Derrida'ya göre, ontik olanın durmadan ontolojik olanı kirletmesi, Heidegger'in ölüm analizine musallat olmuştur. Bu durum kendini en açık biçimde, Heidegger'in kritik biçimde ihtiyaç duyduğu fakat öne sürmediği otantiklik ile gayri-otantiklik arasındaki ayrımda gösterir. Aynı şekilde, Aries'inki gibi bir ölüm tarihi, mümkün olan her şekilde ölüme tepki veren insani
mevcudiyetin yapılarına dair problemlerden her daim kaçınıyor gibi görünür. Derrida, Heidegger'den ya da Aries'ten yana çıkarak çözmez bu aporiayı. Aksine onun irdelemesi, pek çok bakımdan Kantçı olarak yorumlanabilir. İlk olarak, Derrida'nın metninin yapısı, bir antinomi gibi anlaşılabilir. Argümanın her bir ucu, ölümün neden evrensel olarak ya da ortaya çıktığı
kültür tarafından belirlendiği haliyle düşünülmesi gerektiği hususunda akla yatkın bir izah sunabilir. Derrida'nın Aporias'daki analizinin Kantçı olmasının ikinci nedeni, transandantal bir analiz olmasıdır. Derrida ölüm hakkında tefekkür etmenin birbirini karşılıklı olarak sarıp sarmalayan ve birbirine musallat olan iki yolu olduğunu ortaya koymaz basitçe. Bu ilk
adımdan hareketle Derrida şu transandantal soruyu sormak ister: Ölüm hakkında tefekkür etme olasılığının koşulları nelerdir ki böyle aporia ortaya çıkabilsin? Derrida'nın bu Kantçı düşünce hattına eklediği kıvrım şudur: Düşüncenin olanaklılık koşulları aynı zamanda olanaksızlık koşullarıdır da. Demek ki temel ontolojinin bakış açısından hareketle ölüm
hakkında düşünme olasılığının koşulları dışlamaya çalışıp muvaffak olmadığı ölüme ilişkin o antropolojik tefekkürün kaçınılmazlığını bünyesinde taşır. Ölüm hakkında antropolojik bir bakış açısından düşünme babında bunun tam tersi de doğrudur şüphesiz.
Aporias'da Derrida, Batı'daki ölüm deneyiminin temelde aporetik olduğunu öne sürer. Heidegger usulü ontolojik analiz, kendi ölümüm meselesini dört bir yandan kuşatmış gibi görünüyor. Bu analiz, ölümü ontik bir gelişme düzeyine tabi kıldığı için, antropolojik bir ölüm izahını pek de dışlamaz. Heidegger için ölüm antropolojisi, daima Varlık ve Zaman'da sunulan
temel ontolojik analiz biçimini varsayar. Antropolojik bir ölüm izahını imtiyazlı kılmak, ontik olanı ontolojikle karıştırma hatasına düşmek olacaktır. Diğer yandan, Philippe Aries'nin [Batı'da Ölümün Tarihi Üstüne Denemeler: Orta Çağdan Günümüze] niyetlendiği antropolojik analiz biçimi, Heidegger'in ölüm analizinin ancak yakın tarihli kültürel dönüşümler
temelinde mümkün olduğunu ileri sürecektir. Ölümlülük karşısında, bütün kültürel taahhütlerin önceden varsaydığı temel otantik ilişki diye bir şey yoktur. Bilâkis, farklı kültürel angajmanlar ölümün anlamını değiştirir.
Baron Rafaele Garofalo:
Ceza Hukuku profesörü olan Garofalo suçluluk ve cezalandırma konularına ilişkin görüşlerini Criminologia isimli eserinde açıklamıştır.Garofalo da Lombroso ve Ferri gibi Darwin'in evrim kuramını temel almasına rağmen bu iki pozitivist düşünürün suçluyu anlatırken suçun tanımından kaçınmalarını eleştirmiştir.Suçluların insanın
antropolojik ve ruhsal yapısına göre tarif edilmesi yönünde yapılan çalışmaların ceza kanunlarınca uygulanabilirliğinin önemine dikkat çeken Garofalo'ya göre,kanunun suçlu kabul ettiği kişiler her zaman biyolojik özelliklerine göre belirlenen suçlu tiplerine uygun olmamaktadır.Bu nedenle de suç kavramının bu kadarüzerinde durulmasına rağmen tanım yapmaktan özellikle
kaçınılması ve tanımın hukukçulara bırakılmasını eleştirmiştir.Ona göre önemli olan;suçun tanımının öncelikle sosyolojik olarak yapılmasıdır.Çünkü suçların belirlenmesinde önemli olan;suçların teknik anlamıyla sözcüklere dökülmesi değil,kanunları bilen bilmeyen herkesin kabul edebileceği bir anlama ve açıklamaya sahip olmasıdır.
Ona göre suç;her
zaman zararlı ve ahlaka aykırı bir eylemdir.Bu noktada suç;yalnızca zarar veren,ahlakdışı fiillerden oluşmakla kalmaz;suça vücut veren bu eylemler aynı zamanda ahlak dışı eylemlerin en bayağı şeklini oluşturur.Sonuç olarak;zarar verici eylemin suç olarak kabul edilebilmesi için ahlakdışı olması zorunludur.Ahlak denilen kavram ise merhamet ve doğruluk duygularında
bulunmaktadır.Bir eylemin suç niteliğinde olması için en yüksek adalet duygularını ihlal etmiş olması aranmaz,o toplumdaki orta düzeydeki adalet duygularına zarar vermesi yeterlidir.Eğer bir eylem;herhangi bir hakka tecavüz niteliğinde değilse,merhamet ve doğruluk duygularına da zarar vermezse,o eylemin suç olarak nitelendirilmesi mümkün değildir.Örneğin;siyasi suç
toplumun ahlaki düşüncelerine zarar vermedikçe,kanunlar tarafından suç olarak kabul edilip cezalandırılsa dahi tabii suç niteliğini haiz değildir.Bunun gibi;savaş zamanında,askerden firar etmek,vatana ihanet etmek,casusluk gibi eylemler gerçek anlamda suç niteliği kazanırken,barış zamanında siyasi suçlar gibi bu suçlar da tabii suç niteliğini kaybederler.
Bu
tanımlamalardan sonra Garofalo'nun suçlu tasniflerine bakalım.Öncelikle Garofalo da Lombrosso ve Ferri'nin ilk insan tipine sahip suçlu tiplerini kabul etmektedir.Kendi yaşadığı deneyimlerden de azılı katil diye tabir ettiği suçluların bu fiziksel özelliklere sahip olduklarını tespit ettiğini belirtmiştir.Ancak her ne kadar suçluların anatomik olarak birtakım anormallikleri
olduğu kabul edilse bile;bu kişilerin yalnızca fiziksel özelliklerine göre belirlenemeyeceğini,bunun yanında ruhsal ve düşünsel olarak da birtakım anormalliklere sahip olduklarını savunmaktadır.Garofalo,suçluyu diğerlerinden ayıran doğuştan sahip olunan özellikler yanında çevresel etkenler,maddi ve ahlaki koşullar,örf ve adetler,alkolizm ve iklim koşullarının da kişiler
üzerindeki etkilerine değinerek suçluları iki gruba ayırmaktadır.Bunlar;"Tesadüfi suçlular"ve "İnsiyaki suçlular"dır.Tesadüfi suçlular;dış dünyadan etkilenen,çevresel faktörlere karşı koymada yetersiz olan bu nedenle de suça yönelen kimselerdir.İnsiyaki suçlular ise;ruhsal sezme gücü ve muhakeme yeteneğinden yoksun olan suçlulardır.
Garofalo'ya göre tipik
suçlu;egoizme sahip,merhmet ve adalet duygusundan tamamen yoksun olan suçludur.Tipik suçlunu suç işleme nedenini ataizme bağlar.Bu kişileri;vahşi,ucube ve hatta canavar olarak nitelendirir.
Garofalo,suç ve suçlu kavramlarını açıkladıktan sonra bu kişilerin nasıl cezalandırılmaları gerektiğini de açıklamıştır.Buna göre;suçlular cezalandırılırken suçlunun yeniden
topluma kazandırılıp kazandırılmayacağının belirlenmesi gerekmektedir.Eğer ahlaken anormal olan bu kişi topluma yeniden kazandırılamayacaksa onun toplumdan ayıklanması yerinde olacaktır.Bunun yolu ise;öncelikle bu kişinin yaşadığı çevreden uzaklaştırılarak yeni bir çevrede yaşamasının sağlanmasıdır.Eğer bu sağlanamıyorsa idam cezası ile bu kişinin
öldürülmesi gerekmektedir.Bu noktada müebbet hapis cezası faydasızdır.Çünkü af ya da hapisten kaçma suretiyle bu kişiler yeniden topluma karışabileceklerdir.Daha düşük suçlar için ise bu cezaların ağır olacağı kanaatini taşıyan Garofalo'nun önerisi;tazmindir.Bu kişilerde merhamet ve doğruluk duygularından birisi eksik oluğ eğer kişi toplumayeniden adapte olabilecek
konumda ise;bu kişinin işlediği suç nedeniyle ortaya çıkan zarara suçtan zarar gören kişinin uğramış olduğu manevi zararın da eklenmesi suretiyle tanzim etmesi yoluyla cezalandırılması yeterli olacaktır.Eğer suçlu maddi olarak bu cezayı karşılayamayacak durumda ise;zarar tanzim edilene kadar zorunlu çalışmaya tabi tutulması gerekmektedir.
Enrico Ferri:
Ferri,Klasik Okulun cezalandırmanın esasını irade özgürlüğüne bağlayan görüşlerini reddetmiştir.Ona göre;bireyler irade serbestliğine sahip olmayıp aksine hareketleri dışsal ve sosyal etkenlerle biçimlenir.
Ferri’ye göre;suça neden olan pek çok etken bulunmaktadır.Bunlar;doğuştan gelen yani antropolojik etkenler ile fiziksel ve toplumsal
etkenlerdir.Antropolojik etkenler;suçlunun kişisel özelliklerini içermektedir.Bu özellikler yaşı,medeni hali,işi,eğitim durumu,yaşadığı yer,ait olduğu sosyal sınıf gibi özelliklerdir.Fiziksel etkenler;suçlunun ırkı,yaşadığı yerde görülen iklim özellikleri,toprak yapısı gibi etkenlerdir.Toplumsal etkenler ise;nüfus hareketliliği göç,gelenek ve görenekler,dini
özellikler,yasalar,ticari ve mali özelliklerdir.Bu etkenlerin hepsinin suçun işlenmesinde payları olmakla birlikte,bazı suçlarda bazı etkenler daha baskındır.Ancak antropolojik etkenler tüm suçlarda bulunmaktadır.Örneğin;doğuştan akıl hastası veya ihtirasi suçlarda antropolojik etkenler;tesadüfi ve itiyadi suçlarda ise sosyal etkenler ön plana çıkmaktadır.Ferri,bu
tespitleri neticesinde suçları 5 gruba ayırmıştır.
Doğuştan suçlular;Ferri’nin suçlu doğanlar ile ilgili görüşleri Lombroso ile aynı doğrultuda olup,atavizm ile açıklanmaktadır.Bu kişiler fiziksel olarak belli değişiklikler göstermelerine ek olarak bir de ahlak yoksunudurlar.Merhamet ve acıma duygusuna da sahip olmayan bu kişiler suç işlerken umursamaz
davranırlar.Suçla çok erken yaşta tanışan bu suçluların ıslahları da mümkün değildir.
Akıl Hastası Suçlular;bu kişiler tıbbi araştırmalar neticesinde akıl hastası teşhisi konulan suçlulardır.Ferri’nin akıl hastası tanımlamasına dahil olan suçlular arasında cani niteliğinde olanlar az görülmekle birlikte bu kişiler dışarıdan bile fark edilebilirler.
İtiyadi Suçlular;bu sınıfa dahil olan suçlular,aile ve sosyal çevrenin etkisi ile suç işlemeye başlayan ve bu eylemlerine devam eden kimselerdir.Bu kişiler doğuştan suç işlemeye meyilli olmamalarına rağmen gerek kötü yetiştirilmeleri veya aileleri tarafından terk edilmeleri gerek kötü sosyal çevreleri ve gerekse hapishane ortamını görmeleri ve dışarı
çıktıklarında topluma yeniden adapte olamamaları gibi sebeplerle suç işlemeye devam ederler.
Tesadüfi Suçlular;bu kişilerde antropolojik özellikler doğuştan suçlulara göre daha az etken olmasına rağmen,kendileri ahlaken zayıf olduklarından ortamın da etkisi ile suça yönelirler ve fırsat buldukça da suç işlemeye devam ederler.Bu kişilerin suç işlemelerinin nedeni
genellikle işsizlik gibi olumsuz koşullar içinde olmalarıdır.
İhtirasi Suçlular;aşk ya da kıskançlık gibi yoğun duygular ve tutkuları sebebiyle suç işlerler.Bu kişiler işledikleri suç nedeniyle çok pişman olurlar ve hatta By pişmanlıkları nedeniyle genellikle intihara yönelirler.
Ferri,ceza sorumluluğunu sosyal sorumluluk esasına bağlamıştır.Bu noktada
cezalandırma da sosyal savunma aracından başka bir şey değildir.
Kişi,suç işlemekle toplum için tehlikeli hale gelmiş bulunmaktadır.Tehlikelilik oranları ise yeniden suç işleyip işlememe durumlarına göre değişmektedir.İhtirasi suçlularda yeniden suç işleme oranı düşük;doğuştan,akıl hastası ve itiyadi suçlularda ise oldukça yüksektir.Bu durumla bağlantılı
olarak da ihtirasi suçlularda sosyal hayata uyum sağlama oranı yüksek,doğuştan suçlularda ise son derece düşüktür.Bu yüzden cezanın şahsileştirilmesi suçluların topluma yeniden kazandırılması konusunda önemlidir.Cezanın şahsileştirilmesi noktasında hangi suçlunun ne şekilde cezalandırılması gerektiği de Ferri’nin teorisinde bulunmaktadır.Buna göre;ıslah
edilmelerinin hiçbir yolu bulunmayan doğuştan suçlular müebbet hapis cezası ile cezalandırılmalıdırlar.Akıl hastası suçlular;süresiz olarak,akıl hastaları için özel olarak kurulmuş yurtlara kapatılmalıdırlar.Mükerrer itiyadi suçluların doğuştan suçlular gibi müebbet hapis cezası ile cezalandırılmaları,tesadüfi suçluların ise,itiyadi suçluya dönüşmedikleri
takdirde durumlarını kötüleştirmeyecek yaptırımlara tabi tutulmaları gerekmektedir.Son olarak ihtirasi suçlular ıslah olabilecek yapıda olduklarında ve vicdan azabı da yaşadıklarından bu kişiler hakkında yaptırıma gerek yoktur.
"Germenler Akdenizli çağdaşlarına göre oldukça uzun boyluydular; antropolojik bulgular doğal olarak bazı farklılıklar arz etse de ortalama erkek boyu 170-180, kadın boyu ise 160-165 cm civarındadır."
Misyonerler Afrika’ya gitmeden önce, oradaki yerliler cinsel birleşmelerde yüzyüze pozisyonunu bilmiyorlardı.O tarihlere dek, erkekler, kadınlara hayvanlarda olduğu gibi hep arkadan yanaşırlardı. Bu durum antropolojik gelişime de uygundur. Ancak misyonerlerin bu ülkelere gitmesinden sonra, onlardan, erkekle kadının yüz yüze, cinsel birleşme biçimini öğrendiler ve buna
misyoner pozisyonu adını taktılar.
"Türklerle Moğollar arasında dil birliği bakımından bir münasebetin bulunmadığı iki kavim arasında ırk birliğinin olmadığı antropolojik malzemelerin incelenmesi sonucu anlaşılmıştır." Yrd. Doç. Dr. Sebahattin Ağaldağ
Son 50 yıl içinde yapılan arkeolojik araştırmalar neticesinde, Türklerin beyaz ırka mensup oldukları, yeryüzünde büyük ırk grubundan Europid adı verilen Turanid tipindeki Brekisefal oldukları, Türklerin kendilerini başta Delikosefal Mongolitler olmak üzere diğer ırklardan ayıran antropolojik özelliklere sahip oldukları anlaşılmıştır.
İlk medeniyetlerin gelişme çizgileri en basit toplumlardan büyük teokratik yapılara doğru bir süreklilik taşırlar. Eğer toplumsal ayrıcalığın ortaya çıkışı Adem'in dünyaya Düşmesi anlamına geliyorsa, Düşme "ilkel komünizm"den "özel mülkiyet"e geçilmesiyle değil, maymundan insana geçilmesiyle gerçekleşmiştir. Ve ikinci olarak, antropolojik veriler -yine
Herskovits'i izleyebiliriz- arkaik toplumda, genişleyen ayrıcalık sektörü ile genişleyen kutsallık sektörü arasındaki içkin bağlantıyı gösterirler. Ayrıcalık prestijdir ve prestij, sözcüğün etimolojisinde görüldüğü gibi, temel doğası gereği, aldatma ve gözünü boyama demektir.
Gelişme çizgisi, yine, aslında Frazer'in elli yıl önce gösterdiği gibi,
basit toplumların büyücü-liderinden ilk uygarlıkların rahip kral ya da tanri-krala doğru süreklilik taşır. Güç orijinal olarak kutsaldır ve modem dünyada da öyle kalmıştır. Bir kere daha, düz mantıkla kutsal ve seküler zıtlığı kurmaktan ve kutsalın yalnızca dönüşüme uğramış bir hali olan şeyi "sekülerleşme" olarak yorumlamaktan vazgeçmeliyiz. Eğer
zincirlerinden başka kaybedecek birşeyi olmayan bir sınıf varsa, onu bağlayan zincirler nevrotik bir sanrının bütün gücüyle nesnel gerçekler olarak görünen kendi kendine dayatılmış, kutsal yükümlülüklerdir. Sorel'in klasik eseri Şiddet Üzerine'nin temel düşüncesi sınıf savaşının mitlerle ayakta tutulduğudur. Ve öte yanda, kapitalizmin özünün
girişimcinin bir çekim alanı yaratan liderliği olduğu kavrayışı Schumpeter tarafından sistematik olarak bir ekonomik teoriye dönüştürülmüştür. Mill'in elindeki kopyasının bir sayfasına Ruskin şu vecizeyi not etmişti: "Endüstri Sermayeye değil İradeye bakar". Bana göre, modern uygarlığın derin anatomik yapısı, psikolojik anatomisi bu çizgilere bakarak izlenebilir.
Ve temelde yatan liderlik fenomeni Freud'un kitle psikolojisi üzerine kitabını yayımlamasıyla psikanaliz alanına sokulmuş oldu. Psikanaliz, insan bedeninin bastırılmasında toplumsal gücü ve güç mücadelelerini ayakta tutan mitlerin kökenlerini göstermekte son adımlari atar.