Stefan Merrill Block
Stefan Merrill Block

Niçin bazı insanlara sessizlik dehşet veriyor ve bu dehşet, derin ve karmaşık sanırlar görmelerine neden oluyor? Ve de, şairler niçin genelde delidir?

Şiir Prometheus gibidir. Delilik ise, şiirin dünyaya geri getirdiği ateştir.

Hasan Nuhanoviç
Hasan Nuhanoviç

Yaşadığımız tüm bu acılara ve binlerce insanımızın katledilmesine tanık olmalarına ve toplama kamplarını kendi gözleriyle görmelerine veya bu kampların varlığından haberdar olmalarına rağmen gülebilen yabancılardan nefret ettiğim günler bile oldu.

Ron Burnett
Ron Burnett

Ufuktaki ağaçlar, gökyüzündeki yıldızlar, onları izleyenlere görmüş oldukları ağaç ve yıldız imgelerinden soyutlanmış saf bir süreç ve vizyon yoluyla ulaşmıyor artık. Geçen iki yüzyıl zarfında, Batılı
toplumlar, imgelere ya da benim deyimimle imge-dünyalara dayalı fiziksel ve psikolojik altyapılar inşa ettiler. Bu şekilde ağaçlar doğal konumlarından,

dolayımlanmış daha karmaşık bir mekana, doğal olmayıp yazılmış (inscribed) bir mekana çekiliyor. izleyicilerin izlediği
imgeler artık sadece imge değiller; daha çok, büyük fotoğrafçı Jeff Wall'un ([ 1 998] 2002) öne sürdüğü gibi, imgeler insanların kendile-rini görme biçimlerini değiştiren, artık kendilerini bireyler olarak
değil, melez personalar olarak

görmelerine yol açan ve kimliğin artık tek bir yeri, nesneyi ya da kişiyi mesken tutmadığı teknolojik bir zekayı temsil ediyorlar

İsmail Topkaya
İsmail Topkaya

"Altyapılardaki çocukların farkına vararak ya da varmayarak elimine olmalarına veya zarar görmelerine neden olan tek şey futbola ilişkin gerçekleştirmeleri gereken davranışları zamanından önce gerçekleştirmeye zorlanmalarıdır."

Max Gladstone
Max Gladstone

her varlık kendi mahremiyeti üzerinde hak sahibidir, dolayısıyla beni görmelerine izin vermeyi reddettim. o ufacık kayanın üzerinde bir başımaydım ve bıraktım dünya karanlığa gömülsün.

Ergür Altan
Ergür Altan

Herkesin bir annesi var, benimse tam on yedi. Bir genelevde yaşıyorum annelerimle. Siz onlara “orospu” diyorsunuz, bense “anne”…

Size kendimden ve annelerimden bahsetmek istiyorum. Bir orospu çocuğu konuşacak gözlerinizin içine bakarak…

Hamamböcekleriyle dolu bir oda hatırlıyorum. Beni yemeye başlamış hamamböcekleri ve ben ses etmemişim hiç. Dört

yaşındaydım; emanet bir eşya gibi kaldığım evlerden birinde, beni o halde gören bir komşu demiş ki, “Belgin`e söyleyeyim, o vicdanlıdır, bakar bu çocuğa.”

Belgin, on yedi annemden biri. Genelevde çalışıyor. Beni görür görmez sarıp sarmalamıştı. “Nasıl kıyarlar sana yavrum” diye beni defalarca öptüğünü ve ona gülümsediğimi unutmadım hâlâ.


Beni geneleve götürdü Belgin Anne. Diğer annelerim, beni ilk kez görmelerine rağmen hemen sahiplendiler. İlk kez sevildiğimi hissettim. Dayak yemeyecektim artık, aç bırakılmayacaktım ve bana dokunacaklardı; hem de sevgiyle, yumuşacık, dopdolu…

“Yetiştirme Yurdu`na verilse çocuk, hakkında daha mı iyi olur?” diye  bir tartışma yaşanmış. Sonra

demişler ki, “devlet, sevmiyor çocukları; biz daha iyi bakarız devletten. Biraz büyüdüğünde kendisi versin kararını.”

Beni istememiş genelevin sahibi; annelerimse, “çocuk yoksa, biz de yokuz; bütün sorumluluğunu biz üstleneceğiz” demişler.  Su çiçeği çıkardığımda yanımdaydı on yedi annem de; her gün bir annemce parka götürülüyordum, ders

çalıştırılıyordum, banyo yaptırılıyordum.

Benim bütün annelerim yaralıydı; ben de yaralıydım. Kendiliğimden şımarmadım hiç; onlar beni şımartırdı hediyeleriyle. Hediyeleri, çikolata, sandviç ve o güpgüzel varlıklarıydı. Soru sormazdım onlara; sorular sormadan anlardık birbirimizi.

Elinde, kolunda, yüzünde morluk olmayan, şişlik olmayan,

hatta diş izi olmayan annem yoktu. Çok gücüme gidiyordu bu. Bir gün topladım onları bir araya, “size hep kötü davranıyorlar, istediğiniz zaman siz de beni dövebilirsiniz” dedim. Hepimizin gözleri doldu. Beni aralarına aldılar, hepsi sarıldı bana; özlemle, kederle, can halinde.

Ben güçlü olmak isterdim, çok güçlü olmak ve annelerimi üzenlere hadlerini

bildirmek isterdim. Sokak kedilerine, sokak köpeklerine zalimlik yapanları Allah`a havale etmezdim; Allah`a sorardım “böyle puştlar yaratmak için çok mu düşündün?” diye.

On üç yaşındayım şimdi. Beni doğurduktan sonra hastaneden kaçmış annem. Babamsa, daha ben doğmadan terk etmiş annemi. Babam işsiz bir alkolikmiş, annemse başka birine sevdalanmış.

Anlıyorum onları, kin tutmuyorum. Bu dünyada iyi insanlar var, beni seven insanlar; orospular mesela, sonra deliler, travestiler, sizin hiçbir zaman anlamayacağınız, hiçbir zaman sevmeyeceğiniz insanlar benim ailem oldu. Kedileri, köpekleri ve doğayı da unutmamak gerek; hepsi ailem benim.

Evet, orospuların çocuğuyum ben, orospu çocuğuyum. On üç yaşındayım ve on

yedi annem var; sokakta, çarşıda, okulda her yerde incitiliyorum. Genelevde yaşadığımı bilip, bana “orospu çocuğu” lakabını taktılar. “Saf olmasan, biraz daha palazlansan beleşe verir o orospular sana” diyorlar.

Siz onlara “orospu” diyorsunuz, bense “anne”; bunu da siz anlamazsınız işte.

Ariel Suhamy
Ariel Suhamy

Biz sığır değiliz!
Tiranların hayali insanları yük hayvanlarına, kendine hiç bir faydası olmayan, sadece egemenin emirlerine göre düşünen ve eyleyen, kölelikleri için sanki özgürlükleri içinmiş gibi savaşan kölelere dönüştürmektir. Tiranların, insanları sersemletip körü körüne itaat etmeye zorlayan kaygı, utanç ve korku gibi duygulara sıkı sıkıya bağlı

sahte bir özgürlük imgesi üretip yaymaları da bu yüzdendir. Neyse ki, bu yalnızca boş bir hülya. Bir türü başka bir türe dönüştürmek olanaksızdır. Tiranlar ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar "insanların kendi doğalarından çıkıp başka bir doğaya bürünmelerini" sağlayamazlar. Masaya ot yemesini, insana havada uçmasını emretmek ne kadar olanaksızsa, insanları

gülünç ya da tiksindirici buldukları şeylere saygı duymaya zorlamak da o kadar olanaksızdır. "Kendi yaptıkları yasaları hem çiğnemeleri hem de bu yasaların saygınlığını korumaları da aynı anda hem var olmak hem de var olmamak kadar olanaksızdır."

Çünkü "aklın kılavuzluğunda yaşayan insanlar, kendi haklarından, insan olmaktan çıkıp sığır gibi muamele

görmelerine izin verecek derecede asla vazgeçmezler." Tam tersine, "ifade özgürlüklerinin ellerinden alınması için ne denli ugraşılırsa, onlar o denli inatla direneceklerdir." Korku sonunda, duygusal taklit yoluyla (kimse yapılan haksızlıkları görmeye dayanamaz) öfkeye dönüşecek ve çokluk, aslında hiçbir zaman tamamen devretmemiş olduğu gücünü yeniden ele geçirecektir.



Sürüleştirme iş başında
Yine de insanları sürüleştirme girişimleri aralıksız sürüyor. Üstelik insanların büyük çoğunluğu akılla yönetiliyor, zira egemen insanların büyük bölümünü istediği şeye inandırabilmek, onlara istediği şeyi sevdirebilmek, onları istediği şeyden nefret ettirebilmek vs. için çeşitli imkânlara sahiptir. "Kuşkusuz,

bir insanın vargısı çeşitli yollarla ve neredeyse inanılmaz ölçüde etki altına alınabilir." Yahudilerin inancının fanatik bir milliyetçiliği beslemeye başlayıp "sonunda doğa değiştirmesi" de böyle mümkün olmuştu. Türkler de basit bir tartışmayı bile küfür sayarak şüphe duymayı imkânsız hale getirdiler.' En kötüsüyse, böyle bir devletin barışı ve

yurttaşlarının güvenliğini koruduğunu iddia etmesidir: "Barışı bir sığır sürüsü gibi güdülen ve yalnızca hizmet etmeyi öğrenen uyruklarının eylemsizliğine dayanan bir Kent, kentten ziyade issız bir yer olarak anılmayı hak eder."

İnsanca yaşam
"En iyi devlet, insanların uyum içinde yaşadığı devlettir derken, insanların, sadece kan dolaşımı ve

diğer tüm hayvanlarda ortak olan birtakım işlevlerle değil, esasen akılla, zihnin erdemi ve doğru yaşamıyla ayırt edilen insanca bir devleti kastediyorum." Spinoza'nın bu sözleriyle eski Yahudilerin fanatizmi, Doğu'nun barbarlığı ya da çağdaşı olan Hobbes'un kuramlaştırdığı modern devleti mi hedef aldığını kestirmek o kadar da kolay değil. Bu İngiliz filozofa göre,

devletin temelinde herkeste ortak olan hayatta kalma arzusu, daha doğrusu vahşice öldürülme korkusu yatar. Yalnızca kötülük korkusuyla hareket etmek, kurtuluşa giden tek yoldur. Bu tek olumlu iyi, insanda ve hayvanda ortaktır: Kanımızın damarlarımızda dolaşmasını sağlayan şey iyidir; kanımızı akıtan şeyse kötü. "Kan damarlarda dolaştığı sürece .. insan hayattadır.

Buna karşılık, devleti manevi ve bütün insanlar için ortak bir iyi üzerine kurmaya çalışmak, kan dökülecek günleri beraberinde getirir. Dolayısıyla, insanların tüm haklarını, tek işlevi barışı, yani yurttaşların hayatta kalmasını sağlamak olan egemene devretmelerinin kendi çıkarlarına olduğunu anlamaları gerekir.

Spinoza'ya göre ise, bu tarz bir akıl

yürütme aldatmacadan ibarettir: "Barış kölelik, barbarlık ve yalnızlık anlamına geliyorsa, insanlar için barıştan daha sefil bir şey düşünülemez." İnsanın yaşarken de ölebileceği kabul edilirse, hayatta kalma sorunu yerini değişim ve dönüşüm sorununa bırakır ve insan olmayan canlıların taklidi, yalnızca bireylerin değil devletlerin de en büyük günahı haline

gelir.