Nazan Bekiroğlu
Nazan Bekiroğlu

Belli ki büyük değişimler kadar geri dönüşümler de emeğe ve sabra muhtaçtı.

Aslı İkizoğlu
Aslı İkizoğlu

Deleuze’ün militan praksisinin, (irade dışı olmakla birlikte) ilk pozitif ilkesidir: “devrim gibi bir gelecek olmadan devrimci-oluş”, “bir çatallanma, yasadan uzaklaşma, yeni bir olanak alanı açan istikrarsız bir durum” - “çelişilebilecek, bastırılabilecek, ıslah edilebilecek, ihanete uğrayabilecek ama daima aşılamaz bir şeye yol açacak” bir durum (Deleuze 1995:

“G comme Gauche”;8 Deleuze 2003: 216). Bu, hem bireylerin içinde hem de toplumun dışsallığında meydana gelen, bedenle, zamanla, cinsellikle, kültürle, işle yeni ilişkiler yaratan bir yaşam meselesidir; “kendi başlarına devrimci olsalar da “ne devrim için bekleyen ne de onun bir ön biçimini oluşturan değişimler: Bu değişimler kendi içinde, poetik hayata özgü bir

direniş gücüne sahiptirler” (Deleuze 2002: 200-1) (yani, arzuyu yerinden ederek ya da yaşamı yeniden düzenleyerek, eskiden onları yönlendirmekte olan bilgi ve iktidar dispositiflerini kullanılmaz hale getirirler).

Christopher Wills
Christopher Wills

Deneyin sonunda, yoğun radyasyon bombardımanlarına kesintisiz devam edilmesine karşın, sayıları başlangıçtaki sinek sayısına ulaşmıştı. Radyasyona dirençli sinekler seçilmişti. Ve bu sinekler döller üretmekte oldukça başarılıydı. Çılgınca mutasyon geçiren bir popülasyona ilişkin bilim kurgusal kabuslar, bu uç koşullarda bile doğrulanmamıştı. X ışınları ve

radyoaktif elementler tarafından fırlatılan yüksek enerjili parçacıkların mutasyon oluşturmada çok yararlı unsurlar olduğu görüldü. Bu unsurlar kromozomların kırılması için çok uygundur. Fakat bu mutasyon oluşturma yöntemi çok kaba; bir saate çekiçle vurmaya benziyor. Radyasyonun neden olduğu değişimler çoğunlukla çabucak elenecek ağır değişimlerdir; daha

küçükleri ise genellikle zararlıdır.

Jesse J. Prinz
Jesse J. Prinz

Duygusal hislerin nereden geldiği merak edilebilir. Bir cevap, bedenden geldiği şeklindedir. Sağduyu, bedensel değişimlerin bir duygunun sadece deneyimlenmesinden sonra ortaya çıkabileceğini varsaymaya eğilimlidir. Kalbimiz hızlı çarptığında coşku hissederiz; akabinde utanırız ve yüzümüz kızarır. 19. yüzyılın sonunda William James ve Karl Lange -birbirinden bağımsız

olarak- sağduyunun işleri tersten aldığı sonucuna vardılar: [Buna göre] bedensel değişimler duygusal deneyimlerimizi öncelerler. Kalplerimiz hızla çarpar ve coşku hissederiz. Eğer James ve Lange haklıysa, duygusal deneyimlerimiz, bedendeki çeşitli değişimlerin deyimleridir. Kalbimizin hızla çarptığını, yüzümüzün güldüğünü, akciğerlerimizin daraldığını,

kaslarımızın kasıldığını, avuç içlerimizin terlediğini ve benzerlerini hissederiz. Duyguların sıklıkla sancılar ve ürpermeler olduğunu ileri sürmüştüm. Ürperme hissi derideki papillerin kalkmasından dolayı olabilir; sancı, sindirim kanalındaki kasılmadan ileri geliyor olabir. Bu görüşü desteklemek için James ve Lange, okuyucularından şunu ister: Bir duyguyu

hissedişinizi hayal edin ve bunun ardından sistematik olarak duyguya eşlik eden bedensel durumların hislerini bundan çıkardığınızı hayal edin. James ve Lange bu zihinsel çıkarma egzersizinin kendi kuramları için güçlü bir dayanak olduğunu düşünürler: Zira bir kez bedensel hisler yok olup gittiğinde, ortada duygusal deneyim adına hiçbir şey kalmaz. Duygusal hislerin

kökeni hakkındaki James-Lange önerisi, duyguların his kuramı ile birleştirilebilir. Eğer duygular hislere ve duygusal hisler bedensel değişimlerin hisleriyse, demek ki duygular, bedensel durum değişimlerinin hisleridir. James'in dediği gibi "Oluşturmakta olan değişimlere dair hissimizin kendisi duygudur". Buna somatik hissetme kuramı diyelim.

Jesse J. Prinz
Jesse J. Prinz

Duygular ve bedensel tepkiler arasındaki bağ raslantı eseri değildir. Duygular ile birlikte oluşan bedensel değişimlerin birçoğu bizi davranışsal tepkiye hazırlar. Kaslarımızdaki değişimler bizi harekete hazırlar ve hızlı çarpan kalp bedene kanı sağlar. Hiç kimse beden değişimler ile duygular arasındaki bağlantıyı Darwin'den daha iyi gözlemlememiştir. Örneğin

Darwin, korktuğumuzda tüylerimizin diken diken oluşunun, çok daha kıllı önceki memelilerde bunun beden büyüklüğünü belirgin olarak arttırarak yırtıcıları korkutması nedeniyle olduğu kanısına vardı. Darwin'in gözlemleri ayrıca bir başka açıklamaya da ilham verdi. Duyguları bedensel değişimler ya da bedensel hislere karşı gerçekleşen nöronal tepkilerle

özdeşleştirmekten ziyade duygular bedensel değişikliklerin bizi hazırladığı davranışlar ile özdeşleştirilebilir. Bu görüş Gilbert Ryle'a çekici geldi. Ryle, duygu terimlerinin çeşitli şekillerde kullanılabilir olsalar da genellikle içsel hislere ya da parçalara gönderme yapmadıklarını iddia etti. Onların çoğu çeşitli şekillerde davranma 'olası davranışları' ya

da eğilimleridir. Ryle'a göre "panikte olmak, o an için, kaskatı kesilme, çığlık atma, cümleyi bitirememe ya da yangın çıkışının nerede bulunduğunu hatırlama gibi bazı şeyleri yapma eğiliminde olmak demektir". Benzer görüşleri davranışçı B. F. Skinner'ın satırlarında bulunabilir: "Sözde duygu, isimleri, davranışları, onların olasılıklarını etkileyen

çeşitli durumlara göre sınıflandırmaya hizmet eder. Aynı paragrafta Skinner bir örnek sunar: "'Öfkeli' adam vurma, hakaret etme ya da diğer yaralama olasılığının yükselmesini ve yardım etme, iyilik yapma, rahat etme ya da sevişme olasılığının düşmesini gösterir." Buna davranışsal kuram diyelim.

Irmak Koruculu
Irmak Koruculu

1975 yılında Freda Adler Suçta Kız Kardeşler isimli kitabını yayımlamış,bu kitapta kriminolojide suçluluk açıklanırken cinsiyet farklılığının etkisinin de göz önünde bulundurulması gerektiği vurgulanmıştır.Adler bu kitabında;özellikle İkinci Dünya Savaşı döneminde erkeklerin silah altına alınması nedeniyle boş kalan iş kollarında kadınların çalışmaya

başlamasıyla,toplumsak rollerde değişimler yaşandığını ve bu değişimlerin kadınların hayatın sadece yasal alanlarında değil yasadışı alanlarında da yer almalarına sebep olduğundan kadınların da erkekler gibi suç işlemeye başladıklarını savunmuştur.Gerçekten de bu döneme ilişkin suç istatistikleri Adler’in savını desteklemektedir.Bu dönemde kadın

suçluluğunda ciddi bir artış yaşanmış,hatta kadınların suç oranlarının erkekler ile kıyaslandığında 6-7 kat daha fazla olduğu görülmüştür.Ancak savaşın bitmesiyle birlikte erkekler iş hayatlarına geri döndüklerinden erkek suçluluğu yeniden kadın suçluluğundan daha yüksek istatistiklere kavuşmuştur.Ancak Adler’a göre;kadınlar bir kez evlerinden

çıkıp,sosyal yaşama ve iş hayatına atıldıktan ve yeni rollerini benimsedikten sonra bu kazanımlarını korumaya çabalayacaklar ve kadınlar özgürleştikçe yalnızca erkeklerle aynı statüleri elde etmekle kalmayacak,aynı zamanda erkeklerle benzer nitelikte suçlara da yöneleceklerdir.Bu da kadın suçluluğu oranını yükseltecektir.

Aydın Aktay
Aydın Aktay

Gençler, tarih boyunca köklü değişimler için, devrimci ideolojilerin, siyasetçilerin, filozofların, peygamberlerin davalarının taşıyıcı gücü ve aracı olarak görülmüştür. Gençler hem enerjilerinden, dinamizimlerinden faydalanacak bir istismar aracı olarak kullanılmışlar hem de olumlu köklü değişimlerin umudu ve aracı olarak da.

Muhammet Altaytaş
Muhammet Altaytaş

Son bölümde, İslâm'a yönelik eleştirel görüşleri üzerinde durduğumuz Turan Dursun ve Erdoğan Aydın'ın genel olarak eleştirilerinin niteliği, temel görüş ve iddialarının düşünce tarihindeki yeri ve günümüzdeki anlamı ile vardığımız sonuçlar ve önerilerimizüzerinde duracağız. Şunu da belirtelim ki, yazarların eleştirileri, sadece kendi görüşlerini değil

başta İlhan Arsel, Server Tanilli gibi yazarlar olmak üzere ülkemizdeki “maddeci sol” düşüncenin -üs-lup farklılıkları dışında temel iddiaları ve nitelikleri bakımından: İslâm'a yönelik eleştirilerini de büyük ölçüde yansıtmaktadır.
Özetle, yazarlar İslâm'ı pozitivist 'bilim ve akıl ile çağdaş insanlık değerleri" ölçütünde değerlendirirler.

İslâmi değerlerin bu ölçülere ters düştüğü, çağın gerisinde kaldığı, modernleşme imkânı olmadığı gibi, modernleşmemizi de engellediği, dolayısıyla reddedilmesi gerektiği sonucuna varırlar. Ayrıca dinin dogmatik bir yapıda olduğunu, özgür, yaratıcı düşünceyi engellediğini de sıkça vurgularlar.
Yazarlar ateizmden yanadır, ancak onlar ateizmi felsefi

bir problem olmaktan ziyade, ideolojik bir dünya görüşü ve politik bir yaşam biçimi olarak sunmaktadırlar. Eski Sovyetler Birliği'nde ve sosyalizmin hakim olduğu bazı üçüncü dünya ülkelerinde olduğu gibi ülkemizdeki sosyalistler de ateizmi, ideolojilerinin ayrılmaz bir parçası ve prapaganda aracı olarak değerlendirirler ve bilimsel ateizm adıyla takdim ederler. Özellikle

Turan Dursun'un -ki o bir sosyalist değildir- dine karşı eleştirilerinin oturtulduğu zemin ile Erdoğan Aydın'ın eserleri ve görüşleri bunun örnekleridir.
1) Eleştirinin hislerin tuzağından kurtulma ve kapsamlı bir “anlama”, “yorumlama” çabası olarak algılanması gerektiği kanaatindeyiz. Böyle bir eleştiri faaliyeti bir çok bakımdan değerlidir ve takdire

şayandır. Hür düşünce ve kültürel farklılıklar ötekilerle diyalog kurarak varolabilir, kendisini geliştirip yenileyebilir. Böyle bir eleştiri bir bakıma kendini ötekinin diline tercüme etmek olduğu için her iki dili de iyi bilmeyi gerektirir. Ne var ki ülkemizde yaratıcı, ufuk ve zihin açıcı, geliştirici ve diyaloğa dayalı eleştiri gelenekleri icat etmeyi

başarabilmiş değiliz. Böyle bir gelenek oluşturamayışımızın temel sebebi, hem tarihi kimliğimizi ifade edebileceğimiz inanç ve değerlerimizi, kültürümüzü hem de çağımızın ruhunu gereği gibi kavrayamayışımızdır.

Kanaatimizce dünya standartlarına ve bilimsel ölçülere göre, gerek müslüman ilim adamları, gerekse müsteşrikler tarafından yapılmış

çalışmalara kıyasla değerlendirmek gerekirse, yazarların bu eleştirilerini, “ideolojik kavram ve şablonlar", “bilimsellikten uzak” “avami, kaba, ham, hamasi” bazen de “agresif” unsurların belirlediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak çalışmalarının bu özelliği onların etkinliğini, onlara olan rağbeti, alâkayı azaltması bir yana tam da halk düzeyindeki

ilginin sebebini oluşturmaktadır. Daha da üzücü olanı şu ki, bu eleştiriler düzeyinde şekillenen din anlayışı, aralarında bazı aydınların da bulunduğu, azımsanmayacak bir kesimin, çoğu zaman medyada ve siyasi düzlemde gündeme gelen din anlayışının da düzeyine işaret etmesidir. Aslında bu durum toplum olarak bizim kendi kültür tarihimiz, inanç ve değerlerimiz

konusundaki amatörlüğümüzün de bir işareti olarak görülebilir.

Bu durum sadece itikadi bakımdan değil, sosyal, siyasi ve iktisadi bakımdan da önemli sonuçlar doğurmaktadır. Bunun sonucu olarak profesyonellerce belirlenen dünya arenasında, hem “milli varlığımızı” ortaya koymamız zorlaşmakta hem de aleyhimizdeki kültürel ve siyasi tehlikeleri fark etme

konusundaki basiretimiz bağlanmaktadır.

Günümüzdeki bu İslâm eleştirilerinin bir yönüyle XIX. yy'lın son ve XX. yy.'lın ilk yarısında pozitivizmin Türkiye'ye girişiyle, Abdullah Cevdet (1869-1932), Kılıçzade Hakkı (1872-1959), Hüseyin Cahit Yalçın (1874-1959) vb. isimler tarafından ortaya konulan eleştirilerin” -biraz daha vulgarize- bir versiyonu ve kendi

geleneğimiz bakımından “köksüz” olduğunu söyleyebiliriz; Batı kökenli bu geleneğin en önemli zaaflarından birisi de İslam ve Hristiyanlığı “din” adı alında aynı kefeye koyup aynı ölçülerle değerlendirmesidir.
Modern Batılı araştırmacı Leslie Lipson'un da ifade ettiği gibi İslâm inançlarında, Hıristiyan teolojisinde bulunduğu türden, Tanrının

insan biçiminde, bakireden doğma bir oğulun babası olması ve onun yeniden dirilmesi hikayesine, üçlü birlik kavramı gibi doktrinlere, İsa'nın yaşamını ve ölümünü kuşatan mitlere vs. yer verilmez.
İslâmi doktrin basit, açık ve dolaysızdır İslâm'da Allah'ın birliği ve Hz. Muhammed'in peygamberliği kabul edilince gerisi akli olarak temellendirilebilir. Hatta birçok

İslâm filozofu ve kelâm alimine göre Allah'ın varlığı peygamberliğin gerekliliği de akılla bilinebilir.

2)Çalışmamızda gözettiğimiz ve önemle üzerinde durduğumuz
Şu ayrıma dikkat çekmek istiyoruz. Biz, bilimsel ve rasyonel olarak temellendirilebilecek anlam dünyasına sahip yegane sistemin; İslâm olduğunu iddia etmiyoruz. Her inancın, ideolojinin kendi

usülü ve mâkuliyeti içinde kurulabileceğini, tutarlı olabileceğini
ötekilerle karşılaştırılabileceğini kabul ediyoruz. Ancak bütün bu inanç ve ideolojilerin hakikatle ilgisini kurma, bilimsel değil, felsefi, kalbi, şahsi tecrübelerin ve subjektif tercih ve unsurların katıldığı bir süreçtir. Bilim kendi sınırlarının, tecrübi alanın dışi çıktığında, bilim

olma özelliğini ve nesnelliğini yitirir.

Oysa yazarlar kendi materyalist dünya görüşlerini bilimsel, rasyonel, dini ise bilim ve akıldışı, hayali vs. diye nitelerler. İşte bizim “bilim-dişı, ideolojik” tavır derken kastetiğimiz de budur. Bir insanın bilimsellik adına, “doğru, bilimsel tek yaşam tarzı vardır, herkesin onu kabul etmesi zorunludur”

şeklindeki tavrı bilimsel, entelektüel bir yönteme değil, ilkel bir inanca işaret eder.

3)İslâm'ı değerlendirirken “bilim” ve "akıl”ı temel ölçüt alan yazarlar “bilim“i aklı “Akılcılık ” ile karıştırmak suretiyle zaman zaman “dogmatizm” olarak nitelendirilebilecek “katı, ideolojik” bir yaklaşım sergilerler. Felsefi ve metafizik konular

mahiyeti itibariyle deney ve tecrübenin, dolayısıyla pozitif bilimin konusu olmadığı halde, yazarlar -bilimin çağımızdaki otoritesinden yararlanmak amacıyla- İslâmi inançları çoğu zaman bilimsel ölçütlere göre değerlendirirler. Din ve bilim felsefesi açısından değeri olmayan ve önemli problemler içeren bu yaklaşım, bilimin

mutlaklaştırılmasıdan/kutsallaştırılmasından başka bir şey değildir.”

Tarihin hiçbir döneminde bilim kendisini dine karşı bir “kurtuluş yolu” olarak görmedi. Bilimin yegâne “yol gösterici” olduğu görüşü, çağımızda modem pozitivizmin güçlendirdiği bir inançtır. Bilgi imkânları tecrübi alanla sınırlı olan bilim, tasvir edici konumdan irşad

edici konuma gelerek, hakikat alanını da kendi ufkuyla sınırladı. Bunun dışında kalanı “gerçek dışı, hayal ürünü” ve “bilim-dışı” olarak niteledi.

Yazarların da taassupla bağlandığı bu anlayış, “tabu” diye niteledikleri dinin yaklaşımından daha dogmatik bir anlayıştır. Felsefi antropolojideki anlamıyla dogma, “her hangi bir şey hakkında

delilsiz olarak, kesin, mutlak, değişmez bir kanaate sahip olma” anlamına gelir. Aslında “dogma” ve “kutsallaştırma", bir yönüyle, hakikati tümüyle kavrama imkânından yoksun ama hakikat konusunda en azından bir kanaate sahip olmayı “varoluşsal bir zorunluluk” olarak hisseden insanın tümüyle kaçamayacağı bir yapı özelliğidir.

Bilgisel açıdan ve

doğurduğu sonuçlar bakımından tehlikeli olan, dogmanın ve inancın değerini, kendi iç tutarlılığı ve temelJendirilebilir oluşu değil, sadece bir otoritenin tayin etmesidir. Bu otorite kutsal bir varlık olabileceği gibi tarih, atalar, karizmatik kişiler, ideolojiler ve bilimcilik de olabilir. Böyle bir kutsallaştırma anlayışı dini değil tamamen insani bir tavır olan taassup

ve bağnazlığı doğurur. Dogmatik inancın en olumsuz yanı da insanda tedirgin, agresif, müsâmahasız ve katı tavırlara sebebiyet vermesi, toplumda özgürlüğü, diyaloğu, tartışarak ortak paydaları çoğaltma imkânlarını yok etmesidir.

Dogmatik inanç ile tarih boyu vahyin insanlardan talep ettiği imanı birbirine karıştırmamak gerekir. Vahiyde de, cin, şeytan,

cennet, cehennem gibi doğmaların olduğu kabul edilir. Fakat bütün bunlar dogma olmayan, Allah inancı ve peygamberin doğruluğuna, yani hesabı dogmatik olmadan verilmiş ilkeye bağlıdır. İslâm'a göre iman, dogma olmaktan uzaklaştığı ölgüde değer kazanır. Kur'an insanları delilsiz, zanna dayanan bilden, körü körüne ataları taklit etmekten men eder, yüzlerce ayettte onlar

ısrarla çevrelerine bakıp akletmeye çağırır.

Yazarların önemle üzerinde durduğu “Akıl ve Nesnellik” kavramlarının tehlikelerine karşı, geçen yüzyılda bizi uyaran, özgürlükçü düşüncenin önderlerinden kabul edilen Paul Feyerabend (1924-1994) olmuştur. Ona göre nesnelciliğin ve akılcılğın en önemli tehlikesi kültürel çeşitliliği, yerel

gelenekleri yok ederek dünyayı tektipleştirmesidir. Oysa kültürel çeşitlilik, insanoğlunun farklı hayat koşullarına daha iyi uyum göstermesine, dünyadaki
kaynakları daha iyi kullanmasına imkân verir. Kültür ve gelenekler üzerine çalışan bilginler, bizimkinden farklı kültürlerin bir hata değil, belirli, özgül çevrelerde geliştirilmiş, incelikli bir uyum

sürecinin ürünleri olduğu, iyi bir hayatın sırlarını ıskalamak bir yana yakalamış olduğu sonucuna vardılar. Yerel öncelik ve sorunlardan koparıltmış nesnel bilgi, varoluşu epistemik dayanaklardan yoksun bıraktı, kısırlaştırıp anlamsızlaştırdı. Dolayısıyla her kültürün kendine göre işlevsel, nesnel bir aklı vardır.

Bakunin de, bilimin ve bilimsel

bilginin önemine vurgu yaparken aynı zamanda bizi, “tüm rejimlerin en aristokratı, en despotu, en kurmaz ve en seçkincisi olan bilimsel aklın iktidar”ına
karşı uyarır ve bilimin hakim güçlerin boyunduruğuna girdiğini belirtir.

Dünya görüşleri ve ideolojileri gereği bilim, yazarların sorgulamaktan kaçındığı kutsalları arasında yer almaktadır. Oysa

“bilim nedir” sorusuna gerçekçi ve tatminkâr yanıtlar verilmediğinde dinin doğru kavranma imkânı peşinen yitirilmiş olur.

4)İslâmi inanç ve değerleri eleştirirken yazarların bir diğer temel iddiası da, İslâmın, “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi"nde ifadesini bulan çağdaş insanlık değerlerine karşı olduğu onlarla
uyuşmayacağıdır.

İslâm kültür ve medeniyeti perspektifinden bakıldığında, bugün insanlığın “evrensel insanlık değerleri” olarak nitelendirilen kazanımları “Allah'a rağmen" değildir. Çünkü İslâm nazarında, vahiy gibi insan aklının kullanımı da ilâhi bir buyruktur. Ayrıca insan fitratının ilâhi boyutu vardır. Dolayısıyla Allah'ın insanlara en büyük lütfu olan aklın,

kalbin ve diğer insani yetilerin ahlaki kazanımları da meşrudur. Allah'a, dine ve kutsala rağmen insani kazanım ve hak iddiası, Antik Yunan kültürü ve onun üzerine inşa edilen Batı kültür ve medeniyetine ait bir tasavvurdur ve bugün de anlaşıldığı üzere bir yanılsamadan ibarettir. Yunan kültür ve
edebiyatında, Batı'da kendisinden “insanlığa uygarlığı

bahşeden kahraman” olarak bahsedilen Promethe tanrılardan aldığı ateşi (aydınlığı), yeryüzüne indirdiği için tanrıların gazabına uğrar. İslâm'da ise İblis, Allah'ın verdiği bilme yetisiyle yücelen insanın önünde secdeye kapanmayarak Allah'a karşı geldiği için, Allah'ın lanetine uğrar. Bundan dolayı Batı felsefesinde insan hakları, hümanizm gibi değerler daha

çok tanrıya, kutsala karşı ve teizm-karşıtı bir bağlamda gelişmiştir.

Kendi düşünce dünyalarında yazarların dine biçtikleri rol de, Hiristiyan Batı tecrübesinin ürünü olan, maddeci pozitivist ideolojiler tarafından biçimlenmiştir. Bunun için onlar İslâm'ı insanlık değerleriyle uzlaştırma çabalarını da başarı şansı olmayan “dema-
goji”

“revizyonizm" ve “savunma mekanizması” olarak görürler. Bazı müslümanların ileri sürdüğü, “İslâm'ın bundan ondört asır önce, en ileri düzeyde getirdiği insan haklarını batı henüz keşfetmiştir” şeklinde sözü edilen nitelemeleri haklı çıkaracak yaklaşımların da olduğu gerçeği bir yana, genel olarak bakıldığında yazarların bu iddiasının muhatabı

İslâm dini olamaz.

Özetle bu “bildirgeler” insanlığın başarısıdır. Eğer onlar hakikati ifade ediyorsa onların Hıristiyan Batı'da formüle edilmiş olması önemli değildir. “İlim ve hikmet müminin yitik malıdır, onu bulduğu yerde alır”, İslâm medeniyeti daha önce Yunan felsefesine karşı da bu tavrı göstermiştir. Ancak gerek tarihi tecrübeler gerekse

günümüzde yaşananlar bize göstermektedir ki, asıl önemli olan nazari ahlâk teorileri, evrensel bildirgeler vs. değil, bunların hayata geçirilmesidir. Bunun için de evrensel bildirgelerin, “evrensel ödevler ve ahlaki sorumluluklar” bakımından desteklenmeye ihtiyacı vardır. Bu da ancak değer üreten sistemler ve dinlerle mümkündür. Aslında başta Kuran-ı Kerim olmak

üzere, ilâhi kitaplar
incelendiğinde, dini öğretilerin asıl amacının insanlara ahlâk ve değerler konusunda bilgi vermek değil, onları ahlâki ve değer sahibi yaşam konusunda eğitmek ve onlara yol göstermek olduğu anlaşılır.

Seküler, dindışı felsefe ve ideolojiler de ancak dine benzedikleri veya yaklaştıkları ölçüde değer üretebilirler. Örneğin

Sosyalizmin birçok felsefeden farklı olarak insanlara değer bilinci kazandırmasının sebebi de, özde dini bir yapıya benzemesindendir. Teoman Duralı'nın ifadesiyle “manevi insana karşı, maddi beşerin, mevzilenmesi” olarak tanımlanabilecek günümüz dünyasında asıl sorun insanın çıkara, şahsi menfaate karşı eğilimini ifade eden beşeri arzularının nasıl kontrol

altına alınacağıdır. Şüphesiz bunun yolu, insandaki manevi, ilâhi, insani boyutu güçlendirmek, ondaki ahlaki erdemleri yüceltmekle mümkündür. İnsanın bu anlamda olgunlaşma faaliyeti de özde dinidir.

Evrensel insanlık değerlerinin sahibi olarak kabul edilen ülkelerin hakimiyetinde şekillenen günümüz dünyasında, yoksul ülkelerden zenginlere doğru kaynak

transferi her geçen on yılda
katlanarak artmaktadır. Ekolojik yaşamı tehdit eden çevre sorunları bir yana, her geçen gün dünyadaki ekonomik ve sosyal adalletsizlik artarak devam etmekte, insanların bir kısmı sınırsız beslenmenin problemleriyle meşgulken, büyük bir çoğunluğu da temel insani ihtiyaçlarını karşılayamamakta, açlıktan ölmektedir. Bu sorun sadece

yoksul toplumların değil, zengin toplumların da sorunudur. Örneğin dünyanın en zengin, en gelişmiş ülkesi olan ABD'de her dört insandan biri yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Bu tablonun her geçen gün yoksulların aleyhine, varlıklıların lehine bir seyir takip ettiği görülmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, “çağdaş insanlık değerleri” denilen değerler,

günümüzdeki şekJiyle dünyadaki insanların sadece bir kısmının haklarını ve menfaatlerini yüceltmekte ve sadece onlara insanca bir yaşam sağlamaktadır. Batı'nın evrensel değerleri ve sekülarizmin, Batıdışı ve özellikle de İslâm toplumlarında özgürlük ve insan hakları karşıtı söylemleri besleyen, meşrulaştıran bir zemine kaydığı konusunda ciddi tartışmalar,

bugün Batı gündeminde bile önemli yer tutmaktadır. Şu halde, “çağdaş insanlık değerleri" söyleminin hele “sosyalist” duyarlılıklara sahip aydınları bu kadar cezbetmesi herhalde onların çaresizlik ve tükenmişliklerinin ifadesi olsa gerektir.

Bu duruma vahyi perspektifle bakınca öyle görünüyor ki, ‘mezarlarına girinceye dek çoğaltma ihtirasının

peşinde koşan' ve ‘servetin kendini ebedileştireceğini sanan' insanların etkinliğiyle
yoğrulan, inanç ve ahlaki değerlerden yoksun bir medeniyet sonunda kendini yok eder ve geride ibret alınacak medeniyet izleri kalır. Kuran'da olduğu gibi tarihte de bunun örneklerine
rastlanabilir.

5)Yazarların temel tezlerinden biri de İslâm'ın modernleşme imkânının

bulunmadığı, değerini yitirdiği, hatta modernleşmemizin önünde engel teşkil ettiği ve dolayısıyla reddedilmesi gerektiğidir. İslâm'ın, Batı'da Rönesans'tan beri gelişmekte olan topyekün dünyevileşme anlayışının, müslüman toplumlarda sağlam bir mekân tutmasına razı olmadığı, ruhunu ve çerçevesini dini inançtan almayan sosyal, siyasi ve iktisadi hayata daima

soğuk baktığı doğrudur. Meselenin bu yönünü yeterince fark edemeyenler, İslâm'ın modernleşmesinden onun modernizme teslim olmasını anladıklarından, İslâm'ın zamana uymakta güçlük çektiğini iddia etmektedirler. Oysa evrensel bir din olan İslâm'ın modernleşmesi, modernizme teslim olup işlevsizleşmesi değil, evrensel mânâ ve ruhunu modern hayata vererek, ona hem

muhteva hem de anlam kazandırmasıdır.

Günümüz dünyasında İslâm'ın ve müslümanların uğradığı eleştiri, iftira ve haksızlığın önemli sebeplerinden biri de, İslâm'ın modernizme karşı direnme gücüne sahip en güçlü düşünce ve
inanç sistemi olmasıdır. Bu mânada Çin ve Hint medeniyetleri de anımsanabilir. Şu var ki, evrenselleşememiş ve

arkalarında doğrudan doğruya sahih bir ilâhi tebliğ bulunmayan, örfler bağlamında, varolagelmiş medeniyetler olmalarından dolayı onların dirençleri de sınırlıdır.

İslâm evrensel ışığı ile ferdi ve toplumsal hayatın bütün yönlerini aydınlatmak ister. “Aydınlatmak” demek “varolmak için başka bir şeyi yerinden etmek” demek değildir. Bilim, sanat,

ahlâk, siyaset, iktisat kendi mâkuliyetleri ve kısmi bağımsızlıkları içinde varolacak, evrensel ışık ise toplumun varoluş zemininde, aşkın olandan kaynaklanan gücüyle, “göklerin ve yerin nuru” (en-Nur 24/35) olmaya devam edecektir. Böyle bir varoluş halinin “ben varsam o yoktur” anlayışıyla ilgisi yoktur. O bakımdan İslâm günlük dilde kullandığımız anlamda

bir ideoloji değildir.

Unutulmamalıdır ki, evrensel olan, Kur'an'ın belli durumlar için öne sürülmüş yorum ve uygulamaları değil, bizzat kendisi ve mesajıdır. Eğer yazarlar eleştirilerinde bu ayrımı yaparak Kuran’ı Kerim'deki tarihsel unsurları ve geleneksel İslâmi literatürü lafzi olarak okuyup günümüze taşıyan katı anlayışları eleştiri konusu

yapmış olsalardı, hem büyük ölçüde haklı olabilirler hem de İsİâm'ın modernleşmesi için müslümanları uyarıcı bir etki/katkı yapmış olabilirlerdi. Zaten birçok müslüman yazar da günümüz müslümanlarının nazari ve ameli aklının uzun zamandan beri yetersiz kaldığı, bunun da İslâm'ın evrensel mesajının modernleşmesinin önünde engel olduğunu ileri

sürmektedir.

6)Diğer yandan, müslüman bir toplumda İslâm eleştirisi sadece entelektüel, felsefi bir tartışma değil, aynı zamanda bir kültür,medeniyet değer ve kimlik eleştirisidir. Elbette farklı kültür ve medeniyetlerden istifade ederek kendi kültürümüzü eleştirebilir, zenginleştirebilir ve geliştirebiliriz. Ancak böyle bir faaliyet, yeni katılan

unsurların kodlarını kendi değer sistemimizle bütünleştirerek başarılı olabilir. Bu konulardaki ani ve köksüz değişimler toplumda onulmaz yaralar açabilmekte ve asırlar boyunca oluşan ve derin anlam boyutları kazanan semboller dünyamızda ve tarih bilincimizde köklü değişiklikler, aşılması güç problemler doğurabilmektedir. Fert ve cemiyet planında beşeri şahsiyetin

devamı önemlidir. Bu istikrar ile oynamak toplumun şuuru ve kollektif bilinciyle oynamaktır. Bu durum toplumsal bunalımlara, benlik ve kültür krizlerine sebep olabilmektedir.

Aslında yazarların kitaplarında muhatap aldıkları din anlayışı zihinlerindeki din tasavvuru, günümüzde İslâm konusundaki iki sağlıksız yaklaşımı örneklemektedir. Bir yanda, din adına

ileri sürülen yavan, katı, uzaklaştırıcı ve dolayısıyla yabancılaştırıcı, çoğu zaman akıldışı ve tutarsız bir dini anlayış vardır. Bu katı muhafazakarlık, aydınlatıp yumuşatılmadıkça, İslâm'ı
cepheden vurmak için siperde bekleyenler her zaman malzeme bulmakta güçlük çekmeyeceklerdir. Diğer yanda ise din aleyhine önyargılı, ham, yüzeysel,

kışkırtıcı bir yaklaşım söz konusudur. Her ikisi de problemlidir.

Böyle bir problemi besleyen başlıca iki unsurdan söz edilebilir. Bunlardan biri özellikle son birkaç yüzyıldır kendini yenileyemeyen yeni tecrübelerle zenginleştirip yeni ifade yolları üretemeyen katı muhafazakâr dini anlayıştır. Diğeri ise batılı insanın tarihi ve dini (Hristiyanlık)

tecrübesinden kaynaklanan ve İslâm dünyasına oldukça yüzeysel biçimde yansıyan, yazarlar örneğinde olduğu gibi zaman zaman ideolojik bir görüntü sergileyen, katı
dünyevileşme anlayışıdır. Din konusunda, bu iki yaklaşıma bağlı anlayış ve siyasetin de toplum için hayırlı sonuçlar doğurmayacağı açıktır.

Zaaflarına rağmen eleştirel

çalışmalar, “ilerici-gerici, laik-anti laik, sünni-alevi, vb.” daha çok yapay olduğuna inandığımız, fakat uğruna siyasi, sosyal ve iktisâdi ağır bedeller ödediğimiz kutuplaşmaların aşılması, milletimizin birlik ve beraberliği ile selâmeti bakımından önemlidir. Bunun için, toplumumuzdaki bütün kesimlerin birbirlerini önyargısızca anlamaya, yorumlamaya ve

diyaloğa yönelik çalışmaların devam etmesi gerektiğine inanıyoruz. Öte
yandan, Turan Dursun ve Erdoğan Aydın’ın kaleme aldığı bu görüşlerin toplumun belli bir kesimince paylaşıldığı da bir gerçektir. Bu açıdan bakılınca, değeri ne olursa olsun bu görüşlerin gündeme getirilmesinin, sorgulanması ve kıymetinin takdir edilmesi bakımından yararlı olduğu

söylenebilir.

7)Bütün bu problemlerin aşılması için, yönlendirici, araçsal bir din eğitiminden çok objektif, baskısız ve seviyeli bir din eğitimine önem verilmesi gerekmektedir. Diğer yandan, “fikri ve vicdanı hür” fertler yetişmesi için, din ve bilim öğretiminde, bilginin mahiyeti, sınırları ve hiyerarşisinin kavranması, bunun için de “Din ve Bilim

Felsefesi” öğretimine önem verilmesi zorunludur. Aksi durumda toplumda özgür düşüncenin gelişmesi, din veya bilim
kaynaklı dogmatizmin hafiflemesi beklenmemelidir.

Mehmet Aydın'ın deyimiyle “Bugün müslümanların yeniden düşünmek, İslâm'ın fikri yapısını modern bilim ve düşünceyi dikkate alarak yeniden kurmak gibi zor ama şerefli bir görev ve

sorumlulukları vardır.”

Özellikle XX. yy. boyunca, bu sorumluluğunun farkında ve bilincinde olan, hem İslâm'ı hem de modern hayatı bilen inanmış aydınların çalışmalarıyla, bugün geleceğe daha umutla bakabiliyoruz.

Marcia Bjornerud
Marcia Bjornerud

Dünya genelinde artık insanlar ister madencilik gibi etkinliklerle istemli, isterse de tarım ve kentleşmeyle erezyonu ivmelendirerek istemsiz olarak Dünya'nın tüm nehirlerinin taşıdığı toplamdan daha fazla kaya ve tortulu yerlerinden taşıyorlar. Jeolojik şekillerin jeolojik süreçlerin işleyişinin ürünü olduğunu varsaymak artık mümkün değil. Çin hükümeti, Surtsey'in

oluşumuna distopik bir tezat teşkil eden bir süreçle yeni adalar oluşturmak için deniz tabanındaki mercan yataklarını kazıyıp Güney Çin Denizi'ndeki Spratley Adaları'nın haritasını birkaç yılda radikal ölçüde değiştirdi. İngiltere'nin güneyinde iklim değişimiyle hırçınlaşan deniz ve yoğunlaşan fırtınaların üzerine bir de insanların kıyıda yaptıkları

değişimler binince,meşhur tebeşir kayalıklarının gerileme oranı yılda 5-10 santimden metre düzeyine çıkmış bulunuyor. Nil Delta'sı, Assuan ve öteki barajların tortul iletimini kesmesi nedeniyle yılda 2.5 ila 5 cm batıyor. Louisiana eyaletinin kıyı kesimleri, bir takım istemsiz sonuçların "mükemmel fırtınası" (Mississipi yatağına kıta çapında yapılan mühendislik

müdahalelerinin tortul iletimini büyük ölçüde azaltması; petrol ve doğalgaz üretimi nedeniyle yüzeyin çökmesi; petrol ve doğalgaz kullanımının dolaylı bir sonucu olarak deniz seviyesinin önlenemez yükselişi) nedeniyle saat başı dört dönüm toprak kaybediyor. Bu arada Oklahoma'da da gaz ve petrol çıkarmak için kayaların kuyulardan pompalanan basınçlı suyla

çatlatılması yönteminin sonucunda ortaya çıkan artık suyun yeraltının derinliklerine aşılanmasıyla, uyuyan fayları uyandırıp depremlere yol açıyoruz.