Sabahattin Ali
Sabahattin Ali

Hiç kimse hiç kimseyi yükseltemez, herkes kendi kendisini yükseltmek mecburiyetindedir. Mademki erkeğin kadin dan fazla bir şeysi yoktur, mademki kadının zaaflarını erkek, erkeğin zaaflarını kadın ikmal etmekte ve bu iki cins hayat yolunu yürüyebilmek için birbirine muhtaç bulunmaktadır,

Benjamin Farrington
Benjamin Farrington

“Sosyal Darwincilik” adı verilen bu düşünce akımı, yakın tarihteki en utanç verici sayfaların gerisindeki egemen düşüncedir. Bu düşünceden yola çıkıldığında şöyle bir mantık silsilesinin izlenmesi doğal sayılmaktadır: “Mademki en güçlülerin yaşaması Doğa’nın yasasıdır ve mademki Doğa’nın bu yasası toplumsal yaşamı da yönlendirmektedir, o halde

zayıfların ortadan kaldırılması [ya da daha açık deyimiyle soykırım için] yeterli gerekçe var demektir.” Nazilerin bu tezden yeterine yararlandıklarını eklemeye hiç gerek yok sanırım.

Umut Dinçşahin
Umut Dinçşahin

Yaptığın işler şerefliyse, varsın herkes bilsin ne çıkar? Yok, yüz kızartıcı iseler, kimse bilmemiş neye yarar, mademki sen biliyorsun! Bu tanığı hor görüyorsan, yazık sana!

Şeyma Yol Kara
Şeyma Yol Kara

Ne görsem ötesinde hasret çektiğim diyar,
Kavuşmak nasıl olmaz mademki ayrılık var.
Necip Fazıl Kısakürek

Ercan Alkan
Ercan Alkan

HAKİKATİN MENŞEİ KUR'ÂN'DIR

İlk sorumuz "vahdet-i vücûd"a dâir görüşleriniz üzerine olacak. İrfanî tasavvuf doktrininden murad nedir?

Bu soruyu cevaplandırırken öncelikle iki hususu göz önünde bulundurmak gerekmektedir; ilkin vahdet-i vücûdun anlamı sonra da vahdet-i vücûd kavramının bizâtihî kendisi. Bu kavramın içeriği Şeyh-i Ekber

Muhyiddin İbnü'l-Arabî tarafından ortaya konmuş ancak muhtemelen ilk kez Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin talebesi büyük mutasavvıf Sadreddîn Konevî tarafından kullanılmıştır. Kavrama, Şeyh'in Fusûs'unun ilk bölümlerinde ve diğer eserlerinde kısmen değiniler bulunmaktadır.

Bununla berâber vahdet-i vücûdun hakîkati, bizatihi hakikatin menşeine dayanır ve söz

konusu İslâm olduğunda hakikatin menşei Kuran'dır. Vahdet-i vücûd "Lâ ilâhe illallah”ın en derin tefsiridir. Çünkü "vücûd"dan kasıt hakikî olandır. Hakikatin menşeidir. Bir şeye vücûda sâhiptir dememizdeki maksat ancak o şeyin tesirlerinin bizim tarafımızdan bilinişiyle hâsıl olur. Şâyet yağmurdan bahsedecek olursak bu bir şeydir ancak yağmur vücûda sâhipse

başımıza yağmur yağar ve başımız ıslanır. Biz insanlar fıtraten varolan ve olmayan arasında tefrikte bulunuruz. Bu vücûdun her yerde oluşu hasebiyle tefrikinin güç oluşu sebebiyledir. Eğer vücûd hakîkatse ve eğer Cenâb-ı Hak hakikîdir diyebiliyorsak tek bir vücûddan fazlası nasıl mümkün olur? Bu bir nevi çoktanrıcılık olur. Sıradan insanlar bilinçsiz bir

şekilde çoktanrılı olarak yaşarlar. Mutasavvıflar tevhîd üzre yaşamaya ve yerleşen ikiliği aşmaya çaba sarf ederler. İmdi biz diyoruz ki Allah, el-Hâlık’tır (Yaratıcı) ve biz de dâhil bütün yaratılmışlar mahlûktur. Ancak bir açıdan bu carî bir tefriktir. Başka bir açıdansa yaratılmış olanların gerçekliği tamamıyla Yaratıcı'nın gerçekliğinden ayrı

tutulursa iki gerçeklik ortaya çıkar. En derin anlamıyla vahdet-i vücûd yegâne bir nihaî hakîkatin olduğunu idrâktir. Diğer tüm gerçeklikler, bu hakîkate dayanır ve kendilerine ait bir hürriyetleri yoktur. İmdi bizim sıradan tecrübelerimizle birbirinden bağımsız gördüğümüz kapı, pencere, sema ve insanoğullarıyla ve diğer yandan diğer bir yerde bağımsız duran

Allah'la tenakuz oluşturduğu için vahdet-i vücûdu idrâk güçtür.


VARLIĞIN MERKEZİNDE ALLAH VARDIR

Bu meyanda vahdet-i vücûd tasavvuf yolunun tacıdır. Sadece ondan bahsetmeyle idrâki gerçekleşemez. Kendi başkalığımızın ötesine geçince idrâk gerçekleşir ki bu Allah'ı (c.c.) idrâktir. Ötenin aşılmasıyla kendi nefsimizin tümüyle

bağımsız bir hakîkat olmadığının farkına varışa ulaşılır. Ve Peygamber'in 'Allah'ın kalbimizin merkezinde olduğu” hadîsini idrâk için nefsimizi alt etmek gerekir. Bu, varlığımızın merkezinde Allah'ın bulunduğu anlamına gelir. Şâyet "ene ene” "ben ben” dersem bu, Allah bağımsız olmaktan ziyade enfüsî olarak vardır demektir ve şirktir.

Vahdet-i

vücûd eşyânın vahdetini sadece zâhiren değil bâtınen de müşahade etmektir. Çünkü bâtın olmadan zâhirin idrâki kâbil değildir. İkisinin de idrâki "fenâ"dır. Fenâ nefsin yok oluşudur. Mademki Türkiyedeyiz o hâlde Mevlânâ'nın Mesnevî'sinden size bir beyit okuyayım:

Varolanların kisvesindeki varolmayanlarız biz
Vücûd-ı mutlak sensin, sensin

vücûd

İşte en üst anlamıyla vahdet-i vücûd budur. İmdi tasavvuf târihinde büyük üstadlar vahdet-i vücûdu öncelikle aklen öğretme yoluna gitmişlerdir. Bu üstadların kendi aralarında farklı anlayışlar da söz konusudur. İbnü'l-Arabî talebesi Sadreddîn Konevî, Dâvud-i Kayserî, Molla Sadra aynı görüşlere sâhip olmayıp vahdet-i vücûdun anlamı

hususunda farklı düşüncelere sâhiptirler. Söz konusu şahsiyetlerden Molla Sadra kendine has bazı düşüncelere sâhiptir. Ancak uygulamada tüm mutasavvıflar aynı şeyi söylemişlerdir. Tamamı tevhîde vâsıl olmayı, fenâ kapısından Allah'ın birliğini idrâk etmeyi arzulamışlardır. Ki bu onlar için nihaî açıdan "Lâ ilâhe illallah”ın anlamını idrâkten başka bir

anlama da gelmemektedir. Meşhur bir Arapça sûfi sözünde şöyle söylenir, "Evde, evin sahibinden başkası yoktur.” Ve nereye giderseniz gidin yalnızca o vardır. Peki, Kur'ân ne söylüyor? "Nereye dönersek dönelim orada Allah'ın yüzü (vechi) vardır.” Sıradan insanlar başlarını çevirip görmüyorlarsa buna sebep, tevhîdi anlayamayışlarıdır. Vahdet-i vücûd İslâm

târihinin sonraki dönemlerinde ortaya çıkan söylemlerin ve kavramsallaştırmaların ötesine evrilir. Bir tevhîd kurumu olup idrâki Kur'ân ve hadîslere uzanır. Israrla söylüyoruz sadece bir tane nihaî hakîkat vardır. İşte vahdet-i vücûd budur.

VÜCÛD HAKÎKATTİR VE ALLAH'IN FİİLİDİR

Modern batı felsefesinde varlık salt şeye/şeylere indirgenmiş

görünüyor. Öte yandan klasik İslâm felsefesinde, ayrıca ortaçağ felsefesinde varlık'ın târif edilemeyeceği kabul edilir. Bu hususu ve varoluşçuluktan analitik felsefeye kadarki varlık anlayışını göz önünde bulundurarak, vahdet-i vücûddan murad nedir ve modern varlık anlayışına sunacağı imkânlar neler olacaktır?


Batı felsefesinde vücûdun ne

olduğunu izaha girmeden önce vücûdun ne olduğunu anlamamız gerekir. Batı felsefesi ontoloji den epistemolojiye ondan sonra mantığa geçer. Bugün modern batı felsefesinde bizatihi kendisi olarak ele alınan vücûd, varlık kavramı yoktur. Analitik felsefenin yahut Martin Heidegger'in varoluşçu düşüncesinin ele aldığı varlık, bizim varlık kavramımızla aynı değildir. Bize

göre vücûd ferdin fiili varlığı değildir. Hakîkattir ve nihaî olarak Allah'ın fiilidir.

O tüm vücûdun menşeidir. Bu sebeple dünya şeylerin bir yekûnu değildir. Vücûd fiillerinin yekûnudur. Latincedeki "ens” değil "esto"dur. Vücûd fiilleri olarak eşyânın kabaca nesneye dö nüşümüdür. İşte burada, vahdet-i vücûdun ne olduğunu anlama lıyız. Eşyâ

yaratılmış olduğu vakitteki gibi yalın değildir. İçinde bulunduğumuz an için tüm varlıkların menşeinden yâni bize göre Allah'tan varoluş fiilini alır. Bu Kur'ân'daki ”kün” "ol” fiilidir. Bu sadece zaman içine geriye doğru bir fiil olmayıp şu an için olan bir fiildir de. Kâinatın değiştiğine şahit oluruz. İşte İslâm felsefesinin sunduğu budur.


YEGANE HAKİKAT İLAHİ HAKİKATTİR

İbnü’l-Arabi’nin vahdet-i vücud’u, İmam-ı Rabbani’nin vahdet-i Şuhud’u arasında bu farklı görüşleri bir çok uzlaştırma teşebbüsü olageldi. Tevhid dairesinde kalıp bu farklı görüşlere bakmaya yönelik teşebbüsler hususunda ne düşünüyorsunuz?

Ben çeşitlilik içinde her daim vahdeti bulmaya

çalışan bir kişiyim. Her şeyden önce insanların ve hakîkati ifâde ediş biçimlerinin çokluğu sebebiyle herhangi büyük bir gelenekte birden fazla ekolün olması kaçınılmazdır. Yorumlardaki çokluk bütünün veya diğer yorumların yanlışlığı anlamına gelmez. Meselâ İbnü'l Arabî'nin vahdet-i vücûd anlayışında ve meşhur İranlı mutasavvıf Alauddevle Simnanî'nin

vahdet'i şuhûdunda —ki İmam-ı Rabbanî bu kavramı ondan almıştır— aynı hakîkatin değişik cihetlerini görüyorum. Hakîkat hep orada olduğu sürece siz daha sınırlı izahat alırsınız. Daha sınırlı izahat olduğu sürece daha evrenseli anlayamazsınız. İbnü'l-Arabî'nin vahdet-i vücûd anlayışını, en üst nevinden tevhîdi saf metafiziğinin ışığında

görüyorum. Vahdet-i vücûd ekolünün içinde birkaç değişik yorum bulunmaktadır: Vahdet-i has, vahdet-i âm. Tüm bu yorumların daha evrensel bir perspektifle birleştirilebilir olduğu kanaatindeyim. Her biri ken dine has bir rûh taşır. Konevî, Molla Sadra ve diğerlerinin anlayışları tenakuz içinde olmayıp her biri tamamlayıcı niteliktedir. Yegâne hakîkat ilahî

hakîkattir. Meşhur bir sûfi sözünü hatırlayalım. "Allah vardı ve onunla berâber hiçbir şey yoktu. Şimdi de durum yine, önceden olduğu gibidir.”

MUTASAVVIFLAR ŞERÎATA MUGÂYİR HİÇBİR ŞEYE TEVESSÜL ETMEZLER

Kimi mutasavvıf yazarlarca, bazı sembolik ifâdeler sıkça kullanılmış, örneğin puthâne, meyhâne, şarap, şarap içmek, sevgili,

sevgilinin saçı, sevgilinin yüzü vs. Bu durum bazı daha ortodoks veya da zâhirî ulemaca, ana görüşleri bir bulandırma olarak addedilmiştir. Bu bağlamda sembolik ifâdelerin sûfilerce kulla nılnıasını biraz açar mısınız?

Her şeyden önce Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyruluyor: "Allah insanlara (semboller) sunar.” "Emsal” kelimesi semboller demektir.

Kur'ân'ın bizatihi kendisi sembolik bir dil kullanır: "Şarâben tahûrâ», "temiz şarap” gibi. Takvâ sahibi Müslümanlar cennette temiz şaraptan içebilmek için bu dünyadaki şarabı ağızlarına sürmezler. Bu sebeple mutasavvıfların kullandığı şarap sembolü ehemmiyet taşır. Mutasavvıflar dünyada ve ukbada cenneti yaşamak isterler. Bu sebeple de Kur'ân ve hadîslerde

geçen cennete dâir sembolleri, huri, şarap vb. kullanagelmişlerdir. Ancak bu kullanımlar hep sembolik bir dil çerçevesinde olmuştur. İnsanlar Arap şiirinin şaheserlerinden biri olan ('Kasîde-i Hamriye”yi kaleme alan Ömer İbnu'l-Farıd'ın -ki bu zat Mısır'da çok sevilen, velî addedilen birisidir ve kimse onun yazdığı metinlerdeki şarabı dünyevî şarapla

özdeşleştirmemiştir ve şerîata mugayir de görmemiştir— ne dediğini anlar. Tasavvufi şiirin yapmak istediği şey sizi sıradan yaşamınızdan çekip Allah'la yüzleşmeye götürmektir. Bir de eskiden tüm kadınların hicap içinde olduklarını; saçlarını gördüğünüz yegâne kişilerin eşiniz, anneniz veya kızkardeşiniz olduğu bir dünyayı düşünün. Bir kadının

saçlarının güzelliğinden bahsetmek rûha dehşetengiz bir etki yapar ve bu etki rûhu etkileyen fizikî güzelliğin etkisinden mânevî güzelliğe taşırdı. Aynı şey şarap için de geçerli. Şarap basit bir şey değildir. Hıristiyanlıkta kutsaldır. Şimdilerde batıda millet sarhoş geziyor ama eskiden onun İsa'nın kanı olduğuna inanılırdı. Eski Mısır dinlerinde şarabın

birçok şey için kullanıldığını görürüz. İslâm zâhirî bağlamda şarabı yasaklamıştır. Ancak cennette yasak etmemiştir. Bu hususu unutmamak lazım. Aksi hâlde Kur'ân'da öyle denmezdi. Tasavvufta farklı biçimlerde sembollerin kullanılışı İslâm'ın, Kur'ânî vahyin derunî hakîkatlerini ifâdede en güçlü ve en değerli yollarındandır. Ve bunda amaç salt şiirsel

ve sanatsal bir dil kullanımı olmayıp rûhun ilgisini çekmektir.

Birçok insan Hâfız'ın, Yunus'un, Mevlânâ'nın şiiriyle İslâm'ın derunî hakîkatlerine yönelmiştir. Ayrıca şerîat temsilcisi zühd sahibi birçok âlim bilirim ki gizliden gizliye içerisinde mey, şarap geçen tasavvufî şiirler okumayı âdet edinmişlerdir. İnanması güç ama birçok örnek müftü

ve âyetullahların bunu yaptığına şahit oldum. Şerîat ihlal edilmedikçe, fizikî içme gerçekleşmedikçe; onlar, bunda beis olmadığının idrâkindeler. Ancak 19-20. yüzyıllarda burada yâni İstanbul'da ve diğer İslâm şehirlerinde kimileri batılılaşmaya başlayıp batılılar gibi içme yoluna gitmişlerdir ki bu şeytanîdir ve onların arasında buna mâzeret olarak da

mutasavvıfların bunu her daim yaptıkları kılıfını kullananlar da çıkmıştır. Bu tür kimseler, şerîata sıkı sıkıya bağlı, her daim şerîatın derunî anlamına vâsıl olmaya çabalayan mutasavvıflarla karıştırılmamalıdırlar. Mutasavvıflar şerîata mugâyir hiçir şeye tenezzül etmezler. Kadın yüzünü sembol olarak kullanmak da buna dâhildir. Burada hadîslerde

ve âyellerde geçen cennet hurilerini hatırlayın. Sûfilerce kullanılan sembollerde yapılan bunların dillendirilme sinden başkası değildir.

ASLÎ GELENEK İLÂHÎDİR

Gelenekselci ekolün önemli temsilcilerinden biri olduğunuzu biliyoruz Gelenekselci ekol Tasavvufun temel dinamiklerini en üst seviyede formülize etmiştir. Gelenekselci ekolün en temel

hususiyelleri size göre nelerdir?

Her şeyden önce, benim eserlerimdeki terimlerin Türkçeye tam olarak nasıl tercüme edildiğini bilmediğimden gelenek tâbirini biraz açalım. İngilizce tradition, —Latince ve Fransızca da aynı şekilde- devamlılık ve nakil gibi genel bir terim olup bizim kullandığımız şekliyle izahı için 20. yüzyılın başına Guenon’a dönmek

gerekir. Tradition'dan maksat ilahî vahiy yoluyla gelen kutsal hakîkatler ve onların medeniyet kanallarındaki sürekliliğidir. Bu sebeple aslî gelenek ilahîdir, kutsal temellidir ve özünde hakîkatin bilgisi yer alır. Batılıların deyişiyle gnosis (irfan) metafi ziği denen yüce ilim. Biz Kur'ân’ın deyimiyle Allah’ın her ümmete bir peygamber, dolayısıyla bir mesaj

gönderdiğine inanıyoruz. Allah herkese mesajını iletmeseydi O'nun gerçek mesajı anlaşılmaz ve insanlar O'nun hakkında ileri geri iftirada bulunabilirlerdi. Bü mesaj tevhîddir. Biz din kanallarından sonuncusu olan İslâm’ın hakîkatin evrenselliğiyle uyum içinde olduğuna inanıyoruz. Tüm semavî dinlerde hikmetin kalbi Allah'tır ve bu başlangıçta Âdem'in çamurunda

ihtiyaç duyulan şeydir. Dinlerin her biri bu hakîkatle ıslah için gelmiştir. Dinlerin sonuncusu olan İslâm tam da bu minvaldedir. Çünkü getirdiği tamamıyla fıtrî olandır. Tüm bunlar, dinlerin aşkın birliğine, religio perennis’e işaret eden Bu meyanda bu ekolün önde gelenlerinden ve Şâzeli büyüklerinden olan Frithjof Schuon'u (Şeyh İsa Nûreddin el-Aıevi) hatırlamak

gerektir. Bu şahsiyetler fıtrat dininden, "Din el-hanif"ten bahset mişlerdir. Religio perennis, "Din el-hanifften başkası değil de ne dir? Daha entelektüel bir yan olan philosophia perennis binlerce yıldır âriflerin dile getirdiği hikmet-i hâlideden başkası değil de nedir? İbn Miskeveyh'in ve başkalarının bu hususta kaleme aldıkları risalelere ne demeli? Bu yeni bir icad

değildir.

TANIMI GEREĞİ MODERNİZM GELENEĞİ UNUTMAKTIR

Bizim amacımız bu hazineyi tekrar günyüzüne çıkarmaktır, çünkü modernizm tanımı gereği geleneği unutmaktır. Dünyanın kutsal dışı bırakılmasıdır. Bilginin kutsal dışı bırakılmasıdır. İlâhî olanın beşerî olana dönüştürülmesidir. Sanatın beşerîleştirilmesi, kurumların

sekülerleştirilmesi olup tedricen Allah'ı unutuştur. Oysa tüm geleneksel medeniyetler Allah'ı anış temellidir. Her şey ilahî merkezlidir. Felsefe, sanat, sosyal yapı, aile, yaptığımız her şey... Bugün ise her şey insan merkezlidir. Eger bir Hıristiyan tâbiri kullanacak olursak, Allah'ın hükümranlığını insanınkine dönüştürmek. Bu sebeple biz modern dünyanın ateşli

münekkitleriyiz. Elbette şimdilerde iki yüz sene önce İstanbul'daki bir dişçinin diş çekmesine oranla daha az eza duyulacağını inkâr edecek değiliz. Küçük ayrıntılardan bahsetmiyoruz. Burada bahis konusu olan modern dünyayı ayakta tutan fikir ve ideolojilerdir; ferdiyetçilik, akılcılık, hümanizm, insan merkezli dünya görüşü ve benzerlerine dayanan modern dünyanın

karşısındayız. İnanıyoruz ki modern dünyanın yanlışlarına göğüs germenin yolu bir yandan akılla müteallik saf metafizik, diger yandan dünyadaki büyük geleneklerin esaslarını günyüzüne çıkarmaktan geçer. Büyük gelenekler farklı dillerde özde aynı olan hakikati en üst düzeyde dile getirirler. Nihaî olarak "Lâ ilâhe illallah”ı iddia etmeyen hiçbir din

görmedim. Tanrısı olmayan Budizm bile bu gözle ele alınabilir. Bu ilahı yok ediş değil, söz konusu ilahtan bahsetmeyi reddediştir. Metafizik seviyede İslâmî görüşlerle benzerlik arz eder. Camilerde hissedilen böyle bir duygudur. Bu sabah Sultanahmet Cami'ne gittim. Orada İlah'ın huzurunda hiçliği tatmak, saf boşluğu tecfübe etmek gibi. İşte her gelenekte bir anlamda "La

ilahe illallah”ın tefsiri yer alır. Nebevî zincirin son halkası İslâm önce mukaddes tevhîd doktrinini sonra da ilâhî tevhide dayalı her şeyi yeniden tesis için gelmiştir. Şimdi batıdaki birçok gelenekselci yazar ve batılı İslâm'ı kabul etmektedir. Çünkü İslâm son büyük evrensel hakîkattir ve târihteki sonralığı itibariyle ezoterik öğretileri muhâfaza edilmiş

ve ulaşılır durumdadır. Allah'ın önceden göndermiş olduğu tüm dinlerdeki hakîkatleri teyid eder ve diğer tüm insanların ittifak ettikleri bir özü tesis eder. İslâm'ı kabul edenler "Allah'tan geldik ve O'na dönücüleriz"i idrâk ederler. el-Evvel ve'l-Ahir'i bilirler. Dünyayı unutuşlarındaki tehlikelere göğüs gererler. Hakîkatin izahı 50 sene öncesine nazaran daha

kolay bir hâle gelmiştir. 100 sene önce İslâm dünyasında elit tabaka arasında batıyı taklit ediş —es tağfirullah— bir sünnet gibi görülüyordu. Ancak şimdi bu neviden kimseler kendi geleneklerine dönmekteler. Türkiye'de, Pakistan'da bir uyanış söz konusu. Bu süreçte küçük bir katkımız olduysa ne mutlu bizlere.

Şemsettin Dursun
Şemsettin Dursun

Varlık dünyamızın denge unsuru demek olan uyum, ”Uy” kökünden türetilmiştir. “Uyku” kavramı ile aynı köktendir.

Uyku, somut olarak elle tutulamayan, gözle görülemeyen, ağırlığı ve hacmi olmayan, bedenin sükünetini, uyumunu ve dengesini sağlayan yegane unsurdur. Acıktığımızda yemek yeriz. Bunun bir ağırlığı ve hacmi vardır. Susadığımızda su

içeriz. Bunun da bir ağırlığı ve hacmi vardır. Su ve gıdaya ihtiyaç duyduğumuzda satın alırız. Ancak uyku denen şeye ihtiyaç duyulduğunda, dışarda satın alınması mümkün olmayan hayatın bir parçası ve denge unsuru. Müthiş bir şey bu.

Muhammed İkbal, “Uyku küçük ölümdür. Ölüm derin uykudur. Mademki her uykunun bir uyanışı vardır. O halde,

”derin uyku” demek olan Ölümün de bir uyanışı vardır. O da diriliştir” der. Gerçekten de uyku halinde, dünya realitesiyle bütün ilişkilerimiz kesilir. Uyku halinde birisi gelip bize bir kötülük yapmak isterse, farkında bile olmayız. Adeta yaratıcı, bizlere şu mesajı veriyor: “Her 24 saatte bir sizi öldürüyorum ve diriltiyorum. Bu benim için çok kolaydır. Öte

dünyada (Ebedî hayatta) hepinizi diriltmek, bir tek insanı öldürüp diriltmek gibidir.”

Paul Carus
Paul Carus

Ne diye bu etten bedeni muhafaza edeyim. Mademki Mükemmel Yasa’nın bedeni yaşamını sürdürecek! Kararımı verdim; amacımı gerçekleştirdikten ve bana verilen işi yaptıktan sonra, dinlenmek istiyorum.