Gökmen Mor
Gökmen Mor

Bir sonbahar mevsiminde Kızılderililer toplanıp şeflerine, kışın nasıl geçeceğini sormuşlar. Şef konuyla ilgili fikri olmasa da şefliğine laf ettirmemek için, kışın soğuk geçeceğini, ona göre hazırlık yapmaları gerektiğini, özellikle de odun toplamaları gerektiğini söylemiş.

Fakat şef de merak etmiş ve yakın bir kasabaya inip, oradan meteoroloji

yetkililerine telefon açarak, kışın havanın nasıl geçeceğini sormuş. Telefondaki yetkili, bu kış soğuk geçecek cevabını vermiş. Kabilesine geri dönen şef, odun toplamaları konusunda acele etmeleri gerektiğini söyleyerek odun toplama işini hızlandırmış.

Bir kaç hafta sonra şef tekrar kasabaya inerek meteoroloji yetkililerine, kış mevsiminin gerçekten

soğuk geçip geçmeyeceğini sormuş.

Telefondaki yetkili evet, bu kış gerçekten soğuk geçecek cevabını vermiş. Kabilesine geri dönen şef, Kızılderilileri daha çok odun toplamaları gerektiği konusunda uyarıp, emirler vermiş.

İçi bir türlü rahat etmeyen şef, bir iki hafta sonra tekrar kasabaya gidip, meteorolojiyi arayarak: Bu kışın gerçekten

soğuk geçeceğinden eminsiniz değil mi? diye sormuş...

Karşıdaki yetkili: "Evet, kesinlikle eminiz, çünkü Kızılderililer deli gibi odun topluyorlar!" cevabını vermiş.

Sıyrık Şiir Dergisi
Sıyrık Şiir Dergisi

Kadınlara Pamuk Şekerler De Ağlar

Toplayıp hangi mevsime döksem sancıyan yanlarımı
Tüm çiçekler soluyor
Coşkunun uğramadığı kentler doğuyor
Güzelle sıfatlanan kız çocukları
Özgür diye sıfatlanan erkek çocukları doğuruyor.
Bir ülke boyu köye kasabaya kaç çığlık sığıyor.
Saydınız mı hiç ?
Benim coğrafyamda

kuşaklar boyu
Çığlık çığlığa ağlayan kadınlar var
Sorsam kulaklarınıza, seslerini bile tanımazsınız
Kadınlar zaten sessiz savaşçılardır

Cam kenarında çiçekleri
Ve hep başkasında gelecekleri
Ya öldürür onu sokaktan geçen biri
Ya kırar kemiklerini cam misali

Kadınların ağrıyan yanlarına vurulan çileler var


Saçları yirmisinde ağrıyan kadınların
Ruhlarında ne yetmiş yaşlar var
Oynayacak ilk bebekleri doğuran çocuklar var
Daha 15'inde...
Kaşına gözüne şiir yazılan hiç kadın tanımıyorum
Cehaletin kör ettiği gözler var

Hangi kadının prangasıdır saçları ?
Benim memleketimde prangasız suçlular var
Ve kadınlar;

Bir bedene sığdırılmış,
Dillerinden şarkıları alınmış
Üstün tüm yanlarına çivi çakılmış
Ayıp diye duvara asılmış.

Ahh benim kadına özgürlüğü dileyen göğsümde
Ne dar ağaçları kuruluyor
Kaç toplum idam ediyorum orada...
Bir mahkeme salonu zihnimde, yüreğimin hakimliğinde
Kadınları incitenlere ne

cezalar veriyorum

Ayak bileklerimde kırılmış her pranga adına bağlanmış
Boncuklu halhallarım var.
Attığım her adımda kadınlara şarkılar söylüyorum.
Uyandığım her sabahta bir kadın cinayeti,
Sokak ortasında kalan teki olmayan ayakkabıları...
Ben bu düzeni kabullenmiyorum
Tüm ayıplarımın çivisini söküyorum.
Kadına

uzanan yollarında adamların ellerinde,
sadece çiçekler olsun istiyorum.

Benim memleketimde kadınlar var...
Kadınlar ağlar...

Canısı SAĞLAM

Ali Standish
Ali Standish

“Ama içten içe, beraber yaşadıkları bu küçük kasabaya ait olmadığını hissediyordu.
Aslında nereye ait olduğundan pek de emin değildi. Sadece, dünyada onun gördüklerinden çok daha fazlası olduğunu hissediyordu.”

Ali Kemali
Ali Kemali

Sayfa 154-155 :
Üç yüzden fazla Müslümanı, şimdi askeri mahfil olan binaya doldurmuşlar, kapıları kapatıp etrafa -biraz sonra infilak etmek üzere- bombalar dizmişlerdi. Bina içindeki zavallılar, biraz sonra dört taraftan patlayacak bombaların cehennemî ateşleri arasında, nasıl parçalana parçalana öleceklerini düşünerek canhıraş iniltilerle inliyor, Allah’tan

ani ve umulmadık bir ruhani yardım bekliyorlardı. Ortalık soğuk, gök adeta karanlıktı. Yoğun bir kar lapa lapa yağmaya başlamıştı. Bombaların infilakını anbean bekleyen o zavallılar, bu beklenmedik nimetin kıymetini bilmiyorlar, ölürken de titreyerek can çekişmek bedbahtlığına lanetler okuyorlardı.
Kar bir kurtuluş vasıtası olmuş, bomba fitillerini

söndürmüştü. Türk milisleri de -Ermeni canilerini kovalayarak- Erzincan havasına, kurtuluş kokuları yaymaya başlamıştı.
Hakikati, kahraman bir Türk kadını fark etti ve hemen eline geçirmiş olduğu bir baltayla bombalar arasında son dakikalarını hıçkırıklarla yaşamakta olan zavallılara koştu:
- Daha ne duruyorsunuz? Ermeniler kaçtılar, askerimiz geliyor,

dedi ve baltayla kapıyı kırarak, ölümü bekleyen o günahsız Müslümanları kurtardı.
334 [1918] senesi Şubat’ının 12. Günü ileri harekâta başlandı. Bu esnada kıtalarımıza, yalnız düzene sokulan Ermeniler tarafından engel olunuyordu. Fakat bunlar boş gayretleri, ordu durmadan ilerliyordu. Milisler ise zaten kasabaya dahil olmuş, Ermeni zulümlerine nihayet

vermişti.
O andan itibaren düşman istilasından kurtulan Erzincan, nihayet 13 Şubat 334 [1918] tarihinde resmen geri alınmış ve senelerden beri -pejmürde ve perişan bir halde- diyar diyar dolaşan Erzincanlılar, yurtlarına -senelerce zulüm ve düşmanlık altında tahrip edilen, viraneye çevrilen- yuvalarına dönmeye başlamışlardır.

Tufan Öztürk
Tufan Öztürk

Kimisi bir köyde doğdu, büyüdü, tarlasını sürdü, ineğini sağdı, arada bir kasabaya inip alışveriş yaptı: bildiği, yaşadığı, gördüğü buydu. Gömüldü köy mezarlığına; toprağında açan çiçekler arılarında bal oldu, çocuklarının sağdığı inekte süt...
.

Kimisi şehirler gezdi, ülkeler gördü. Diller konuştu eğitim aldı, büyük adam

oldu. Çok bildi. Çok bilmişliği, bir şehir mezarlığında bilinmezliğe uğurlandı.

Rahime Kösem Alcan
Rahime Kösem Alcan

Dört nala sürdüler atları. Hiç nefes almadan gittiler neredeyse. Artık kasabaya yaklaşırken biraz dinlendiler. Kuşluğa doğru vardılar kasabaya. Atlardan inip istişare yaptılar. Ayrılsalar,tek tek arasalar olmazdı. Bilmedikleri yerde iğneyle kuyu kazmaktı bu. Cin fikirli Çakalın oğlu "bu iş böyle olmaz" dedi. "Kız reşit değil. Bu iş candarmanın işi, bizi aşar. Onlar

,çobanı kız kaçırmaktan hapise bile atarlar" diye heyecanla devam etti. Diğerleri onayladı. Jandarmanın yolunu tuttular.
——-
İki sevdalı bilinmeze doğru yol alıyorlardı. Artık konuşmuyorlar,sadece hayal kuruyorlardı. Hayalleri çakışıyordu. Beraber güzel bir gelecek. Kimsenin kendilerine hükmetmediği,üstünlük taslamadığı güzel bir gelecek. Neziha'nın

yüreğindeki karanlık korku hiç geçmiyordu. Belki de küçücük bedenine sığdırdığı acıdan dolayı hep bir yanı tetikteydi. Çoban da tetikte ve sıkıntılıydı ,yalnız umudu ve hayalleri daha uzun sürmekteydi.

Rahime Kösem Alcan
Rahime Kösem Alcan

Köyde bunlar olurken memleket de çok sancılı dönemden geçiyordu. Defalarca seçim yaşamışlar lakin istikrar görememişlerdi. Muhalefet ve iktidar sürekli kavga halindeydi.Radyodan ülkedeki gerginliği dinliyor,kendince yorum yapıp,taraf oluyorlardı. 27 mayıs sabahı radyodan Albay Alparslan Türkeş tarafından bildiri okunmuş,tanklar şehir sokaklarında yürümüş,darbe

yapılmıştı. Ardından Yassıada günleri başlamıştı.Olaylar kaygı ve endişeyle takip ediliyordu. Takip edilen mahkemelerin sonucunda 15 kişi idam cezası almıştı. 16 Eylül 1961 de Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edilmişti. İdamların durdurulması için Türkiye'ye yabancı devletler tarafından telkinde bulunuluyordu. Zira faydası olmadı. 17 Eylülde de Menderes

idam edildi. Diğer idamlar ABD başkanı Kenedy ve 2.Elizabeth'in uğraşlarıyla müebbet hapse çevrilmişti. Bu sıkıntılar olurken halk korku içindeydi. Hemen hemen her evde radyo vardı artık. Ajansları dinlemek için kahveye gitmek gerekmiyordu. Sessizce dinlerler. Fısıltıyla yorum yaparlardı. 15 Kasım'da İsmet İnönü Başbakan olmuş,CHP-AP koalisyonu kurulmuştu. Tüm bunlar

olurken Mahir Bey ailesini alıp Kasabaya taşınmaya karar verdi. O zamanlar köyden kente göçler artmıştı. İlk gidenler bir düzen kurar,sonra diğerlerini çağırırdı. Mahir'in de Mesut Ağabeyi taşınmıştı. Düzenini kurmuş,kardeşini de teşvik etmişti. Onlar da geçim sıkıntısından kurtulmak istiyordu. Elinde değerli ne varsa sattı. Çifti çubuğu,ineği,davarı sattı.

Biraz da boçlandı. Hazırlıklarını tamamladılar.

Nancy Lindisfarne
Nancy Lindisfarne

Kırsal kesim ile merkez şehirler arasında kültürel aracı konumundaki kasaba halkı da ilgimizi çekmişti. 1950'lerde birkaç aile giysi ticareti yapmak için İstanbul'a göçmüştü. Eğitimli bazı kadın ve erkekler ise ülkenin başka yerlerinde meslek sahibi orta sınıfa dahil olmuşlardı. Ekonomik nedenlerle göç edenlerin çoğu bağlarını tamamen koparmamıştı, yaz

tatillerinde kasabayı ziyaret ediyorlardı. Kültürel aracılık hem yerel ve idari yönetimlerde görevli memurlar tarafından, hem de başka şekillerde yürütülmekteydi. İki ulusal kurum, ortopedi hastanesi ve ordunun komando eğitim okulu, devlet ile taşra yönetimi arasında önemli bir bağ yaratmıştı. Her iki kurum da ülkenin her yanından hasta akrabalarını ya da askerlik

görevini yapan oğullarını ziyaret eden 'yerel turistleri' kasabaya çekmekteydi. Ayrıca Eğridir Gölü kenarına kurulmuş olan bu güzel kasaba yurt içinden ve dışından turistler için de bir çekim merkeziydi.