Kadınlara Pamuk Şekerler De Ağlar
Toplayıp hangi mevsime döksem sancıyan yanlarımı
Tüm çiçekler soluyor
Coşkunun uğramadığı kentler doğuyor
Güzelle sıfatlanan kız çocukları
Özgür diye sıfatlanan erkek çocukları doğuruyor.
Bir ülke boyu köye kasabaya kaç çığlık sığıyor.
Saydınız mı hiç ?
Benim coğrafyamda
kuşaklar boyu
Çığlık çığlığa ağlayan kadınlar var
Sorsam kulaklarınıza, seslerini bile tanımazsınız
Kadınlar zaten sessiz savaşçılardır
Cam kenarında çiçekleri
Ve hep başkasında gelecekleri
Ya öldürür onu sokaktan geçen biri
Ya kırar kemiklerini cam misali
Kadınların ağrıyan yanlarına vurulan çileler var
Saçları yirmisinde ağrıyan kadınların
Ruhlarında ne yetmiş yaşlar var
Oynayacak ilk bebekleri doğuran çocuklar var
Daha 15'inde...
Kaşına gözüne şiir yazılan hiç kadın tanımıyorum
Cehaletin kör ettiği gözler var
Hangi kadının prangasıdır saçları ?
Benim memleketimde prangasız suçlular var
Ve kadınlar;
Bir bedene sığdırılmış,
Dillerinden şarkıları alınmış
Üstün tüm yanlarına çivi çakılmış
Ayıp diye duvara asılmış.
Ahh benim kadına özgürlüğü dileyen göğsümde
Ne dar ağaçları kuruluyor
Kaç toplum idam ediyorum orada...
Bir mahkeme salonu zihnimde, yüreğimin hakimliğinde
Kadınları incitenlere ne
cezalar veriyorum
Ayak bileklerimde kırılmış her pranga adına bağlanmış
Boncuklu halhallarım var.
Attığım her adımda kadınlara şarkılar söylüyorum.
Uyandığım her sabahta bir kadın cinayeti,
Sokak ortasında kalan teki olmayan ayakkabıları...
Ben bu düzeni kabullenmiyorum
Tüm ayıplarımın çivisini söküyorum.
Kadına
uzanan yollarında adamların ellerinde,
sadece çiçekler olsun istiyorum.
Benim memleketimde kadınlar var...
Kadınlar ağlar...
Canısı SAĞLAM
“Ama içten içe, beraber yaşadıkları bu küçük kasabaya ait olmadığını hissediyordu.
Aslında nereye ait olduğundan pek de emin değildi. Sadece, dünyada onun gördüklerinden çok daha fazlası olduğunu hissediyordu.”
Sayfa 154-155 :
Üç yüzden fazla Müslümanı, şimdi askeri mahfil olan binaya doldurmuşlar, kapıları kapatıp etrafa -biraz sonra infilak etmek üzere- bombalar dizmişlerdi. Bina içindeki zavallılar, biraz sonra dört taraftan patlayacak bombaların cehennemî ateşleri arasında, nasıl parçalana parçalana öleceklerini düşünerek canhıraş iniltilerle inliyor, Allah’tan
ani ve umulmadık bir ruhani yardım bekliyorlardı. Ortalık soğuk, gök adeta karanlıktı. Yoğun bir kar lapa lapa yağmaya başlamıştı. Bombaların infilakını anbean bekleyen o zavallılar, bu beklenmedik nimetin kıymetini bilmiyorlar, ölürken de titreyerek can çekişmek bedbahtlığına lanetler okuyorlardı.
Kar bir kurtuluş vasıtası olmuş, bomba fitillerini
söndürmüştü. Türk milisleri de -Ermeni canilerini kovalayarak- Erzincan havasına, kurtuluş kokuları yaymaya başlamıştı.
Hakikati, kahraman bir Türk kadını fark etti ve hemen eline geçirmiş olduğu bir baltayla bombalar arasında son dakikalarını hıçkırıklarla yaşamakta olan zavallılara koştu:
- Daha ne duruyorsunuz? Ermeniler kaçtılar, askerimiz geliyor,
dedi ve baltayla kapıyı kırarak, ölümü bekleyen o günahsız Müslümanları kurtardı.
334 [1918] senesi Şubat’ının 12. Günü ileri harekâta başlandı. Bu esnada kıtalarımıza, yalnız düzene sokulan Ermeniler tarafından engel olunuyordu. Fakat bunlar boş gayretleri, ordu durmadan ilerliyordu. Milisler ise zaten kasabaya dahil olmuş, Ermeni zulümlerine nihayet
vermişti.
O andan itibaren düşman istilasından kurtulan Erzincan, nihayet 13 Şubat 334 [1918] tarihinde resmen geri alınmış ve senelerden beri -pejmürde ve perişan bir halde- diyar diyar dolaşan Erzincanlılar, yurtlarına -senelerce zulüm ve düşmanlık altında tahrip edilen, viraneye çevrilen- yuvalarına dönmeye başlamışlardır.
Kimisi bir köyde doğdu, büyüdü, tarlasını sürdü, ineğini sağdı, arada bir kasabaya inip alışveriş yaptı: bildiği, yaşadığı, gördüğü buydu. Gömüldü köy mezarlığına; toprağında açan çiçekler arılarında bal oldu, çocuklarının sağdığı inekte süt...
.
Kimisi şehirler gezdi, ülkeler gördü. Diller konuştu eğitim aldı, büyük adam
oldu. Çok bildi. Çok bilmişliği, bir şehir mezarlığında bilinmezliğe uğurlandı.
Dört nala sürdüler atları. Hiç nefes almadan gittiler neredeyse. Artık kasabaya yaklaşırken biraz dinlendiler. Kuşluğa doğru vardılar kasabaya. Atlardan inip istişare yaptılar. Ayrılsalar,tek tek arasalar olmazdı. Bilmedikleri yerde iğneyle kuyu kazmaktı bu. Cin fikirli Çakalın oğlu "bu iş böyle olmaz" dedi. "Kız reşit değil. Bu iş candarmanın işi, bizi aşar. Onlar
,çobanı kız kaçırmaktan hapise bile atarlar" diye heyecanla devam etti. Diğerleri onayladı. Jandarmanın yolunu tuttular.
——-
İki sevdalı bilinmeze doğru yol alıyorlardı. Artık konuşmuyorlar,sadece hayal kuruyorlardı. Hayalleri çakışıyordu. Beraber güzel bir gelecek. Kimsenin kendilerine hükmetmediği,üstünlük taslamadığı güzel bir gelecek. Neziha'nın
yüreğindeki karanlık korku hiç geçmiyordu. Belki de küçücük bedenine sığdırdığı acıdan dolayı hep bir yanı tetikteydi. Çoban da tetikte ve sıkıntılıydı ,yalnız umudu ve hayalleri daha uzun sürmekteydi.
Köyde bunlar olurken memleket de çok sancılı dönemden geçiyordu. Defalarca seçim yaşamışlar lakin istikrar görememişlerdi. Muhalefet ve iktidar sürekli kavga halindeydi.Radyodan ülkedeki gerginliği dinliyor,kendince yorum yapıp,taraf oluyorlardı. 27 mayıs sabahı radyodan Albay Alparslan Türkeş tarafından bildiri okunmuş,tanklar şehir sokaklarında yürümüş,darbe
yapılmıştı. Ardından Yassıada günleri başlamıştı.Olaylar kaygı ve endişeyle takip ediliyordu. Takip edilen mahkemelerin sonucunda 15 kişi idam cezası almıştı. 16 Eylül 1961 de Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edilmişti. İdamların durdurulması için Türkiye'ye yabancı devletler tarafından telkinde bulunuluyordu. Zira faydası olmadı. 17 Eylülde de Menderes
idam edildi. Diğer idamlar ABD başkanı Kenedy ve 2.Elizabeth'in uğraşlarıyla müebbet hapse çevrilmişti. Bu sıkıntılar olurken halk korku içindeydi. Hemen hemen her evde radyo vardı artık. Ajansları dinlemek için kahveye gitmek gerekmiyordu. Sessizce dinlerler. Fısıltıyla yorum yaparlardı. 15 Kasım'da İsmet İnönü Başbakan olmuş,CHP-AP koalisyonu kurulmuştu. Tüm bunlar
olurken Mahir Bey ailesini alıp Kasabaya taşınmaya karar verdi. O zamanlar köyden kente göçler artmıştı. İlk gidenler bir düzen kurar,sonra diğerlerini çağırırdı. Mahir'in de Mesut Ağabeyi taşınmıştı. Düzenini kurmuş,kardeşini de teşvik etmişti. Onlar da geçim sıkıntısından kurtulmak istiyordu. Elinde değerli ne varsa sattı. Çifti çubuğu,ineği,davarı sattı.
Biraz da boçlandı. Hazırlıklarını tamamladılar.
Kırsal kesim ile merkez şehirler arasında kültürel aracı konumundaki kasaba halkı da ilgimizi çekmişti. 1950'lerde birkaç aile giysi ticareti yapmak için İstanbul'a göçmüştü. Eğitimli bazı kadın ve erkekler ise ülkenin başka yerlerinde meslek sahibi orta sınıfa dahil olmuşlardı. Ekonomik nedenlerle göç edenlerin çoğu bağlarını tamamen koparmamıştı, yaz
tatillerinde kasabayı ziyaret ediyorlardı. Kültürel aracılık hem yerel ve idari yönetimlerde görevli memurlar tarafından, hem de başka şekillerde yürütülmekteydi. İki ulusal kurum, ortopedi hastanesi ve ordunun komando eğitim okulu, devlet ile taşra yönetimi arasında önemli bir bağ yaratmıştı. Her iki kurum da ülkenin her yanından hasta akrabalarını ya da askerlik
görevini yapan oğullarını ziyaret eden 'yerel turistleri' kasabaya çekmekteydi. Ayrıca Eğridir Gölü kenarına kurulmuş olan bu güzel kasaba yurt içinden ve dışından turistler için de bir çekim merkeziydi.