Söz gelimi, zihnimizde var olan yüz dolar fikri, dış dünyada gerçekten var olan yüz dolarla aynı rakamdan oluşmaktadır. Bu nedenle, yüz doların mevcut olduğunu söylediğimizde, yapmış olduğumuz şey, zihnimizdeki yüz dolar fikrini dış dünyaya taşımaktan ibarettir. Yoksa 'yüz dolar vardır' demekle, yüz dolara onun rengi, şekli, içerdiği rakamlar vs. dışında 'var
olmak diye yeni bir nitelik yüklemiş olmuyoruz
Bu ölümüne para tutkusu sadece stüdyoları değil, medyayı ve toplumu da etkisi altına aldı. Filmlerin gösterime girdikleri ilk hafta içinde yaptıkları gişe hasılatı hemen gazetelerde yayınlanıyor ve maç sonuçları ya da lig sıralamaları gibi dikkat çekiyor. İlk iki ya da üç gün içinde 12 milyon doların altında kalındıysa bu bir felaket gibi.görülmeye ve film ne
kadar kaliteli olursa olsun, sonuç fiyasko gibi değerlendirilmeye başladı. Seyirci de ancak güçlü bir açılış yapan filmleri dikkate alacak ve diğerlerini görmezden gelecek şekilde eğitildi. Stüdyolarsa iyi bir açılış yapabilmek için reklam ve tanıtım kampanyalarına muazzam paralar dökmeye başladılar. Bu işe yaramazsa o film kolayca bir kenara atılabilir; kaça mal
olduğu hiç düşünülmez bile; ne de olsa hemen ardından büyük kar sağlayacak yeni bir film gösterime sokularak zarar kapatılabilir.
Amerika' da gişe hasılatı 100 milyon doları aşan filmler nere deyse standart olmuştu. Bu rakama, 1970'lerden beri sürekli artan dış ülkelerdeki dağıtım, televizyon ve video pazarından sağlanan geliri de eklerseniz 1980'lerin sonunda dünya çapında ve tüm kaynaklardan 700 milyon dolardan fazla gelir getiren E. T. gibi bir altın madeni elde edersiniz. E. T. gerçi bugün
bile tüm zamanların en çok para kazandıran filmi ama 250 milyon doların üzerindeki rakamlar da oldukça yaygın. Öyle ki stüdyo patronlarının 100 milyondan aşağı gelir getirecek filmlere burun kıvırdıkları için 10 milyon dolar kar sağlamayı garanti eden filmleri reddettiklerine dair anlatımlar gerçekdışı değil.
Bu ülkenin hangi ürünleri üreteceğine veya yetiştireceğine uluslararası tekeller karar veriyor. Yer altı ve yer üstü zenginliklerimiz üzerinde söz sahibi değiliz. Dahası, çok yüksek faizlerle borçlandırıldık. Türkiye'nin toplam dış borcu, 2009'dan 2019'a kadar 300 milyar dolar arttı. Daha kötü olan, dış borcumuzun gayrisafi yurtiçi hasılaya, yani milli gelire oranı
da 2018 yılında 2001'deki ekonomik kriz koşullarındaki oranın üzerine çıktı. Türkiye'de kamu ve özel sektör geçen yıl sadece dış borç faizine 12 milyar doların üzerinde ödedi. Tablo buysa, sosyalist bir iktidarın önünde çok temel bir görev olduğunu görüyoruz. Türkiye'nin, bu ülkenin emekçisinin hakkını kimseye yedirmeyeceğiz.
Olası bir ablukadan mı
korkuyoruz? Türkiye gibi büyük bir ülke ticaret yapacak, ürün alabilecek, satabilecek dış pazarlar her zaman bulur. Türkiye, hem beşeri açıdan hem de kaynaklar bakımından küçümsenebilecek bir ülke değil.
Ancak asıl olan biten, doların küresel hegemonların insiyatifiyle yeniden tekelci kapitalizmin emrine verilmesi ve istenmeyen unsurların (mesela yükselen Çin ve Rusya gibi 'asiler') tasfiye edilmesiydi.
1930'lardaki bunalımla beraber, ülkeler ticaret yaptıkları ülkeler karşısında "rekabet üstünlüğü" kazanmak (yani ihraç mallarını ucuzlatmak) için paralarını "devalüe" etmek amacıyla altın standardını peş peşe terk etmeye başladılar. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ABD, doların değerini altının bir onsunun 1/35 ine (0,9 gr) eşitledi; ancak bundan böyle nakit
sahipleri paralarının karşılığını altın olarak isteyemeyeceklerdi ve altın paralar yasaklandı. Daha sonra 1973'te ABD Başkanı Richard Nixon, Amerikan altınının yabancıların ellerindeki dolarlarla sabit orandan değiştirilmesini askıya aldı. Altın böylece, diğerleri gibi fiyatı arz ve talep tarafından belirlenen bir metaya dönüştü. Birçok ülke (ve IMF) elinde yüklü
altın rezervleri tutmaya devam ediyor ve zaman zaman da açık piyasada çeşitli miktarlarda altın satışa çıkarılıyor; ancak satıcılar, piyasayı boğarak uluslararası altın fiyatını düşürmemek için dikkatli davranıyor.
Bazı Üçüncü Dünya ülkeleri, çok önemli kaynaklara sahip olmalarından yararlanarak, Avrupa ve Kuzey Amerika'daki sanayileşmiş ülkelerle pazarlık güçlerini artırmanın yollarını aramaya başlamışlardı. Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) gibi gruplar işbirliği içinde bir araya gelerek, petrol arzını kontrol edip fiyatları yükselterek, küresel servet içindeki
paylarını artırmayı ve halklarını refaha kavuşturmayı umdular. (...) OPEC Üçüncü Dünya'nın ilk ve en başarılı "üreticiler birliği" oldu. Petrol üreticisi ülkeler bir araya gelip petrol arzını kontrol ederek petrolün fiyatını üç katına, varilini 30 doların üzerine çıkarmayı başardılar. Bu, OPEC ülkelerine beklenmedik bir kazanç sağladı: Sadece 1972-1977
arasında 310 milyar dolar. "Petrol şoku", küresel ekonomiye dalga dalga yayılarak çift haneli enflasyon rakamlarına ve muazzam bir " geri kazanım" sorununa yol açtı.
OPEC ülkeleri bu yeni ve büyük "petro-dolar" servetiyle ne yapacaklardı? Bir kısmını parıltılı yeni havalimanlarına, enerji santrallerine ve diğer gösterişli mega projelere ayırdılar. Ancak
paranın çoğu, sonunda Kuzey'in mali merkezlerinde yatırıma dönüşecek ya da Kuzey'in ticari bankalarına yatırılacaktı. Bu "eurodöviz" piyasasının -dövizin çıktığı ülkelerin sınırları dışında tutulan geniş bir nakit havuzu- doğuşuydu. (...)
Yeni OPEC paralarının aktığı Batı bankaları, borç verecek yer aramaya başladılar. Uzun süre aramaları
gerekmedi. Artan petrol faturalarını ödeyebilmek ve iddialı kalkınma hedeflerini finanse edebilmek için para sıkıntısı çeken, petrol üreticisi olmayan Üçüncü Dünya ülkeleri, milyonlarca dolarlık krediler aldılar. Aynı zamanda, petrol fiyatındaki artış, enflasyonun dünya çapında hızla yükselmesine neden oldu. Fiyatlar tavana vururken, büyüme emeklemeye dönüştü ve
iktisatçıların dilime yeni bir sözcük eklendi: "stagflasyon", yani durgunluk içinde enflasyon. Bu ekonomik kaos ortasında ABD Başkanı Richard Nixon doların altına bağımlılığına son verdi. Bunun sonucunda dünya dalgalı kur sistemine geçmiş oldu.