"Uhrevi ışığı sızdırmak mavinin bahtında yazılı olsa da dünyevi saltanat kırmızıdır. Çünkü kırmızıya düşen rol bağırmak, çağırmak ve kışkırtmaktır bu dünyada. O kadar bağırır ki kırmızı, sonsuzca uzanan yemyeşil tarlalar üzerinde bir tek gelincik açsa göz onca yeşili bırakır, gidip o kırmızıya takılır. Kırmızı, doğanın kanıdır."
1) İslâm’ın erken döneminde Araplar manevî uyanış havasına ve zaferlerden doğan güvenlerine paralel olarak güçlü bir bilgi susamışlığıyla doluydular; böylelikle öğrenmeye tutkun ve yabancı unsurları almaya hazır haldeydiler.
2) Bu şuuru yansıtan yeni din, bilimleri engellemediği gibi üstelik teşvik etti.
3) Emevi, Abbasi hanedanları ve diğer devlet
adamları bilimleri birçok yönden desteklediler.
4) Diğer dinlerin kültür taşıyıcılarına karşı, memleketlerinin fethedilmesi sonrasında Müslümanlar tarafından iyi davranıldı, değer verildi ve onların yeni topluma katılmasını sağladılar.
5) Daha birinci yüzyıldan itibaren İslâm toplumunda, Avrupa’nın Ortaçağ’da ve sonrasında malumu olmayan, eşi
görülmedik, verimli bir öğretmen öğrenci ilişkisi gelişti. Öğrenciler sadece kitaplardan değil, bunun yanı sıra doğrudan doğruya hocalar tarafından verilen dersler yoluyla bilgiler edindiler. Bu, öğrenme eylemini kolaylaştırıyor, böylece güvenilir bir bilginin garantisi
oluyordu.
6) Doğa bilimleri ve felsefe, filoloji ve edebiyat başlangıçtan beri, teolojik
değil, dünyevi bir anlayışla yapıldı ve sürdürüldü. Bilimlerle uğraşmak, sadece din adamları sınıfının imtiyazı değildi, bütün meslek gruplarına açıktı. Bu yüzdendir ki biyografik ve bibliyografik eserlerde Arap-İslâm kültür dairesinin
çoğu bilim adamının baş adları meslek nitelemeleridir, terzi, ekmekçi, marangoz, demirci, deve sürücüsü ve saatçi
gibi.
7) Daha 7. yüzyılda camilerde umuma açık ders faaliyeti başladı. 8. Yüzyılda önemli filologlar, edebiyatçılar ve tarihçiler büyük camilerde kendi eğitim kürsülerine (usṭuvāne) [sütun] sahiptiler. Bu eğitim öğretimde derslerin ve tartışmaların nasıl olduğuna ilişkin bize ulaşan haberler yüksek bir akademik stile tanıklık etmektedirler. Bu büyük
camiler, 5./11. yüzyılda devlet üniversiteleri kurulana kadar kendiliklerinden ilk üniversitelere dönüştüler.
8) Arap yazısının karakteri, Arapçanın kolay ve hızlı yazılmasına imkân tanıyordu ve böylelikle kitaplar çok geniş bir yayılma alanı bulabildi.
9) Hızlı ve köklü bir şekilde gelişen filoloji, bilginlere eserlerinin redaksiyonu ve yabancı dillerle
olan ilişkileri için sağlam bir temel sağladı.
10) Yabancı terminolojilerin alınması ve benimsenmesi, tam tanımlama ve bilimsel kesinlik için bakış açısını keskinleştirdi, kendine özgü Arapça terminolojinin ve bilimsel dillerin oluşturulmasına götürdü.
11) Yazılı aktarım, önce Hicretin ilk yüzyılından beri ilerletilen geleneksel papirus endüstrisi ile
daha sonra ise Çin’den alınan ve İslâm dünyasında yazı malzemesi olarak geniş bir yaygınlık kazanan kâğıdın üretimi için imalâthaneler kurulmasıyla da ciddî biçimde desteklendi.
12) 10. yüzyılda daha iyi ve daha uzun süre kalıcı mürekkebin, bir tür karışım olan isden mamul demir palamutu mürekkebinin (karışımda bulunan ögeler: demir sülfatı, meşe
palamutu ekstresi, gummi arabicum/arap zamkı ve su) geliştirilmesi siyah koyu bir yazıyı mümkün kıldı, böylece yazıların zaman içerisinde solmadan veya kahverengileşmeden daha uzun süreli kalıcılığı sağlandı.
Savaş, maddi ve manevi kazanç ve kayıpları olan, bazen dünyevi bazen de uhrevi gerekçeler ile ülkelerin harp sahasında karşı karşıya gelmesidir. Başarının tek anahtarı ise orduların gücü (savunma bütçesi, toplam askeri personel, toplam hava envanteri, toplam kara envanteri, toplam donanma envanteri, kurmay becerileri vd.) ve kullandığı teknolojidir.
Atatürk’ün kullanmakla onur duyduğu unvanlarından biri olan GAZİ, izafi benliğin Hak yolunda ortadan kalkmasıyla uhrevi alemin şahitliğine mazhar olamamış ama hakikat yolunda dünyevi alemde zaferle taçlanmış kişi demektir. Gazi Ahmet Muhtar Paşa ve Gazi Osman Paşa’dan sonra bu unvanı 3. alan kişi Atatürk’tür.
Eyüp'ün Haliç'e bakan yamaçları, İstanbul'un Müslüman nüfusu için kabristan olarak ayrıldı ve yüzyıllarca Müslüman ahali buraya defnedildi. Ecdadımız, eğer dünyevi hırslar içinde olsalardı, Haliç'in en güzel yerini kabristan yapmazlardı sanırım.
Onun dünyevi şeylere önem vermemesini telkin ediyor, bunuda dünya üzerine bağlanan umutların boş gözle görünen aldatmaca olduğunu hararetli sözlerle ispatlamayı başarıyordu.
Sana rastladığım an farkettim.
Ayak seslerin sol yanımda yankılanıyor.
Senin bana yalnızca dünyevi mesafen uzak.
Sesini işittiğim kadar değil,
Huzurunu hissettiğim kadar varım ben!
İnsanın, kendisine dayatılan beşeri idolleri ve yarı tanrı mevkiine konuşlandırılmış dünyevi otoriteleri reddederek, kulluğunu sadece Allah'a münhasır kılması, gerçek bir hürriyet için temel prensiptir.
Kanımca, yazar olmak tıpkı bir komutan olmak gibidir. İkisi de ölümle oynaşarak ömür tüketirler. Yalnızca farklı şekillerde.
Nasıl ki bir komutan tüm dünyevi hazlara karşı duyduğu arzulara set çekmeden
savaş meydanında başarılı olamazsa,
bir yazar, ruhunu yalnızlıkla terbiye etmeden
dev yapıtlar ortaya koyamazdı.
“Biliyor musun?”
“Neyi biliyor muyum?”
“Güzelliğin cehennemin kıyısını aydınlatıyor.”
“Beni bu dünyevi cümlelerle kandırmazsınız beyefendi.”