Öğretimde başarı başkalarıyla karşılaştırılarak belirlenir. Eğitimde başarı, kişinin bireysel gelişimine göre olur.
Her toplumda, insanın uykusunda gördüğü rüyalar bireysel ve özeldir. Buna karşın endüstriyel kültürümüzün popüler rüyaları, ortak arzuları ifade eden bir piyasa için, özel kuruluşlar tarafından kitlesel olarak üretilmektedir.
1920’lerde Reich, Breton, Attila Jözsef ve Karel Teige
gibi devrimci entelektüellerin psikanalize başvurmuş olmaları şaşırtıcı değildir. Onlar psikanalizi, zihinsel hayat ve bireysel kişiliğin gelişimi hakkındaki dinamik kavramlarıyla, Marks’ın ideoloji eleştirisinde başlattığı “ maske düşüren devrim” e eklenen yeni ve hayati bir boyut olarak gördüler.
Nevrotik semptomların, günlük hayatın ve düşlerin akıldışılıklarının, bireyin bilinçli davranışının kendi bilinçdışı
psişik hayatıyla ilintili olarak anlaşılması halinde bir anlam ta şıyacağını, bilinçli davranış ile bilinçdışı hayat arasındaki bu ilişkinin bir çatışma olduğunu keşfeden Freud, buradan hareketle, içgüdüsel dürtülerin
toplumsal koşullar ve moreil kodlar içinde ifade edilen gerçeklik iddialarıyla çatışmalarına, etkileşimlerine ve karşılıklı uyumlarına dayanarak zihinsel hayatın incelenmesine yönelik diyalektik bir yaklaşım formüle etmeyi sürdürdü.
Cinsel aşk, burjuva ekonomik faaliyetinin talepleriyle uygunluk içinde kendiliğinden karakterinden sıyrıldı; göreve ve alışkanlığa indirgendi; başlıca işlevi, bireysel sermaye birikimi döneminde ekonomik aygıtların yeniden üretilmesi için gerekli hazır bir fiziksel ve ruhsal bağlamı sürdürmek haline geldi. Cinselliğin bu değer kaybı, Fromm’un belirttiği gibi, burjuva
toplumu içindeki bütün insan ilişkilerinin şeyleşmesine karşılık düşüyordu. “ Bu şeyleşmeyle birlikte, insanın kendi cinsinden herkesin kaderine yönelik kayıtsızlığı burjuva dünyasındaki ilişkileri karakterize etmeye başladı; başkaları için bireysel sorumluluğun zerresi, birini karşılıksız sevmenin belirtisi yoktu”
Olumlayıcı kültür aynı zamanda
topluma püriten bir cinsel ahlak
empoze etmek suretiyle cinselliğin serbest kalmasında üstü kapalı şekilde var olan devrimci potansiyeli yok etme girişiminde bulunurken, libidinal enerjileri baskı altına almak, böylece dinden spora ve kitlesel eğlencelere kadar bir telafi hazları ağı yaratmak için alternatif kanallar açma işlevi görür. Son olarak, iletişimsel eylem
yapılarına dayanarak, böyle bir toplum ve kültürü, kamusal ve özel dil arasındaki -yani sınıf iktidarının kurumlarından çıkmış resmî semboller ve tanımlar ile insanların günlük hayatlarından doğan özel anlamların ve bireyselleşmiş ihtiyaçların ifadesi arasındaki- keskin kopukluğun karakterize ettiği şeyler olarak betimleyebiliriz.
"Nefsin" içerdiği anlamlardan bazıları şunlardır: bir şeyin Özü (esence of an Object), yaşayan şey, psişe, ruh, zihin, canlı oluş, kişi, birey, arzu (desire), bireysel kimlik veya kendi-lik.
Arapçada, dönüşlülük zamirleri yoktur: dönüşlülük zamiri için ayn ve nefs kelimeleri kullanılır; dolayısıyla 'ilmül nefs' (nefs bilimi) terimi, 'psikoloji' olarak
çevrilmiştir.
Sufi metinlerindeki 'nefs' teriminin zikri genellikle,
bütün bir nefs-beden yapısı, egosentrik (benmerkezci) hırslarına tâbi ve tutkuları veya 'şehveti' (flesh-Yunan Ortodoks kilise babaları tarafindan anlaşlldlğl şekliyle Yunanca sarx kelimesi İle karşılanır) tarafından yönlendirilen kişiye işaret eder.
Bu anlamdaki nefsin, manevî
dönüşüme doğru giden kendi yolunda, daha yukarıda olan üç seviyesi vardır;
-nefsi levvâme (kınayıcı veya halinin farkındaki nefs),
-nefs-i mülhime (ilhama muhatap olan nefs) ve
-nefs-i mutmainne (tatmin-huzura ermiş nefs).
“Nadya, üzülme artık. Hiç değilse bir iki tane de olsa istediğin eşyanı alabileceksin. Bizi düşünsene, öylece gideceğiz, evimize ne olduğunu bile bilmiyoruz.”
Başını hışımla kaldırdı, öfkeden, gözleri dipsiz kuyuların karanlığına bürünmüştü.
“Biz ne olacağımızı biliyor muyuz? Kime ne yaptık? Kimin canını yaktık? Neden
toprağımızdan, evimizden, sevdiğimiz herkesten, her şeyden ayrılmak zorunda kaldık?”
İçindeki hıncı, öfkeyi, nefreti, korkuyu kusuyordu.
Yaşanacakları engellemeye kimin gücü yetmiş ki?..
Vedalaşmalar, acının sessizlikle katmerleşmesiyle yürekleri dağlaya dağlaya yapıldı. Her yüreğe acının yıldırımı düştü kavurdu, içine içine akan
yaşlar derya oldu, boğdu sesi soluğu. Kalan da yarımdı, giden de. Birbirlerinin yarımını ömür boyu sırtlanacaklardı…
Kişiliğini biçimlendiren çocukluğunu, kalabalık ailesini, ilk aşkını, ilk kalp ağrısını, ora’nın yazını, baharını anlatırken, kendi kışına sürgün olan bir kadın… Nadya…
Saliha Nilde, sarsıcı bir dille kaleme aldığı,
trajik insan hikâyelerine tanıklık eden bu kıymetli eserinde, nice sürgünlere ev sahipliği yapmış Anadolu’yu başka bir gözle değerlendirip, hem bireysel hem sosyolojik düzlemde genç bir devletin fotoğrafını çekerken, yaşamın kıyısında kalmış bir kadının içsel ve coğrafi yolculuğunu gözler önüne sererek, sevinci, umudu, hüznü, anlam arayışını ilmek ilmek
hafızalara işliyor
"...Sen makam için, itibar için, şöhret için kendi bireysel tercihlerinden vazgeçiyor musun? Genel müdür olmasaydın yürüyebileceğin sokaklarda artık yuruyemiyor musun? Simit yiyemiyor musun istediğin gibi? En son çıkan lüks otomobilden, telefondan başkası yakışmıyor mu SEN hazretlerine"
Aydınlanma döneminde, farklı dini grupların kurumsal din ve devlet düzeni karşısında kendi tabii haklarını koruma istekleri, düşünce ve inançların sivil haklar ve özgürlükler olarak tanınması talepleri, siyasal yönetimin nasıl olması gerektiği sorununu gündeme getiriyordu. Aklın daha iyi bir toplumsal düzenin kurulması için araçsal bir öneme sahip olduğu kanısı
gittikçe güç kazanırken, insanların bireysel haz ve mutluluklarının yanı sıra toplumsal mutluluklarının önemi daha çok vurgulanmaktaydı.
Bencil gen hipotezine göre, doğal seçilim tipkı diğer organizmaları olduğu gibi, insanları da bireysel olarak aleyhte bile olsa genlerinin üremesi için lehte olanı seçmeye itmektedir. Çoğu bireyin zamanlarını rekabet ederek geçirmesinin sebebi, DNA'larının onları, örnek olarak barış gibi gevşetici davranışlardan alıkoyması ve güçlerini daima genlerini kopyalayarak
çoğaltma yönünde artırmak üzere mücadeleye sevk etmesidir.
Scotus, teolojiyi pratik bir karakter ile bağdaştırdığından bunun felsefeye yakınlaştırılmasını uygun bulmaz. Evrensellik tartışmasına dahil olan düşünür, her "şey"de genel "ne" olgusunun yanında tek ve özel bir "bu, burada ve şimdi" olduğunu vurgulayarak bireysel olana daha çok değer verdiğini gösterir. Çünkü ona göre bireysel olan daha mükemmeldir ve doğanın
gerçek hedefidir.