeyden ibarettir. Nitekim bu ilimde, Ehl-i Hadis'in müteahhir âlimleri birçok “musannafất” te’lif ederek bunlara, Kütübü's-Sünne adını verdiler. Ayrıca onlar bu ilme, “Sünnet” (Ehl-i Sünnet) ismini tahsis ettiler. Çünkü bu ilmin önemi büyüktür.

Burada söz

konusu edilen Sünnet'in, akideyle olan ilişkisi açıktır. Nitekim İbn Receb'in bahsettiği muteahhir “Sünnet” (Ehl-i Sünnet) âlimlerinden biri olan Ahmed b. Hanbel (ö.241), “Bize göre sünnetin esasları, kadere; Kur'an'ın Allah kelâmı olup, mahlûk olmadığına; rü'yet hadislerine; Allah'ın kıyamet günü, orada herhangi bir tercüman olmaksızın kullarıyla (vasıtasız)

konuşacağına iman etmektir." demiştir ki, onun zikrettiği bu hususlar, açıkça görüleceği üzere, akideyle ilgili konulardır.

Böylece sünnet tabiri, bizzat savunucuları tarafından (Ashabu'l-Hadis), sadece ameli bir uygulamayı değil, aynı zamanda o, itikadî bir anlamı da ifade etmek üzere kullanılır olmuştur. Öyle ki, “Falan kişi, "Sünnet'tendir.”

denildiği zaman, onun, “Ehl-i Sünnet”ten olduğu vurgulanmak isteniyordu.

Böylece buradan da açıkça anlaşılıyor ki, burada geçen “Sünnet” kavramı, Sünnet Ehli'ni (Ehl-i Sünnet) ifade etmek için kullanılmaktadır.

Nitekim İmam Malik (ö.h.179), herhangi bir kişinin “tevhid” ve “adl” (adalet) den bahsetmesini, o kişinin Mu'tezilî ve Kaderî

olduğuna delil sayarken; diğer taraftan bu gibi şeylerden bahsetmeyi ise, “Ehlü'l-Ehvâ"nın sonradan ortaya çıkardığı bid'atler olarak görmekte ve bütün bu bid'atlere karşılık o, “Sünnet'e uymayı salık vermektedir ki, İmam Malik'in burada söz konusu ettiği “Sünnet” kavramı, aynı zamanda, “Ehl-i Sünnet”i ifade etmektedir.

Görüldüğü üzere burada

söz konusu olan “sünnet”, önceki nesillerin iyi-kötü bütün geleneksel davranışı olmaktan hızla uzaklaşmasının yanısıra, “Ashabu'l-Hadis”in baskın kabullendirmesiyle birlikte, sadece ameli yönde bir örneklik vasfını da aşarak, artık o, hızla "bid'at" karşısındaki yerini almıştır.

Yine böylece onlara göre bid'at de artık, sadece Hz. Peygamber'in

değil, aynı zamanda sahabe ve tabiîn neslinin inanç ve amel geleneğine ters düşen her tür inanç ve uygulamanın adı olmuştur.

Hatta onlar, söz konusu edilenlerin doğru uygulamalarını örnek alan yeni bir takım yöntemleri ortaya çıkarıp, bu yöntemler dâhilinde maslahata uygun yeni birtakım uygulamalar içine girmeyi bile, "sünnet"e muhalif "bid'at" olarak

değerlendirmişlerdir.

Nitekim İmam Malik örneğinde görüldüğü gibi, Kur'an'ın ruhuna uygun olsa bile, tevhid ve adalet (adl)ten bahsetmek, belki önceki nesillerin inançlarına ters düşmeyebilir, ama ne de olsa o nesiller bu gibi kavramlardan bahsetmediğine göre, biz de onlardan (tevhid ve adalet) bahsedemeyiz. Çünkü önceki nesillerin (selef = sahabe + tabiîn) söz

konusu etmediği herşey "bid'at”tir!

Bu mantığa göre, örneğin daha sonraki birçok muhakkik âlimin Allah'ın adaletinden, vahdaniyyetinden, gücünden - kudretinden, velhasıl O'nun sıfatlarından ve kaderden İslam ve Kur'an bağlamında bahsetmesi bile, “bid'at” olmaktadır.

Dolayısıyla daha önceki nesillerin bahis konusu yapmadığı bu gibi hususlardan

bahsedenler de, yine bu mantığa göre, “bid'at ehli" birer sapkın durumuna düşmektedirler.

Oysa söz konusu bu tür hususlar hakkında Kur'an bağlamında i'mal-i fikir etmek, zaman içinde doğru-yanlış tartışma konusu yapılan bu gibi hususları Kur'an'ın temel öğretileri ışığı altında açıklığa kavuşturmaya çalışmak, kelamcı biri nazarında, değil

peygamberi geleneğe/sünnete aykırı düşmek, aksine bu, nebevi geleneğin mantığına daha uygun düşen bir iştir.

Dolayısıyla, insanların inançlarını tahkik-i iman bağlamında daha da sağlamlaştırmak için bir takım muhakkik bilginin kelam ilmi içinde bu gibi temel hususları Kur'an'ın öğretileri dâhilinde en doğru bir şekilde araştırması, dine aykırı bir

bid'at değil, tersine bu, dinin ruhuna uygun olduğu gibi, ayrıca nebevi sünnetin örnekliğine de daha uygun bir faaliyet olarak görülebilir.

Böylece haliyle sonradan ortaya çıktığı için Ashabu'l-Hadis'in bid'at bir ilim olarak kabul ettiği bu tür ilimler (kelam vs.) de, nebevi gelenek örnekliğinde sünnet içinde yerini alabilir.

Ancak ne yazık ki artık

“sünnet”, bizzat “Ashabu'l-Hadis"in kabullendiği/kabullendirdiği manayı yüklenmiş ve böylece anlamı daha da daraltılmıştır.

Böylece daha ilk dönemden itibaren sünnet kavramı, önceki nesillerin inanç ve davranışlarına aykırı olarak sonradan ortaya atılmış ve atılacak olan bid'atleri önlemek amacıyla, özellikle Ashabu'l-Hadis tarafından bu şekilde

formüle edilmiştir.