Şüphesiz ki cihâdla alakalı konularda fetva verme cüretinde bulunmak başka konularda verilen fetvalardan daha tehlikelidir. Şayet cihadın ilmi ve şer'î ölçüler dahilinde yönetilmez ise bu yol kesip, korku salmak kabilinden bir işe dönüşür.
Cihad Kur'an'da genel olarak “Allah'ın rızasına uygun bir şe-kilde yaşama çabası” anlamına gelir. Bu bağlamda yapılan savaş
da cihadın bir çeşididir. İslâm'da bu anlamda cihadın ancak müslümanların can ve mal güvenliğini sağlamak, hak ve hürriyetlerini korumak, zulüm ve fesâdı (fitne), müslümanlara karşı yapılan saldirları ve hiyanetleri önlemek,
mazlumlara yardım gibi amaçlarla yapılacağı hükme bağlanmıştır. Zülmedenlerden başkasına düşmanlık yoktur. Savaştan vazgeçip barışa yanaşanların taleplerine uyulur. Savaşta saldıranlara karşı aynı ölçüde karşılık verilir, aşırı gitmek yasaktır.
Bekir Topaloğlu İslâm'da anlamını bulan, bütün cepheleriyle
ilahi mesajı insanlığa duyurma
amacını güden, bu sebeple de her
devirde canlı tutulması zorunlu olan cihad faaliyetinin günümüz
şarlarındaki yöntemlerini ekonomi, kültür ve son olarak savaş olmak üzere üç noktada toplar.”
Bazı araştırmacıların Kur'an'ın savaş ortamında nazil olan ve
müslümanları cihada teşvik eden ayetlerini onun bütünlüğünden
koparıp, cihadın
meşruluğunu küfür sebebine bağlayan bazı ulemaya ait görüş ve sözleri de ele alarak genellemede bulunmaları ve bunları maksatlarını aşacak şekilde yorumlarken gayri müslim ülkelerin tarih boyunca müslümanlara karşı sergilediği saldırgan tavır konusunda sessizliği tercih etmeleri hatta onların ağzıyla İslâm'ı eleştirmeleri ibret vericidir. Halbuki Kur'an'ın
müslümanlara karşı düşmanlık beslemeyen gayri müslimlerle iyi ilişkiler kurma, yönündeki tavsiyeleri açıktır.
"Geçmiş vahyin mensupları ile zulüm ve haksızlıktan
uzak durdukları sürece en güzel şekilde tartışın ve deyin ki:
“Bize indirilene inandığımız gibi size indirilmiş olana da
inanıyoruz: çünkü bizim ilahımız ile sizin
ilahınız tek ve
aynıdır ve biz (hepimiz) O'na teslim olmuşuzdur."
“İnanc(ınız)dan dolayı size karşı savaşmayan ve sizi,
yurtlarınızdan sürmeyen (inkarcı)lara gelince, Allah onlara nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz: Çünkü
Allah adil davrananları sever. Allah, yalnızca, inanc(ınız)dan dolayı size karşı savaşan ve sizi
anayurdunuzdan süren veya (başkalarının) sizi sürmesine yardım edenlere
dostlukla yaklaşmanızı yasaklar..."
İslâm tarihi boyunca gayri müslimlerin İslâm ülkelerinde güven içinde yaşamış olmalarına karşılık hıristiyan alemi asırlar boyunca papalığın da etkisiyle İslâm dünyasıyla düşmanca ilişkiler
içinde bulunmuştur. Bütün hıristiyan
Batı dünyasının katıldığı HaçIı seferleri ve bunun İslâm dünyasında açtığı yıkımlar yanında Sicilya ve Endülüs'te insanlığın en ihtişamlı medeniyetlerinden birini kurmuş olan bir devleti ve milleti kökünden yok edecek kadar müslüman kıyımını doğuran bu düşmanlığın günümüz şartları, metodları ve vasıtalarıyla sürdürüldüğü yönünde hemen
bütün müslüman milletlerde genel bir kaygı vardır. Bosna-Hersek'te de görüldüğü gibi dünyanın bir çok yerinde müslümanların mal, can, namus, tarihi eserler ve kurumlar gibi bütün değerlerine karşı sürdürülen tecavüzler, tarihte olduğu gibi müslüman milletlerin onlarla ilgili kaygı ve kuşkularını haklı gösterecek niteliktedir. Ayrıca son birkaç asırdan beri
Batı'nın İslâm dünyasına yönelik sömürgeci politikaları ve bunun doğurduğu sonuçlar, tarih boyunca İslâm dünyasında yaşayan gayri müslimlere can ve mal güvenliği sağlamanın
da ötesinde milli kimliklerini koruma konusunda tanınan imkân ve hoşgörü ile karşılaştırıldığında, iki din ve medeniyetten (İslâm-Hristiyanlık) hangisinin diğer din mensuplarına
karşı daha saygılı ve müsamahalı davrandığını açık biçimde görmek mümkündür.
Anlaşılacağı üzere daha çok siyasi-ideolojik nitelikli olup toplumumuzun tarihi kültürel mirası ile psikolojik savaş malzeme
olarak kullanılan, yazarların da seslendirdiği bu ve benzeri iddiaları, onların İslâm'la ilgili genel tavır ve görüşlerinin uzantısı olmaktan
öte bir anlam ifade etmemektedir.
Haricilerin bazı siyasi ve dini görüşlerini genel olarak şöyle özetleyebiliriz:
a) Hariciler karşı çıkarak hedefleri haline getirdikleri Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Ayşe, Muaviye ve taraftarlarını tekfir ederler.
b) Ancak şartların uygunluğu halinde zalim imama isyanı caiz gören İbadiye fırkası dışında genellikle Hariciler zalim yöneticiye isyanı vacip
görürler. Onlar, Müslümanların maslahatına uygun hareket etmezse imamın azlinin veya katlinin vacip olduğu görüşündedirler.
c) İmametin sadece Kureyş'e ait bir hak olmadığını, imamın diğer kabilelerden hatta Arap olmayanlardan dahi olabileceği görüşündedirler. İmamete ait bu görüşlerinden dolayı Van Vloten onları "cumhuriyetçiler" olarak nitelendirir. Bazı
araştırmacılar da Haricileri İslam'ın demokrat fırkası olarak değerlendirir.
d) Emri bil maruf ve nehyi anil münker'in vacip olduğunu ve cihadın imanın esaslarından biri olduğunu kabul ederler.
e) Büyük günah işleyenin kafir olduğu ve ebediyen cehennemde kalacağı inancını taşırlar.
Şimdiye kadar en ciddi tehlike, Mısır'a yönelik tehditti. Hindistan, Fas veya Kafkasya gibi Müslüman dünyasının ücra bölgelerinde etkili olabilecek bir cihad çağrısının Büyük Britanya, Fransa veya Rusya için zorluklara neden olması bekleniyordu. Bu en kötü tahminle, yerel ayaklanmaların boyutlarını aşmazdı. Afganistan'ın dâhil olması, Hindistan'ın kuzeybatı
sınırında yerel bir savaş anlamına gelirdi. Öte yandan, Mısır'da, Süveyş Kanalı'nın boğazının sıkılması İngiltere'yi sadece utandırmakla kalmayıp, hayati bir noktada onu sakat bırakacağından, tehdit çok daha zorlu sonuçlar doğurabilirdi. Böylece cihadın etki edeceği Müslüman dünyası iki ayrı bölgeye ayrılmaktaydı: Farklı ülkelerde yaşayan Arap olmayan
milletler ile Arap olup, coğrafî merkezi Mısır olan bir iş çember. Süveyş Kanalı'na kara saldırıları yalnızca Araplarin yaşadığı topraklarda yapılabilirdi, bu tehdidi önlemenin yolu da Arapları Itilaf saflarına çekmekti. Kitchener, Şerif'e mesaj gönderdiğinde aklındaki şey buydu ve Türkiye'nin savaşa girmesiyle beraber Arap sorunu, otomatik olarak Avrupa'nın siyasî
yörüngesine çekildi.
Hilafet merkezi olan Türkiye'nin onu yok etmeyi amaçlayan Hristiyan güçlerle savaşta olduğunu, Kutsal Mekanlar'ın tehlike altında bulunduğunu ve tüm gerçek inananların iman sancağı etrafında toplanmasının zorunlu olduğunu ilan edebilirdi. Bu çağrıya ne ölçüde uyulacağını önceden söylemek kolay değildi. Modern zamanlarda, cihadın dünya çapında ilan edildiği bir
örnek yoktu; üstelik Türkiye'nin Hristiyan güçlerle ittifak içinde olması, bu çağrısının gücünü yalnızca zayıflatırdı. Öte yandan Abdülhamid'in teşvik etmekte olduğu Panislamist dayanışma duyguları, ne tam olarak ölçülebilecek ne de güvenli bir şekilde göz ardı edilebilecek bir faktördü.
Her halükârda, Sudan'daki Mehdi İsyanı ve Tunus, Fas
ve Trablus'taki Müslüman nüfusun Avrupa nüfuzuna karşı direnişi, çok kısa bir süre önce, silaha sarılma çağrısında dinî duyguların kullanılmasının hâlâ eski kışkırtıcı gücünün bir kısmını koruduğunu göstermişti. Kısmen başarılı bir cihad bile İtilaf Devletleri için ciddi bir tehdit oluşturabilirdi. Ne Hindistan'da yetmiş milyon, Mısır ve Sudan'da on
altı milyon Müslüman tebaası olan İngiltere; ne Afrika'da yirmi milyon Müslümanı yöneten Fransa; ne de sınırları içinde bu miktarda Müslüman nüfusa sahip Rusya cihad çağrısını göz ardı edebilirdi.
Müslümanlar cihadın sadece silahlı savaşla olabileceğini sanıyorlar halbuki öyle değil. Allah yolunda yaptığın iş, gayret, ilimde cihad etmektir.
"Dünya ve Şeytan, senin dışında olan iki düşmandır. Nefis ise senin içinde olan bir düşman. Cihadın kurallarından biri de şudur;
" En yakınınızda olanla savaşın. "
Osmanlı İmparatorluğu’nun fetih üzerine fetih seferlerine çıkmasının sebebi neydi? Bu soruya verilen yanıtlar genellikle üç etkeni vurgular: Cihadın ( Osmanlı terminolojisinde daha ziyade gazâ) teşvik edici rolü, devletin militarist doğası ve savaş ganimetlerinin önemi.
Ne zaman sahabe ve onlardan sonra gelenler Allah yolunda sadakat ile cihad ettiler, Allah cc da onlara hayır yollarını açtı ve rızasını bahşetti. Ve ne zaman da bu asrın ümmeti cihaddan geri durdular işte o zaman düşmanları onlara karşı hırslanmaya başladılar ve bu ümmetin, çıkış yolu bulamayacak kadar problemleri ve musibetleri arttı. Çünkü sadakat ve içtenlikle
yapılan cihadın dışında kurtuluş yolu yoktur.