Sabahattin Ali
Sabahattin Ali

"Evvela, bütün muvaffakiyetinin başı olarak büyük bir iltimas arayacaksın...
İtiraz etme, bal gibi arayacaksın. Hatta, eğer son sınıflara yaklaştıysan aramaya başlamışsındır bile...
Ondan sonra memleketin göz önünde bir yerine tayin olunmak...
İhtisas yapmak imkânlarını elde etmek...
Sonra para kazanmak: Bol bol, avuç avuç, çılgınlar gibi

kazanmak...
Sonra güzel bir karı almak...
Kafaca anlaşacağın ve ruhu ruhuna uygun bir kadın değil! Herkes gördüğü zaman ‘Aman! Bakın, falancanın ne enfes karısı var!’ desin yeter!..

Yalnız bu noktada idealistsiniz; ve maddi menfaatler ve rahatlar haricinde yegâne manevi zevkiniz budur:
Güzel karı alıp herkese parmak ısırtmak...
Sonra

otomobil, apartman...
Daha sonra göbek, poker vesaire..."

Sabahattin Ali
Sabahattin Ali

Ben bir kafa taşıyorum. Bu kafa yalnız karnımı doyurmak, üstümü giydirmek imkanlarını ihzar edecek bir makine, bir uşak değildir. İnsan dimağlarının ekmek maada da meşgul olması icap eden bir takım meseleler vardır ki bunların gündelik hayatla bir guna alakaları yoktur.

Sabahattin Ali
Sabahattin Ali

Bir müddet daha düşününce dünyada da hiçbir yere bağlı olmadığını hissetti ve içten içe bu kadar yabancı olduğu bu hayatta kendisini birçok kayıtların kuşatmasına, ondan, istediği gibi hareket imkânlarını almasına müthiş içerledi.

Murat Menteş
Murat Menteş

Şükreden kişi kendiyle barışarak yücelme imkanlarını genişletir.

Zeynep Kaban Kadıoğlu
Zeynep Kaban Kadıoğlu

Bireyler arasındaki hediyeleşmeler de güç ilişkisini yansıtabilir. Hediye seçiminde birey aynı zamanda kendi tüketim imkânlarını tanımlar. Zaman zaman karşıdakini mutlu etme amacından kendini tatmin etme amacına kayan dengeler görülebilir.

Şehnaz Erkan
Şehnaz Erkan

TANIK

Asude Zeren’in ailesinin evinin önüne epey toz kaldırarak yanaşıp park ettiğimde saat öğleyi bulmuş olmalıydı. Radyoda yine yaklaşan bir fırtınadan bahsediliyordu ama havada en ufak bir belirti yoktu. Aslında biraz sepelese fena olmayacaktı. Arabaların ve insanların üstüne yapışan toz belki azıcık yatışmış olurdu. Biraz serinlik konukları

sevindirirdi.
Erken gelmiştim, akşama kadar en iyi arkadaşıma biraz yardım ederim diye umuyordum. Aslında parti başladığında gitmiş olmayı daha çok isterdim ama bu mümkün değildi tabii. Asude Zeren’in (iki ismini birlikte kullanırdı) ve müstakbel nişanlısı Onur’un aşklarının bir numaralı tanığı olarak gece boyu ortalıkta olmak gibi bir görevim vardı.

Boş arsalarla çevrili evin etrafında sayısız çelenk vardı. Şehrin bütün ileri gelenleri, şehrin kalburüstü tüm çiçek evlerini boşaltmış gibi duruyordu. Bahçedeyse daha çok çiçekle karşılanıyordunuz. Köşedeki yaşlı salkım söğüt bile neredeyse bütün dalları led aydınlatmalarla sarmalanmış olarak, kuyumcu vitrini gibi parlamak için geceyi bekliyordu. Ortaya

konan altı yuvarlak, ahşap beyaz masa az sayıda hatırlı konuğu ağırlayacaktı. Masaların her biri harikulade bir el işçiliğine sahipti. Etraflarına aynı zariflikte onar beyaz sandalye dizilmişti. Sofra düzeni henüz tamamlanmamıştı, sadece erguvan renkli suplalar masaların üzerine konmuştu. Davetin ağırlığına yakışacak, klasik çalgılardan oluşan mini orkestraya

ayrılan yerin önünden yürüyüp verandaya çıktım. Burada da küçük bir bar kuruluyordu. İçeriye geçtim. Arkadaşım organizasyonla ilgili olduğunu düşündüğüm iki kişiyle konuşuyordu. Beni görünce gülümsedi. Çok sakin görünüyordu. Yüzyıllardır birlikte olan insanlara nişanlanmak heyecan vermiyordu demek ki. Yanıma gelip bana sarıldı. Beylere teşekkür etti,

birlikte üst kattaki odasına çıktık. Ben elbise kılıfımı ve makyaj malzemelerimin olduğu çantamı odasına bırakırken bana bahçe için sipariş ettiği solar aydınlatmaların geç geldiğini, onları şarj etmek için az zamanımızın olduğunu anlattı. Anladığım kadarıyla karanlık çöktüğünde yeteri kadar parlıyor olmayacaklardı. En ciddi sorun buysa çok şanslı

sayılırdık.
Bu evin en sevdiğim yeri salon büyüklüğündeki mutfağıydı. Bana kalsa nişanı orada yapardım. Birlikte mutfağa geçip yemek yedik. Asude Zeren’in iki teyzesi de yanımızdaydı. Ben felaket habercisi olmak istemediğim için fırtınadan bahsetmedim. Konuyu küçük teyzesi açtı. Bu kadar sıcak ve berrak bir yaz günü hiçbirimiz bahsedilen boyutta bir

fırtınayı hayal edemiyorduk. Üstelik yaz başından beri yapılan üçüncü fırtına uyarısıydı bu. İlk ikisi asılsız çıkmıştı. Sonuç olarak Asude Zeren ve ailesi bu nişanı bir kez daha ertelemeyeceklerdi.
Bahçeye çıktığımızda barın kurulma işi bitmişti. Bize içecek bir şeyler ikram etmek istediler, ikimiz de birer kokteyl aldık. Biz masaların arasında

dolanırken bahçe kapısından durmadan yeni çiçekler ve hediyeler teslim alınıyordu. Bir ara onları koyacak yer konusunda organizasyon şirketiyle Seher Hanım’ın tartıştıklarını duydum. Asude Zeren annesini yatıştırmak için onu alıp içeriye götürdü. Ben de sofra düzenine yardım etmek için bahçede kaldım.
Saat dörde doğru beni kuaför geldiği için

çağırdılar. Böylece bütün öğleden sonrayı Asude Zeren’in odasında şampanya içerek ve güzelleşerek, bir pijama partisi havasında geçirdik. Doğrusu arkadaşım kendisini şımartmak için bütün imkânlarını ustalıkla kullanıyordu. Ben de çocukluğumuzdan beri olduğu gibi şımarıklığının ortağı oluyordum.
Bu son derece profesyonel ve bir o kadar pahalı ekip

evdeki tüm kadınlarla işini bitirdiğinde bahçeden keman sesleri gelmeye başlamıştı bile. Ben de hemen en külkedisi halimle baloya katılmak için bahçeye çıktım. Görüntüm kadar kafam da güzel olduğu için artık hiçbir yere gitmek istemiyordum. Konukların yarıdan fazlası gelmiş gibiydi. Onur ve ailesi kapıya yakın bir yerde onları karşılıyor, birkaç samimi cümleden

oluşan kısa sohbetlerle masalarına gönderiyordu misafirleri. Havada, okşamasına hayır diyemediğimiz sakin bir rüzgâr ve birkaç bulut pufu vardı.
Asude Zeren’in Aliexpress’ten sipariş ettiği, güvercin şeklindeki solar aydınlatmalar masaların arasında çok zarif görünüyorlardı. Bu yarı parlak halleriyle bile hiç kimse onların zevkli birer tasarım ürünü

olmadıklarını söyleyemezdi. Orkestra Vivaldi’nin Spring’ini çalıyordu ve ben de yakında evlenecek olanın Asude Zeren mi yoksa köşedeki salkım söğüt mü olduğuna karar vermeye çalışıyordum.
Kısa süreliğine şampanyaya ara verip yerime oturdum çünkü yemek servisi başlamıştı. Arkadaşım ve nişanlısı masaları dolaşarak her masada onlar için ayrılmış

sandalyelere oturuyor ve konuklarla sohbet ediyorlardı. Eğer bir masada sandalyelerden biri alınmış ya da münasebetsiz bir konuk tarafından kapılmışsa Onur hemen Asude Zeren’i dizine oturtuyor, böylece ikisi tek sandalyeyi paylaşıp mutluluklarını sergilemiş oluyorlardı.
Ben, Asude Zeren organizasyon şirketinin önerdiğini beğenmediği için İstanbul’dan getirilen

şefin özel tarifi olan kuzu etini ve yanında garnitür olarak, aslında yöresel bir yemek olduğu halde düğün temasına uygun olduğu için sunulan keşkeği yerken Onur’un babası çocuklarıyla duyduğu gururu anlatan bir konuşma yaptı. Sonradan hatırlayamayacağım şeyler arasında bu konuşma da yer aldığı için detay veremiyorum ama bir ara oğlunun Yale mezunu olduğundan

bahsettiğini ve sertleşen rüzgâr yüzünden devrilen mikrofonu anımsıyorum. Köşedeki salkım söğüdün parıldayan dalları Çaykovski, Bach ve Wagner eşliğinde dans ediyordu. Konuklar ise eşlik etmeseler de içtikleri şampanyaların hakkını veren kahkahalar atıyorlardı. Savrulmaya başlayan saçlar, masalardan uçan peçeteler ve açık mikrofondan gelen uğultu sesleri

arasında birkaç solar güvercinin kanat çırparak havalandığını gördüm. Bastıran yağmurun boşalan kadehleri dolduruşu, eve doğru kaçışan gabardin, saten ve taftalar, hayret nidalarını bastıran gök gürültüsüyle eş zamanlı olarak ortalığın bir an aydınlanması, sonra tamamen karanlığa gömülmemiz... Fırtına öncesine dair tüm hatırlayabildiklerim bunlar.

Yağmur ne kadar sürdü, ne kadar bekledik bilmiyorum ama biraz ayılmaya başladığımda ortalık hâlâ karanlıktı ve konukların çoğuyla birlikte hâlâ bahçedeydim. Sanırım yakınlara bir yere, belki bir trafoya yıldırım düşmüştü ve su alan jeneratörden bahsediliyordu. Evin etrafındaki balçığa dönüşen toprak ve kapanmış olabilecek yol yüzünden kimse gitmeye

cesaret edemiyordu. Karanlıkta olabilirdik ama en azından karnımız toktu ve içkimiz vardı. İçeriden gelen biri, üst katın pencerelerinden, ileride bir evin ışığının göründüğünü söyledi. Seher Hanım’la birlikte girip baktılar. Anlaşılan Seher Hanım bu komşuları tanımıyordu ya da hâlâ yeterince ayılamamıştı. Yine de büyük çoğunluk oraya gitmek istedi.

Asude Zeren gideceği için ben de mecburen gidecektim.
Hava yeniden açılmıştı ama yerdeki çamur yüzünden topuklu ayakkabıyla yürümek imkânsızdı. O yüzden kadınların çoğu, bir ellerinde ayakkabıları diğer elleriyle eteklerini tutarak tek sıra halinde yürüyordu. Bu halimizle peşimize orkestrayı da takmış olsak bir Emir Kusturica filminden fırlamış kadar olurduk.

Işığı görünen ev tahmin edilenden daha uzakta çıkmıştı. Ama yürümeye devam ettik. Ara sıra yönümüzü şaşırıyor, evi gözden kaybediyorduk. Kısa bir süre sonra biri onu yeniden fark ediyor ve tekrar oraya doğru yürümeye başlıyorduk. Sanki ev biz yaklaştıkça yer değiştiriyordu. Bir süre sonra evden müzik sesleri de gelmeye başladı. Orada da bir kutlama

olmalıydı ve belli ki onların jeneratörleri sağlam kalabilmişti. Evi çevreleyen çelenkler de bu tezimi doğruluyordu. İyice yaklaştığımızda bahçeden gelen kahkahaları da duyar olduk. Konuşan bir erkekti, oğlunun Yale mezunu olduğunu söylüyordu. Rüzgârın mikrofonunu devirdiğini duyduk.
Olduğumuz yerde donakalmıştık. Kimse bir adım daha atmaya cesaret edemiyordu.

Gruptan da çıt çıkmıyordu. Fırtına tekrar başlamıştı ve bahçede, ışıldayan dalları hızla savrulan bir salkım söğüt görülüyordu. Tam da o anda, gökyüzünden bir el uzanmış gibi, bir yıldırım evi yakaladı ve çığlıklar eşliğinde korkunç bir gök gürültüsü kulaklarımızda patladı. İnsana sonsuz gibi gelen o kısacık anlar içinde ev öyle bir hızla

yanmaya başlamıştı ki, yangının bahçeye ağaçlara ve kapı önünde duran arabalara sıçraması sadece birkaç dakika sürmüştü. Ne kadar süre olduğumuz yerde durup izledik bilmiyorum ama dışarıya çıkan hiç kimseyi görmedik.

Orhan Erkanlı
Orhan Erkanlı

2"Zorlama ve aşmak ister, direnirseniz iki akibetten birine uğramanız muhtemeldir. Ya partideki bütün yetkileriniz, imkânlarını elinizden alınır, bir kenara itilirsiniz; veya partide siyasî hayatınız bitmiştir, Paşa "Ya ben ya o" der ve gidersiniz."

Muhammed Müctehid Şebusteri
Muhammed Müctehid Şebusteri

İslam düşüncesine kaynaklık eden soyut mutlak algısı yani saf tevhid, İslami akla epistemolojik imkânlar olarak geri dönmekte ve İslami akıl bu sayede varlık âlemine dair soru sorabilme ve cevap elde edebilme imkânına kavuşmaktadır. Bu da varlık âlemine yönelik olarak İslami aklın önünde ontolojik anlamda hiçbir sınır ve engelin olmadığı anlamına gelmektedir. Oysa

mutlağın somut olarak algılandığı kültürlerde bunun tam tersi bir durum yaşanmış ve sınırlı olarak tasavvur edilen mutlak, akli soru ve cevapların yerini almıştır. Mutlağın ötesi olamayacağından akıl bu sınırlara çarptığında etkinlik alanı sona ermiştir. Akıl ancak bu ilişki soyut lehine genişledikçe hareket etme alanı bulmuş ve bu oranda ortaya felsefe ve

bilim koyabilmiştir. Bu soyut mutlak algısının ontolojik sonucu ise mukayyet olanla mutlak olan arasında herhangi bir çatışma alanının yaşanmaması olmuştur. Çünkü İslam düşüncesine kaynaklık eden mutlak tamamen soyut ve mukayyet varlıklar da somut olduklarından bunlar arasında herhangi bir ontolojik çatışma yaşanmamaktadır. Böylece İslam medeniyetinin felsefi ufkunu

oluşturan soyut mutlak algısı mukayyet varlıkların ontolojik var olma zeminiyle birlikte bunların açıklanabilmesinin epistemolojik imkânlarını oluşturmaktadır. Başka bir deyişle İslam düşüncesinde mutlakla mukayyet olanın iç içe geçtiği bir ontolojik çakışma yaşanmadığından mutlak algısı metafizik bir ilke haline gelerek epistemolojik bir açıklama işlevi

görebilmektedir. Yani mezkür ontolojik çakışmanın olmaması İslam düşüncesine mutlağı metafizik bir ilke haline getirerek bütün epistemolojiyi bunun üzerine kurabilme imkânı sunmaktadır. Dolayısıyla İslam düşüncesi açısından mutlağın ontolojik olarak soyut olması gerçek anlamda bir epistemoloji yapabilmeyi sağlayan bir imkân olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü

ontolojik olarak soyut olan bu mutlak, hiçbir akli soru ve cevabın yerini almayarak ortaya gerçek anlamda bir epistemoloji çıkmasının yani bilgi üretilmesinin yolunu açmaktadır. Bu sayede Müslümanların inandığı mutlak, mümkün varlıkların ontolojik var olma zeminini oluşturarak mutlağın soyut olması onlara varlık alanına çıkma şansı vermektedir, aksi takdirde

varlıkları mutlak tarafından ortadan kaldırılacağından aslında hiç var olmayabileceklerdi ve bunlar hakkında soru sorarak makul bir cevap beklemenin ontolojik zemini haline gelmektedir. İslam düşüncesindeki anlamıyla mutlağın, hiçbir felsefi soru ve cevabın yerini almamasının yani hiçbir sorunun cevabı olmamasının anlamı da işte budur.

Muhammet Altaytaş
Muhammet Altaytaş

Son bölümde, İslâm'a yönelik eleştirel görüşleri üzerinde durduğumuz Turan Dursun ve Erdoğan Aydın'ın genel olarak eleştirilerinin niteliği, temel görüş ve iddialarının düşünce tarihindeki yeri ve günümüzdeki anlamı ile vardığımız sonuçlar ve önerilerimizüzerinde duracağız. Şunu da belirtelim ki, yazarların eleştirileri, sadece kendi görüşlerini değil

başta İlhan Arsel, Server Tanilli gibi yazarlar olmak üzere ülkemizdeki “maddeci sol” düşüncenin -üs-lup farklılıkları dışında temel iddiaları ve nitelikleri bakımından: İslâm'a yönelik eleştirilerini de büyük ölçüde yansıtmaktadır.
Özetle, yazarlar İslâm'ı pozitivist 'bilim ve akıl ile çağdaş insanlık değerleri" ölçütünde değerlendirirler.

İslâmi değerlerin bu ölçülere ters düştüğü, çağın gerisinde kaldığı, modernleşme imkânı olmadığı gibi, modernleşmemizi de engellediği, dolayısıyla reddedilmesi gerektiği sonucuna varırlar. Ayrıca dinin dogmatik bir yapıda olduğunu, özgür, yaratıcı düşünceyi engellediğini de sıkça vurgularlar.
Yazarlar ateizmden yanadır, ancak onlar ateizmi felsefi

bir problem olmaktan ziyade, ideolojik bir dünya görüşü ve politik bir yaşam biçimi olarak sunmaktadırlar. Eski Sovyetler Birliği'nde ve sosyalizmin hakim olduğu bazı üçüncü dünya ülkelerinde olduğu gibi ülkemizdeki sosyalistler de ateizmi, ideolojilerinin ayrılmaz bir parçası ve prapaganda aracı olarak değerlendirirler ve bilimsel ateizm adıyla takdim ederler. Özellikle

Turan Dursun'un -ki o bir sosyalist değildir- dine karşı eleştirilerinin oturtulduğu zemin ile Erdoğan Aydın'ın eserleri ve görüşleri bunun örnekleridir.
1) Eleştirinin hislerin tuzağından kurtulma ve kapsamlı bir “anlama”, “yorumlama” çabası olarak algılanması gerektiği kanaatindeyiz. Böyle bir eleştiri faaliyeti bir çok bakımdan değerlidir ve takdire

şayandır. Hür düşünce ve kültürel farklılıklar ötekilerle diyalog kurarak varolabilir, kendisini geliştirip yenileyebilir. Böyle bir eleştiri bir bakıma kendini ötekinin diline tercüme etmek olduğu için her iki dili de iyi bilmeyi gerektirir. Ne var ki ülkemizde yaratıcı, ufuk ve zihin açıcı, geliştirici ve diyaloğa dayalı eleştiri gelenekleri icat etmeyi

başarabilmiş değiliz. Böyle bir gelenek oluşturamayışımızın temel sebebi, hem tarihi kimliğimizi ifade edebileceğimiz inanç ve değerlerimizi, kültürümüzü hem de çağımızın ruhunu gereği gibi kavrayamayışımızdır.

Kanaatimizce dünya standartlarına ve bilimsel ölçülere göre, gerek müslüman ilim adamları, gerekse müsteşrikler tarafından yapılmış

çalışmalara kıyasla değerlendirmek gerekirse, yazarların bu eleştirilerini, “ideolojik kavram ve şablonlar", “bilimsellikten uzak” “avami, kaba, ham, hamasi” bazen de “agresif” unsurların belirlediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak çalışmalarının bu özelliği onların etkinliğini, onlara olan rağbeti, alâkayı azaltması bir yana tam da halk düzeyindeki

ilginin sebebini oluşturmaktadır. Daha da üzücü olanı şu ki, bu eleştiriler düzeyinde şekillenen din anlayışı, aralarında bazı aydınların da bulunduğu, azımsanmayacak bir kesimin, çoğu zaman medyada ve siyasi düzlemde gündeme gelen din anlayışının da düzeyine işaret etmesidir. Aslında bu durum toplum olarak bizim kendi kültür tarihimiz, inanç ve değerlerimiz

konusundaki amatörlüğümüzün de bir işareti olarak görülebilir.

Bu durum sadece itikadi bakımdan değil, sosyal, siyasi ve iktisadi bakımdan da önemli sonuçlar doğurmaktadır. Bunun sonucu olarak profesyonellerce belirlenen dünya arenasında, hem “milli varlığımızı” ortaya koymamız zorlaşmakta hem de aleyhimizdeki kültürel ve siyasi tehlikeleri fark etme

konusundaki basiretimiz bağlanmaktadır.

Günümüzdeki bu İslâm eleştirilerinin bir yönüyle XIX. yy'lın son ve XX. yy.'lın ilk yarısında pozitivizmin Türkiye'ye girişiyle, Abdullah Cevdet (1869-1932), Kılıçzade Hakkı (1872-1959), Hüseyin Cahit Yalçın (1874-1959) vb. isimler tarafından ortaya konulan eleştirilerin” -biraz daha vulgarize- bir versiyonu ve kendi

geleneğimiz bakımından “köksüz” olduğunu söyleyebiliriz; Batı kökenli bu geleneğin en önemli zaaflarından birisi de İslam ve Hristiyanlığı “din” adı alında aynı kefeye koyup aynı ölçülerle değerlendirmesidir.
Modern Batılı araştırmacı Leslie Lipson'un da ifade ettiği gibi İslâm inançlarında, Hıristiyan teolojisinde bulunduğu türden, Tanrının

insan biçiminde, bakireden doğma bir oğulun babası olması ve onun yeniden dirilmesi hikayesine, üçlü birlik kavramı gibi doktrinlere, İsa'nın yaşamını ve ölümünü kuşatan mitlere vs. yer verilmez.
İslâmi doktrin basit, açık ve dolaysızdır İslâm'da Allah'ın birliği ve Hz. Muhammed'in peygamberliği kabul edilince gerisi akli olarak temellendirilebilir. Hatta birçok

İslâm filozofu ve kelâm alimine göre Allah'ın varlığı peygamberliğin gerekliliği de akılla bilinebilir.

2)Çalışmamızda gözettiğimiz ve önemle üzerinde durduğumuz
Şu ayrıma dikkat çekmek istiyoruz. Biz, bilimsel ve rasyonel olarak temellendirilebilecek anlam dünyasına sahip yegane sistemin; İslâm olduğunu iddia etmiyoruz. Her inancın, ideolojinin kendi

usülü ve mâkuliyeti içinde kurulabileceğini, tutarlı olabileceğini
ötekilerle karşılaştırılabileceğini kabul ediyoruz. Ancak bütün bu inanç ve ideolojilerin hakikatle ilgisini kurma, bilimsel değil, felsefi, kalbi, şahsi tecrübelerin ve subjektif tercih ve unsurların katıldığı bir süreçtir. Bilim kendi sınırlarının, tecrübi alanın dışi çıktığında, bilim

olma özelliğini ve nesnelliğini yitirir.

Oysa yazarlar kendi materyalist dünya görüşlerini bilimsel, rasyonel, dini ise bilim ve akıldışı, hayali vs. diye nitelerler. İşte bizim “bilim-dişı, ideolojik” tavır derken kastetiğimiz de budur. Bir insanın bilimsellik adına, “doğru, bilimsel tek yaşam tarzı vardır, herkesin onu kabul etmesi zorunludur”

şeklindeki tavrı bilimsel, entelektüel bir yönteme değil, ilkel bir inanca işaret eder.

3)İslâm'ı değerlendirirken “bilim” ve "akıl”ı temel ölçüt alan yazarlar “bilim“i aklı “Akılcılık ” ile karıştırmak suretiyle zaman zaman “dogmatizm” olarak nitelendirilebilecek “katı, ideolojik” bir yaklaşım sergilerler. Felsefi ve metafizik konular

mahiyeti itibariyle deney ve tecrübenin, dolayısıyla pozitif bilimin konusu olmadığı halde, yazarlar -bilimin çağımızdaki otoritesinden yararlanmak amacıyla- İslâmi inançları çoğu zaman bilimsel ölçütlere göre değerlendirirler. Din ve bilim felsefesi açısından değeri olmayan ve önemli problemler içeren bu yaklaşım, bilimin

mutlaklaştırılmasıdan/kutsallaştırılmasından başka bir şey değildir.”

Tarihin hiçbir döneminde bilim kendisini dine karşı bir “kurtuluş yolu” olarak görmedi. Bilimin yegâne “yol gösterici” olduğu görüşü, çağımızda modem pozitivizmin güçlendirdiği bir inançtır. Bilgi imkânları tecrübi alanla sınırlı olan bilim, tasvir edici konumdan irşad

edici konuma gelerek, hakikat alanını da kendi ufkuyla sınırladı. Bunun dışında kalanı “gerçek dışı, hayal ürünü” ve “bilim-dışı” olarak niteledi.

Yazarların da taassupla bağlandığı bu anlayış, “tabu” diye niteledikleri dinin yaklaşımından daha dogmatik bir anlayıştır. Felsefi antropolojideki anlamıyla dogma, “her hangi bir şey hakkında

delilsiz olarak, kesin, mutlak, değişmez bir kanaate sahip olma” anlamına gelir. Aslında “dogma” ve “kutsallaştırma", bir yönüyle, hakikati tümüyle kavrama imkânından yoksun ama hakikat konusunda en azından bir kanaate sahip olmayı “varoluşsal bir zorunluluk” olarak hisseden insanın tümüyle kaçamayacağı bir yapı özelliğidir.

Bilgisel açıdan ve

doğurduğu sonuçlar bakımından tehlikeli olan, dogmanın ve inancın değerini, kendi iç tutarlılığı ve temelJendirilebilir oluşu değil, sadece bir otoritenin tayin etmesidir. Bu otorite kutsal bir varlık olabileceği gibi tarih, atalar, karizmatik kişiler, ideolojiler ve bilimcilik de olabilir. Böyle bir kutsallaştırma anlayışı dini değil tamamen insani bir tavır olan taassup

ve bağnazlığı doğurur. Dogmatik inancın en olumsuz yanı da insanda tedirgin, agresif, müsâmahasız ve katı tavırlara sebebiyet vermesi, toplumda özgürlüğü, diyaloğu, tartışarak ortak paydaları çoğaltma imkânlarını yok etmesidir.

Dogmatik inanç ile tarih boyu vahyin insanlardan talep ettiği imanı birbirine karıştırmamak gerekir. Vahiyde de, cin, şeytan,

cennet, cehennem gibi doğmaların olduğu kabul edilir. Fakat bütün bunlar dogma olmayan, Allah inancı ve peygamberin doğruluğuna, yani hesabı dogmatik olmadan verilmiş ilkeye bağlıdır. İslâm'a göre iman, dogma olmaktan uzaklaştığı ölgüde değer kazanır. Kur'an insanları delilsiz, zanna dayanan bilden, körü körüne ataları taklit etmekten men eder, yüzlerce ayettte onlar

ısrarla çevrelerine bakıp akletmeye çağırır.

Yazarların önemle üzerinde durduğu “Akıl ve Nesnellik” kavramlarının tehlikelerine karşı, geçen yüzyılda bizi uyaran, özgürlükçü düşüncenin önderlerinden kabul edilen Paul Feyerabend (1924-1994) olmuştur. Ona göre nesnelciliğin ve akılcılğın en önemli tehlikesi kültürel çeşitliliği, yerel

gelenekleri yok ederek dünyayı tektipleştirmesidir. Oysa kültürel çeşitlilik, insanoğlunun farklı hayat koşullarına daha iyi uyum göstermesine, dünyadaki
kaynakları daha iyi kullanmasına imkân verir. Kültür ve gelenekler üzerine çalışan bilginler, bizimkinden farklı kültürlerin bir hata değil, belirli, özgül çevrelerde geliştirilmiş, incelikli bir uyum

sürecinin ürünleri olduğu, iyi bir hayatın sırlarını ıskalamak bir yana yakalamış olduğu sonucuna vardılar. Yerel öncelik ve sorunlardan koparıltmış nesnel bilgi, varoluşu epistemik dayanaklardan yoksun bıraktı, kısırlaştırıp anlamsızlaştırdı. Dolayısıyla her kültürün kendine göre işlevsel, nesnel bir aklı vardır.

Bakunin de, bilimin ve bilimsel

bilginin önemine vurgu yaparken aynı zamanda bizi, “tüm rejimlerin en aristokratı, en despotu, en kurmaz ve en seçkincisi olan bilimsel aklın iktidar”ına
karşı uyarır ve bilimin hakim güçlerin boyunduruğuna girdiğini belirtir.

Dünya görüşleri ve ideolojileri gereği bilim, yazarların sorgulamaktan kaçındığı kutsalları arasında yer almaktadır. Oysa

“bilim nedir” sorusuna gerçekçi ve tatminkâr yanıtlar verilmediğinde dinin doğru kavranma imkânı peşinen yitirilmiş olur.

4)İslâmi inanç ve değerleri eleştirirken yazarların bir diğer temel iddiası da, İslâmın, “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi"nde ifadesini bulan çağdaş insanlık değerlerine karşı olduğu onlarla
uyuşmayacağıdır.

İslâm kültür ve medeniyeti perspektifinden bakıldığında, bugün insanlığın “evrensel insanlık değerleri” olarak nitelendirilen kazanımları “Allah'a rağmen" değildir. Çünkü İslâm nazarında, vahiy gibi insan aklının kullanımı da ilâhi bir buyruktur. Ayrıca insan fitratının ilâhi boyutu vardır. Dolayısıyla Allah'ın insanlara en büyük lütfu olan aklın,

kalbin ve diğer insani yetilerin ahlaki kazanımları da meşrudur. Allah'a, dine ve kutsala rağmen insani kazanım ve hak iddiası, Antik Yunan kültürü ve onun üzerine inşa edilen Batı kültür ve medeniyetine ait bir tasavvurdur ve bugün de anlaşıldığı üzere bir yanılsamadan ibarettir. Yunan kültür ve
edebiyatında, Batı'da kendisinden “insanlığa uygarlığı

bahşeden kahraman” olarak bahsedilen Promethe tanrılardan aldığı ateşi (aydınlığı), yeryüzüne indirdiği için tanrıların gazabına uğrar. İslâm'da ise İblis, Allah'ın verdiği bilme yetisiyle yücelen insanın önünde secdeye kapanmayarak Allah'a karşı geldiği için, Allah'ın lanetine uğrar. Bundan dolayı Batı felsefesinde insan hakları, hümanizm gibi değerler daha

çok tanrıya, kutsala karşı ve teizm-karşıtı bir bağlamda gelişmiştir.

Kendi düşünce dünyalarında yazarların dine biçtikleri rol de, Hiristiyan Batı tecrübesinin ürünü olan, maddeci pozitivist ideolojiler tarafından biçimlenmiştir. Bunun için onlar İslâm'ı insanlık değerleriyle uzlaştırma çabalarını da başarı şansı olmayan “dema-
goji”

“revizyonizm" ve “savunma mekanizması” olarak görürler. Bazı müslümanların ileri sürdüğü, “İslâm'ın bundan ondört asır önce, en ileri düzeyde getirdiği insan haklarını batı henüz keşfetmiştir” şeklinde sözü edilen nitelemeleri haklı çıkaracak yaklaşımların da olduğu gerçeği bir yana, genel olarak bakıldığında yazarların bu iddiasının muhatabı

İslâm dini olamaz.

Özetle bu “bildirgeler” insanlığın başarısıdır. Eğer onlar hakikati ifade ediyorsa onların Hıristiyan Batı'da formüle edilmiş olması önemli değildir. “İlim ve hikmet müminin yitik malıdır, onu bulduğu yerde alır”, İslâm medeniyeti daha önce Yunan felsefesine karşı da bu tavrı göstermiştir. Ancak gerek tarihi tecrübeler gerekse

günümüzde yaşananlar bize göstermektedir ki, asıl önemli olan nazari ahlâk teorileri, evrensel bildirgeler vs. değil, bunların hayata geçirilmesidir. Bunun için de evrensel bildirgelerin, “evrensel ödevler ve ahlaki sorumluluklar” bakımından desteklenmeye ihtiyacı vardır. Bu da ancak değer üreten sistemler ve dinlerle mümkündür. Aslında başta Kuran-ı Kerim olmak

üzere, ilâhi kitaplar
incelendiğinde, dini öğretilerin asıl amacının insanlara ahlâk ve değerler konusunda bilgi vermek değil, onları ahlâki ve değer sahibi yaşam konusunda eğitmek ve onlara yol göstermek olduğu anlaşılır.

Seküler, dindışı felsefe ve ideolojiler de ancak dine benzedikleri veya yaklaştıkları ölçüde değer üretebilirler. Örneğin

Sosyalizmin birçok felsefeden farklı olarak insanlara değer bilinci kazandırmasının sebebi de, özde dini bir yapıya benzemesindendir. Teoman Duralı'nın ifadesiyle “manevi insana karşı, maddi beşerin, mevzilenmesi” olarak tanımlanabilecek günümüz dünyasında asıl sorun insanın çıkara, şahsi menfaate karşı eğilimini ifade eden beşeri arzularının nasıl kontrol

altına alınacağıdır. Şüphesiz bunun yolu, insandaki manevi, ilâhi, insani boyutu güçlendirmek, ondaki ahlaki erdemleri yüceltmekle mümkündür. İnsanın bu anlamda olgunlaşma faaliyeti de özde dinidir.

Evrensel insanlık değerlerinin sahibi olarak kabul edilen ülkelerin hakimiyetinde şekillenen günümüz dünyasında, yoksul ülkelerden zenginlere doğru kaynak

transferi her geçen on yılda
katlanarak artmaktadır. Ekolojik yaşamı tehdit eden çevre sorunları bir yana, her geçen gün dünyadaki ekonomik ve sosyal adalletsizlik artarak devam etmekte, insanların bir kısmı sınırsız beslenmenin problemleriyle meşgulken, büyük bir çoğunluğu da temel insani ihtiyaçlarını karşılayamamakta, açlıktan ölmektedir. Bu sorun sadece

yoksul toplumların değil, zengin toplumların da sorunudur. Örneğin dünyanın en zengin, en gelişmiş ülkesi olan ABD'de her dört insandan biri yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Bu tablonun her geçen gün yoksulların aleyhine, varlıklıların lehine bir seyir takip ettiği görülmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, “çağdaş insanlık değerleri” denilen değerler,

günümüzdeki şekJiyle dünyadaki insanların sadece bir kısmının haklarını ve menfaatlerini yüceltmekte ve sadece onlara insanca bir yaşam sağlamaktadır. Batı'nın evrensel değerleri ve sekülarizmin, Batıdışı ve özellikle de İslâm toplumlarında özgürlük ve insan hakları karşıtı söylemleri besleyen, meşrulaştıran bir zemine kaydığı konusunda ciddi tartışmalar,

bugün Batı gündeminde bile önemli yer tutmaktadır. Şu halde, “çağdaş insanlık değerleri" söyleminin hele “sosyalist” duyarlılıklara sahip aydınları bu kadar cezbetmesi herhalde onların çaresizlik ve tükenmişliklerinin ifadesi olsa gerektir.

Bu duruma vahyi perspektifle bakınca öyle görünüyor ki, ‘mezarlarına girinceye dek çoğaltma ihtirasının

peşinde koşan' ve ‘servetin kendini ebedileştireceğini sanan' insanların etkinliğiyle
yoğrulan, inanç ve ahlaki değerlerden yoksun bir medeniyet sonunda kendini yok eder ve geride ibret alınacak medeniyet izleri kalır. Kuran'da olduğu gibi tarihte de bunun örneklerine
rastlanabilir.

5)Yazarların temel tezlerinden biri de İslâm'ın modernleşme imkânının

bulunmadığı, değerini yitirdiği, hatta modernleşmemizin önünde engel teşkil ettiği ve dolayısıyla reddedilmesi gerektiğidir. İslâm'ın, Batı'da Rönesans'tan beri gelişmekte olan topyekün dünyevileşme anlayışının, müslüman toplumlarda sağlam bir mekân tutmasına razı olmadığı, ruhunu ve çerçevesini dini inançtan almayan sosyal, siyasi ve iktisadi hayata daima

soğuk baktığı doğrudur. Meselenin bu yönünü yeterince fark edemeyenler, İslâm'ın modernleşmesinden onun modernizme teslim olmasını anladıklarından, İslâm'ın zamana uymakta güçlük çektiğini iddia etmektedirler. Oysa evrensel bir din olan İslâm'ın modernleşmesi, modernizme teslim olup işlevsizleşmesi değil, evrensel mânâ ve ruhunu modern hayata vererek, ona hem

muhteva hem de anlam kazandırmasıdır.

Günümüz dünyasında İslâm'ın ve müslümanların uğradığı eleştiri, iftira ve haksızlığın önemli sebeplerinden biri de, İslâm'ın modernizme karşı direnme gücüne sahip en güçlü düşünce ve
inanç sistemi olmasıdır. Bu mânada Çin ve Hint medeniyetleri de anımsanabilir. Şu var ki, evrenselleşememiş ve

arkalarında doğrudan doğruya sahih bir ilâhi tebliğ bulunmayan, örfler bağlamında, varolagelmiş medeniyetler olmalarından dolayı onların dirençleri de sınırlıdır.

İslâm evrensel ışığı ile ferdi ve toplumsal hayatın bütün yönlerini aydınlatmak ister. “Aydınlatmak” demek “varolmak için başka bir şeyi yerinden etmek” demek değildir. Bilim, sanat,

ahlâk, siyaset, iktisat kendi mâkuliyetleri ve kısmi bağımsızlıkları içinde varolacak, evrensel ışık ise toplumun varoluş zemininde, aşkın olandan kaynaklanan gücüyle, “göklerin ve yerin nuru” (en-Nur 24/35) olmaya devam edecektir. Böyle bir varoluş halinin “ben varsam o yoktur” anlayışıyla ilgisi yoktur. O bakımdan İslâm günlük dilde kullandığımız anlamda

bir ideoloji değildir.

Unutulmamalıdır ki, evrensel olan, Kur'an'ın belli durumlar için öne sürülmüş yorum ve uygulamaları değil, bizzat kendisi ve mesajıdır. Eğer yazarlar eleştirilerinde bu ayrımı yaparak Kuran’ı Kerim'deki tarihsel unsurları ve geleneksel İslâmi literatürü lafzi olarak okuyup günümüze taşıyan katı anlayışları eleştiri konusu

yapmış olsalardı, hem büyük ölçüde haklı olabilirler hem de İsİâm'ın modernleşmesi için müslümanları uyarıcı bir etki/katkı yapmış olabilirlerdi. Zaten birçok müslüman yazar da günümüz müslümanlarının nazari ve ameli aklının uzun zamandan beri yetersiz kaldığı, bunun da İslâm'ın evrensel mesajının modernleşmesinin önünde engel olduğunu ileri

sürmektedir.

6)Diğer yandan, müslüman bir toplumda İslâm eleştirisi sadece entelektüel, felsefi bir tartışma değil, aynı zamanda bir kültür,medeniyet değer ve kimlik eleştirisidir. Elbette farklı kültür ve medeniyetlerden istifade ederek kendi kültürümüzü eleştirebilir, zenginleştirebilir ve geliştirebiliriz. Ancak böyle bir faaliyet, yeni katılan

unsurların kodlarını kendi değer sistemimizle bütünleştirerek başarılı olabilir. Bu konulardaki ani ve köksüz değişimler toplumda onulmaz yaralar açabilmekte ve asırlar boyunca oluşan ve derin anlam boyutları kazanan semboller dünyamızda ve tarih bilincimizde köklü değişiklikler, aşılması güç problemler doğurabilmektedir. Fert ve cemiyet planında beşeri şahsiyetin

devamı önemlidir. Bu istikrar ile oynamak toplumun şuuru ve kollektif bilinciyle oynamaktır. Bu durum toplumsal bunalımlara, benlik ve kültür krizlerine sebep olabilmektedir.

Aslında yazarların kitaplarında muhatap aldıkları din anlayışı zihinlerindeki din tasavvuru, günümüzde İslâm konusundaki iki sağlıksız yaklaşımı örneklemektedir. Bir yanda, din adına

ileri sürülen yavan, katı, uzaklaştırıcı ve dolayısıyla yabancılaştırıcı, çoğu zaman akıldışı ve tutarsız bir dini anlayış vardır. Bu katı muhafazakarlık, aydınlatıp yumuşatılmadıkça, İslâm'ı
cepheden vurmak için siperde bekleyenler her zaman malzeme bulmakta güçlük çekmeyeceklerdir. Diğer yanda ise din aleyhine önyargılı, ham, yüzeysel,

kışkırtıcı bir yaklaşım söz konusudur. Her ikisi de problemlidir.

Böyle bir problemi besleyen başlıca iki unsurdan söz edilebilir. Bunlardan biri özellikle son birkaç yüzyıldır kendini yenileyemeyen yeni tecrübelerle zenginleştirip yeni ifade yolları üretemeyen katı muhafazakâr dini anlayıştır. Diğeri ise batılı insanın tarihi ve dini (Hristiyanlık)

tecrübesinden kaynaklanan ve İslâm dünyasına oldukça yüzeysel biçimde yansıyan, yazarlar örneğinde olduğu gibi zaman zaman ideolojik bir görüntü sergileyen, katı
dünyevileşme anlayışıdır. Din konusunda, bu iki yaklaşıma bağlı anlayış ve siyasetin de toplum için hayırlı sonuçlar doğurmayacağı açıktır.

Zaaflarına rağmen eleştirel

çalışmalar, “ilerici-gerici, laik-anti laik, sünni-alevi, vb.” daha çok yapay olduğuna inandığımız, fakat uğruna siyasi, sosyal ve iktisâdi ağır bedeller ödediğimiz kutuplaşmaların aşılması, milletimizin birlik ve beraberliği ile selâmeti bakımından önemlidir. Bunun için, toplumumuzdaki bütün kesimlerin birbirlerini önyargısızca anlamaya, yorumlamaya ve

diyaloğa yönelik çalışmaların devam etmesi gerektiğine inanıyoruz. Öte
yandan, Turan Dursun ve Erdoğan Aydın’ın kaleme aldığı bu görüşlerin toplumun belli bir kesimince paylaşıldığı da bir gerçektir. Bu açıdan bakılınca, değeri ne olursa olsun bu görüşlerin gündeme getirilmesinin, sorgulanması ve kıymetinin takdir edilmesi bakımından yararlı olduğu

söylenebilir.

7)Bütün bu problemlerin aşılması için, yönlendirici, araçsal bir din eğitiminden çok objektif, baskısız ve seviyeli bir din eğitimine önem verilmesi gerekmektedir. Diğer yandan, “fikri ve vicdanı hür” fertler yetişmesi için, din ve bilim öğretiminde, bilginin mahiyeti, sınırları ve hiyerarşisinin kavranması, bunun için de “Din ve Bilim

Felsefesi” öğretimine önem verilmesi zorunludur. Aksi durumda toplumda özgür düşüncenin gelişmesi, din veya bilim
kaynaklı dogmatizmin hafiflemesi beklenmemelidir.

Mehmet Aydın'ın deyimiyle “Bugün müslümanların yeniden düşünmek, İslâm'ın fikri yapısını modern bilim ve düşünceyi dikkate alarak yeniden kurmak gibi zor ama şerefli bir görev ve

sorumlulukları vardır.”

Özellikle XX. yy. boyunca, bu sorumluluğunun farkında ve bilincinde olan, hem İslâm'ı hem de modern hayatı bilen inanmış aydınların çalışmalarıyla, bugün geleceğe daha umutla bakabiliyoruz.

Ahmed Saib
Ahmed Saib

Afganisgan'a nüfuz edilmesi, Irak'ın işgali, Suriye ve İran'ın da dize getirilmesinden sonraki hedef Türkiye'dir. Ama ABD ne dünya savaşlarında ne de değişik bir yerde Türkiye ile birebir sıcak çatışma içerisine girmediğinden dolayı hâlâ Türkiye'den ürküyor. Bunun için de Türkiye'nin kendi kendine tasfiyesi hususunda bütün gizli planlarını ve imkânlarını seferber

etmiş durumdadır.