Kim İl-Sung
Kim İl-Sung

Ancak Kapitalist sınıfın ortadan kaldırılmasından sonra işçi sınıfı ile köylülük arasında farklılıklar bulunmayan sınıfsız toplumun kurulmasıyla kapitalizmden sosyalizme veya komünizme geçiş döneminin sona ereceği doğrudur. Sosyalist devrimler tüm ülkelerde birbirinin ardından gelir ve devrim dünya ölçüsünde başarıya ulaşırsa geçiş dönemi ve proletarya

diktatörlüğünün birbiriyle çakışacağı kabul edilebilir ve geçiş döneminin sona ermesiyle proletarya diktatörlüğü yok olacak, devlet ortadan kalkacaktır.

Tuncay Akgöl
Tuncay Akgöl

İnsan hayatında ve bedenindeki bütün devrimler önce bilgiyle başlar.

Burak Elmacı
Burak Elmacı

Yitirmekle de sevgi kalır...
Zor yollardan geriye
Yalnız sevgiler kalır,
Yalnızca devrimler yaşatır!

Filiz Ekinci
Filiz Ekinci

UNESCO'nun Atatürk tanımı; "Atatürk, uluslararası anlayış, iş birliği, barış yolunda çaba göstermiş üstün kişi, olağanüstü devrimler gerçekleştirmiş bir devrimci, sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, yaşamı boyunca insanlar arasında din, dil, ırk ayrımı gözetmeyen, eşi olmayan

devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusudur. "

Onur Önol
Onur Önol

"Çarlık Rusya'sının yirminci yüzyılı böylece 1905 yılındaki bir devrimle başladı. Teodor Shanin'in zekice ifade ettiği gibi aslında "tüm dünya Rus devrimiyle yeni bir yüzyıla girdi.
Çerçeve biraz genişletilerek bakıldığında, 1905 Rus Devrimi'nin yalnızca Rusya'ya özel bir dönüm noktası değil, birbirinden farklı coğrafyalarda patlak veren bir dizi anayasal

devrime işaret ettiği de görülebilir; Osmanlı İmparatorluğu'nda(1908) ve İran'da(1909) gerçekleşen devrimler gibi." Hatta Shanin listeye Hindistan'daki(1905-08), Endonezya'daki(1909), Çin'deki(1911) ve Meksika'daki(1912) devrimci başkaldırıları da eklemektedir."

Erkan Baş
Erkan Baş

Hatırlayalım, 1990'lı yıllarda ''artık devrimler çağı bitti, dünya küresel bir köy oldu, sınıflar önemsizleşti'' deniyordu. Oysa, halk hareketlerinin esas belirleyici güç olduğunu birkaç yılda birçok kez yeniden ve yeniden deneyimledik. İster gerici ister ilerici karaktere sahip olsun, toplumsal hareketler, toplumsal mücadele veya kabarmalardır yönü tayin eden...

Türker Kılıç
Türker Kılıç

Bilimsel devrimler fark edelim ya da etmeyelim yaşam algımızı değiştirir. Önce bilimsel devrimler olur, daha sonra siyasetçiler bu değişime göre toplumu değiştirirler. Bu nedenle bilim siyaseti de belirler. Galilei teleskobu bulur dinler tarihi değişir, James Watt buhar makinesini bulur dünya ekonomi tarihi değişir, Dr. Gregory Pincus doğum kontrol hapını bulur kadın

sosyolojisi değişir, Gutenberg matbaayı bulur dünya tarihi değişir.

Kurt Halbritter
Kurt Halbritter

Zira yeryüzündeki bütün büyük devrimler güçlerini fanatik ve histerik tutkulardan değil de, huzur ve düzen gibi burjuva erdemlerinden alsalardı asla gerçekleşmezlerdi.

Sabri Sürgevil
Sabri Sürgevil

Bülent Daver’in de ifade ettiği gibi Atatürk inkılâbıyla birlikte Türkiye'de din ve vicdan hürriyeti konusunda yeni bir yaklaşım gelmiştir. Gerçekten de laiklik anlayışı, Türkiye'nin özel şartlarından doğmuştur. Batının laikliğe geçişinden ayrı bir farklılık gösterir.

İslam dünyası açısından ele alınırsa, Hz. Muhammed'in devlet başkanlığından,

yeni Türkiye'nin kuruluşuna kadar, din ve devlet işleri daima tek kişinin elinde kalmış, İslam halifeleri, sultanlar ve emirler hem dinsel hem de dünyasal sorunların sevk ve idare makamını işgal etmişlerdir. Kuran'ın, dinsel konular kadar dünyasal sorunları da kapsadığı düşüncesiyle “imamlık” ile “Devlet Başkanlığı” sorumlulukları iç içe girmiştir. Gerçi

Türklerin, İslamiyet'e girdikten sonraki dönemlerinde (Karahanlılar - Selçuklular ve Osmanlıların başlangıç dönemlerinde) devlet ve dinin birbirine karıştırılmadığı dönemler de olmuştur. Ancak 1517'de hilafetin Osmanlılara geçişinden sonra bu iki düşünce tamamen birleştirilmiştir. Bu birleşme sonucunda dinsel sorunlar, şeyhülislam fetvaları ile siyasetin aktif bir

aracı haline getirilmiş, dinsel duygular sömürülmüş, başlangıçtan itibaren İslam toplumunun yaşantısına giren mezhep, tarikat, fırka karmaşıklığı da birbirine eklenince, İslamiyet temel felsefesini giderek değiştirmiş ve batı, tutuculuk bağlarının çemberini kırarken, İslamiyet özgür, akılcı düşünceye kapılarını kapamaya başlamıştır.

Laikliğin, İslam dünyasına çok geç ve sancılı girmesinin altında yatan temel olgular bunlardır. Bu durum karşısında tarih boyunca Şer-i hükümlerin yerine konulan dünyevi kanunlar aslında islamın özüne ve temel felsefesine ters düşen kuralları getirmediği gibi, her gün değişen türlü sosyal, hukuki ve ekonomik sorunların çözümü için kabulü zorunlu olan dünyevi

kanunlar, Türk toplumunun daha da dengeli ve huzurlu bir hayata kavuşmasını sağlamıştır.

Bu bakımdan, dünya sorunlarına beşeri gözle bakmak; itikat, ibadet ve ahlaki konularda ise dinsel kuralları, vicdan özgürlüğü ile uygulayabilmek laikliktir. Bu değişmeler Dört Halife döneminde başlamış; Fatih Kanunnameleri, yaptığı kanunlarla ünlü Kanuni Sultan

Süleyman ve daha birçok padişahların zamanında kabul edilen çeşitli kanunlar hep bu mecburiyetlerin doğal bir sonucu olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nda batı örnekli kabul edilen kanunlar, XIX. yüzyılda başlayan laikleşme hareketlerinin temel taşlarını oluşturmuş,

Cumhuriyete kadar süren bu süreç sonunda Türk İnkılabı da İslam sorunu ile iki cephede

karşı karşıya gelmiştir. Birincisi: İslamiyet'in resmi temsilcisi olan Halife -Sultan. İkincisi: Çeşitli tarikatların temsil ettiği halk.

Nitekim Atatürk dönemi laikleşme projeleri, devlet ve toplum eksenli, idare ve eğitim alanlarında yoğunlaşmıştır. Laiklik alanında yapılan devrimler de bunun göstergesidir: Bu devrimler arasında şunlar belirtilebilir:


1920'de T.B.M.M. kurularak halifenin egemenliği ulusa geçmiştir. 1922 ’de Saltanat kaldırılarak padişahlık fonksiyonuna resmen son verilmiştir.

1923 'de Cumhuriyet ilan edilerek meşruti-monarşik sisteme son verilmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk anayasası olan, 20 Nisan 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nun 2. Maddesi “Türkiye Devleti'nin

resmi dini islamdır.” hükmünü taşıdığı için, uygulamada olmasa bile hukuk alanında devletin teokratik karakteri devam ediyordu. Devlet dininin İslam dini olduğunu belirtmekle birlikte, şer-i hükümlere yer verilmemiş, siyasi iktidarın kaynağının ilahi olduğu kabul edilmemiştir. Nitekim yürütme ve yasama organları şer-i esaslara bağlanmamıştır.

1924

anayasasının 26. maddesinin ilk şeklinde, şer-i hükümleri T.B.M.M.'nin yerine getireceği belirtilmiştir. 16. madde ile de milletvekillerinin ve Cumhurbaşkanının yeminlerinde “Vallahi" kelimesine yer verilmiştir. Bunlar zamanın şartları gereği konulmuş hükümlerdir ve anayasa 70. maddesi ile vicdan özgürlüğünü açıkça korumaktadır.

Atatürk, anayasanın laik

esaslara uydurulması gerektiğini, gerçek laikliğe ancak bu şekilde kavuşulacağını Nutuk’ta belirtmiştir. Söz konusu hükümler 10 Nisan 1928 tarihli ve 1222 sayılı kanunla kaldırılmıştır. Gerekçe olarak da devletin laik ve demokratik bir Cumhuriyete yönelmesi gerektiği gösterilmiş ve bir kanunla 1924 Anayasası’nın 2, 16, 26 ve 38. maddeleri değiştirerek

“Türkiye'nin resmi dini” kaydı kaldırılmış, meclisin şer-i hükümleri yerine getirmesi görevine ve yeminlerdeki dini niteliğe ait hükümler anayasadan çıkarılmıştır.

Türkiye'de laiklik sürecinin alt yapısını hazırlayan en belirgin etmenlerden biri de kuşkusuz eğitim alanında yapılan yeniliklerdir. Atatürk'ün uygulamaya koyduğu ulusal, laik ve bilime

dayanan çağdaş eğitim ve öğretim; akılcı, gerçekçi, deneyci, araştırıcı, eleştirici ve yaratıcı bir öze dayanır. Yabancı doktrin ve doğmalara ya da materyalist akımlara da bağlı değildir. Atatürkçü eğitim, insanları hayata etkin olarak katılan kültür ve uygarlığın değerlerinden yararlanabilecek duruma getirebilen, her alanda bilime ve sanata, kendi öz

değerlerine, uygarlığa katkıda bulunabilecek yaratıcı bir nitelik sağlamak amacına yöneliktir. Bu amacın gerçekleştirilmesinde en temel ilke, kişiye olumlu ve rasyonel düşünme yeteneği kazandırmak, bağnazlıktan uzak, görüş ufku geniş, kişiyi yetiştirme yolunda insanlığa mal olmuş kültür kaynaklarından yararlanmak olmalıdır. Her şeyden önce gelecek kuşaklar

Türkiye'nin bağımsızlığını koruyacak Cumhuriyeti koruyup yükseltecek biçimde yetiştirilmelidir.

Atatürk, 1 Mart 1924 tarihinde, TBMM İkinci dönem birinci toplanma yılını açarken yaptığı konuşmada dinin siyasetten ayrılmasına ilişkin şu değerlendirmede bulunmuştur.“ ... İslam dinini, asırlardan beri uygulandığı gibi her siyasete vasıta olmaktan

uzaklaştırmak ve yaşatmanın gerekli olduğu gerçeğini görüyoruz. Kutsal ve ilahi olan itikatlarımızı ve vicdanlarımızı boş ve karasız olan ve her türlü menfaat ve ihtirasa sahne olabilen siyasetten ve siyasetin her tarafından bir an evvel ve kesinlikle kurtarmak milletin dünya ve ahret saadetinin emrettiği bir zarurettir. Ancak bu suretle İslam dininin yüksek fikirleri

ortaya çıkar.”

Atatürk, laik Türkiye'nin inşasında yapılması güç devrimlerden birini yapmış, meclis dışında kaynağını milletten alan dini bir başkanlık görevi niteliğine bürünen hilafet makamını 3 Mart 1924 tarihinde, 341 sayılı kanunla kaldırmış ve ardından Tevhidi Tedrisat “öğretimin birleştirilmesi” kanunu da kabul edilmiştir; Şeriye, Evkaf

ve Erkanı Harbiyeyi Umumiye Vekaletinin kaldırılmasına dair 3 Mart 1924 tarih ve 429 sayılı kanunun 1. maddesi ile Şeriye Vekaleti de kaldırılarak ibadetle ilgili bütün işleri yönetmek üzere, Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Böylelikle din, bir kamu hizmeti gibi örgütlenirken, öte yandan da tarikatlar yasaklanıp tekke ve zaviyeler kapatılarak halk, çeşitli hurafe

ve safsataların kaynağı haline gelmiş olan bu ocakların etkisinden kurtarılmıştır.

1925'de dinin politik amaçlarla kötüye kullanılması yasaklanmıştır. Şapka kanunu kabul edilerek, dinsel sanılan kıyafetten laik kıyafete geçilmiş, dinsel ünvanlar kaldırılmış, yetkisiz sarık saran ve ruhani kıyafet taşıyanların cezalandırılması kabul edilmiştir. Tekke,

zaviye ve türbeler kapatılarak, tarikatlar yasaklanmıştır. Atatürk'ün 30 Ağustos 1925 tarihinde Kastamonu'da yaptığı bir konuşmada tarikatların amaç ve laik Türkiye'nin bünyesinde bulunamayacağına ilişkin şu sözleri dikkate değer niteliktedir: “Mevcut tarikatların gayesi, kendilerine tabi olan kimseleri dünyevi ve manevi olan hayatta saadete ulaştırmaktan başka ne

olabilir? Bugün ilmin, fennin, bütün genişliğiyle medeniyetin ateşi karşısında filan veya falan şeyhin irşadıyla maddi ve manevi saadet arayacak kadar ilkel insanların, Türkiye medeni toplumunda mevcudiyetlerini asla kabul etmiyorum.

1926 'da Türk Medeni Kanunu ve borçlar kununu kabul edilerek dinsel esasa dayalı mecelle kaldırılmış, laik hukuk sistemine

geçilmiştir. Atatürk'ün laikliği gerçekleştirmek için yaptığı köklü değişiklikler arasında bulunan Medeni Kanun'un kabulü, Türk sosyal hayatının, ekonomik ve kültürel yaşantısının bütününü kavramış, Türk toplumuna milli kültürümüze bağlı kalarak batılı bir sosyal karakter kazandırmıştır.

Atatürk'ün laiklik sürecinde diğer inkılâplardan,

ihtilallerden veya devrimlerden ayıran en büyük özellik, batı düşüncesini, duygusunu ve dünya görüşünü bir bütün olarak kabul etmek olmuştur.

Atatürk, 1925'te Ankara'da açılan Hukuk Mektebi'nin açılış törenindeki konuşmasında “Büsbütün yeni kanunlar getirerek eski hukuki esasları temelinden sökmek teşebbüsündeyiz. Ve yeni hukuki esaslarla

alfabesinden öğrenime başlayarak bir yeni hukuk kuşağını yetiştirmek için bu kurumları açıyoruz.” demiştir.

Atatürk'ün bu sözleri, hukukun laikleştirilmesi gereğini vurgulamaktadır. 1926'da kabul edilen 1926'da Ceza Kanunu, Kara Ticaret Kanunu; 1927'de Hukuk Usulü ve İcra ve İflas kanunları; 1929'da Ceza usulü ve Deniz Ticaret kanunları Türk hukuk sistemini

tamamen laikleştirmiş ve öte yandan da ulusal ihtiyaçlara cevap verecek şekilde modernize edilmiştir.

1928 ’de Camilerde okunan “hutbe” Türkçeleştirilmiştir. Çıkarılarak anayasa laikleştirilmiştir.

1928'de Yeni Türk harfleri kabul edilerek dinsel niteliği olduğu sanılan Arap alfabesi terk edilmiştir.

1930'da Kadınlarımıza belediye

seçimlerinde oy kullanma hakkı tanınarak kadın hakları laik ölçülere ulaştırılmıştır.

Cumhuriyet Halk Fırkası'nın 1931'deki kongresinde, parti ilkelerini meydana getiren altı ana hedef, parti programında gösterilmiştir. Bu hedeflerden birisi olan laiklik, 1937 yılında 3115 sayılı kanunun yaptığı bir değişiklikle anayasada yer almış ve laiklik anayasal bir

kurum olmuştur.

Türkiye'de laiklik sadece din ile devletin ayrılığını ifade eden bir nitelik değil, aynı zamanda din ve vicdan özgürlüğüne olanak kazandıran ve akılcılığı sağlayan temel bir kural olarak ortaya çıkmıştır.

Laikliğin temel bir anayasa kuralı haline getirilmesinden önce, esasen bu konu ile ilgili diğer kanunlar da

çıkarılmıştır.

1934'de Türk kadınlarına mebus seçme seçilme hakkı tanınarak, kadın- erkek ayrımına son verilmiş ve kadınlarımız da laik Türkiye 'deki yerlerini alarak hukuk alanındaki laiklik tamamlanmıştır.

Turhan Feyzioğlu'nun yapmış olduğu laikliğin unsurlarına ilişkin sıralama, Yeni Türkiye'nin laik yapısını güçlendirmek için

yapılan devrimlerin yönünü ortaya koymaktadır. Feyzioğlu'na göre laiklikte ilk unsur, din ve vicdan hürriyetidir. Diğerleri ise; resmi bir devlet dininin bulunmaması, devletin din ve mezhepleri ne olursa olsun yurttaşlarına eşit işlem yapması, devlet yönetiminin din kurallarına göre değil, toplum ihtiyaçlarına, akla, bilime, hayatın gerçeklerine göre yürütülesi, dinle

devletin ayrılması ve son olarak da eğitimin laik, akılcı ve çağdaş esaslara göre düzenlenmesidir.

Atatürkçü düşünce sisteminin en belirgin olgusu olan laiklik, din ve vicdan hürriyetinin en büyük güvencesidir. T.C. Anayasası 24. maddesi, din ve vicdan hürriyeti başlığı altında şunları söyler: “Herkes, vicdan, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir.

14'üncü madde hükümlerine aykırı olmamak şartıyla ibadet, dinî âyin ve törenler serbesttir. Kimse, ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz...”

Lâik devletin temel haklar içerisinde yer verdiği din hürriyeti ise vicdan hürriyeti ve bunu

tamamlayan ibadet hürriyetini ifade eder. Vicdan hürriyeti, her ferdin bir dine inanmak veya inanmamak hususunda sahip olduğu hürriyettir. İbadet hürriyeti ise, vicdan hürriyetinin tabii bir neticesi olup, dinini ve kanaatini bir takım merasimlerle açıklamak veya açıklamamak hususunda ferdin sahip olduğu hakkı gösterir. Aynı zamanda din hürriyeti hakkı yerine getirilirken başka

din ve inanç mensuplarının üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılamaz. Özellikle lâikliğin önemli unsurlarından biri olan din ve vicdan hürriyetinin milli bütünlüğümüze sağladığı katkı çok önemlidir. Yüzyıllarca Anadolu Türklüğünü birbirine düşüren mezhep kavgalarının unutulmasında lâikliğin çok büyük bir rolü vardır.

Laikliğin bir diğer

unsuru, resmi bir devlet dininin bulunmamasıdır. Devlet toplumun dünya işlerini düzenlemek, böylece toplum içinde düzen"i sağlamak görevini yerine getirir. Devletin bu konumuyla birlikte lâik devletin tanımı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla devletin “dünyevi işlerin idaresiyle” alakalı bir kurum olduğu görülmektedir. Dolayısıyla devletin hiçbir şekilde

bir din veya mezhebin görüş ve düşünceleri üzerine inşa edilmesi düşünülemez. Devletin düzeni yerine getirmek için yapacağı kanunlar, dünyevi işleri düzenlemek olacağına göre bunların dinle hiçbir alakası da bulunmamalıdır. Bunun doğal bir sonucu olarak da devlet bütün işlerini din yargılarına göre değil de dünyevi kanunlara göre yürütecektir.

Lâik devletlerde devlet yönetimi akıl ve bilime dayanır. Lâik devlet anlayışında dinin hiçbir rolü yoktur. Ne devlet din işlerine ne de din devlet işlerine karışır. Her ikisi de kendi içerisinde “özerk”tir. Devletin hiçbir yasası veya düzeni sağlamak için oluşturulan kanunu, ilahi olanla ilişkili değildir. Devlet hiçbir din veya mezhebin tekeli altında olamaz,

bütün dini inanç, değer ve kanaatlere aynı mesafededir. Başka bir deyişle devlet din karşısında mutlak tarafsızdır. Lâik devlet anlayışının tam tersi bir durum teokratik devlet anlayışını ifade eder. Lâik devlet anlayışında dinin hiçbir şekilde devlet işlerine müdahale etmesi söz konusu olmazken, aksine teokratik devlet anlayışında da din devlet eliyle veya devlet

din eliyle yürümektedir.

Lâik devlette tüm dinler eşittir. Lâik bir devlet, birey- toplum-devlet ilişkileri içerisinde tutum sergiler ancak birey-toplum-devlet ile Tanrı arasındaki bağa hiçbir şekilde müdahale edemez.

Lâik devlet sistemlerinde din kamu hizmeti olarak kabul edilmez. Lâik devlet kişilerin dinsel inançlarına uygun davranabilmek haklarını

güvence altına almakla yükümlüdür. Fakat devlet doğrudan doğruya bir cemaatin dinsel gereksinimlerine yönelik hizmeti yüklenemez. Kişilere dini inanç özgürlüğünün tanınması, lâik sistemin zorunlu bir sonucudur. Devletin dinler karşısında tarafsız kalma zorunluluğu din özgürlüğünün tanınması açısından da geçerlidir. Bu nedenle lâik bir devlet kişilere dinsel

inançları ne olursa olsun inançlarını açıklayıp yaymak, eğitim yapmak, dini inançlarının gereği olan ibadeti uygulamak, örgütlenmek haklarını tanımak ve ilgili düzenlemeler yaparken de dini inancın türüne göre her hangi bir ayrım yapmamak zorundadır.

Atatürkçü düşünce sisteminde lâiklik, sadece din ve devlet işlerinin ayrılmasından ibaret bir devlet

yönetimi prensibi değil, aynı zamanda bir hayat tarzı, dünya görüşü ve toplum sorunlarına akılcı ve gerçekçi bir bakış açısıdır. Bu yüzden lâiklik, Türkiye'nin çağdaşlaşması temel hedefinden ayrılamaz ve onun zorunlu bir parçasını oluşturur.

Lâikliğin bir başka unsuru ise, devletin, din ve mezhepleri ne olursa olsun yurttaşlara eşit davranmasıdır.

Bu anayasa ile güvence altına alınmış bir tutumu ifade etmektedir. Bütün dünyanın benimsediği, altına imza attığı“ İnsan Hakları” ile ilgili belgelerde “din hürriyeti” vardır. Bu hürriyet şu unsurlardan oluşur: 1. İnanma hürriyeti (inanmamayı da kapsar). 2. İnandığı dine göre yaşama, ayin ve ibadetleri yerine getirme hürriyeti. İnsan hakları evrensel

bildirgesinde bu madde/unsur şöyle dile getirilmiştir : “...inancın tek başına veya topluca, açık olarak ya da özel biçimde öğretim, uygulama, tapınma ve ayinlerle göstermek özgürlüğünü de kapsamı içine alır (mad.18). 3. İnandığını öğrenme ve öğretme hürriyeti. 4. İnananların örgütlenme hürriyeti. 5. İnancı değiştirme hürriyeti. Modern demokrasi insan

hakları temeline dayanır, lâiklik de din özgürlüğünü korumak için öngörülmüştür; anayasasında lâiklik ayrı bir madde olarak düzenlenmemiş olan ülkelerde de -din özgürlüğü vazgeçilmez bir madde olduğu için-“din özgürlüğünü korumanın teminatı” anlamında lâiklik zaten vardır.

Laikliğin gereği bu tür yaklaşımlar, laiklik olgusunun dinsizlik

anlamına geldiğini göstermez. Din, bireylerin en çok değer verdikleri moral kaynaklarından biridir. Durum böyle olunca Atatürkçü düşünce sistemi içinde laiklik prensibine son derece temkinli bir yaklaşım sergilenmiştir. Atatürk gerçek İslam'a karşı, imanlı ve akli bir tavır takınırken; bütün tarikatlara karşı da savaş açmıştır. Atatürk'ün din konusundaki

görüş ve düşünceleri laiklik konusuna olan yaklaşımını da ortaya koymaktadır. Atatürk, dinsiz ulusların devamına olanak yoktur diyerek dinin gerekli bir kurum olduğuna vurgulamaktadır. 1923 yılında söylediği sözler arasında, Türk ulusunun “bütün sadeliği ile” dindar olması gerektiği belirtmiştir. Atatürk'ün İslam dinine ilişkin yaptığı açıklamalardan bir

diğeri de şöyledir: “Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme, mantığa uygun olması gerekir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uyar” demektedir.

Görüldüğü gibi Atatürk İslam dininin hurafelerden, batıl inançlardan ve tarikat denetiminden uzak, sade, akla uygun yapısını ön plana çıkarmaya çalışmaktadır. Atatürk’ün İslam dinine verdiği değer, dinin

devlet işlerinde kullanılmasına firsat tanımayan bir yaklaşımı da beraberinde getirmektedir. Bununla birlikte Türkiye'de laiklik olgusunun İslam diniyle karşı karşıya getirilmemesindeki bir başka etken ise tarihi imkânlardır. XIX. yüzyılda değişim hareketlerinde Osmanlı ulemasının karşı çıkışları İslam dini eksenli olmuş, Tanzimat'tan sonraki batılılaşma

hareketlerinin Genç Osmanlılar ve Jön Türkler tarafından temsil edilen yeni fikir akımları sonucunda 1908 yılında ilan edilen İkinci Meşrutiyet'e kadar olan (süreçte bu durum değişmeye başlamıştır. Esasen Osmanlılarda müspet ilme dayanan değişim hareketleri II. Mahmut zamanında ulemanın siyasal gücünün kırılmasıyla başlamış, Bab-ı Meşihat (Şeyhülislam

Dairesi)'in kuruluşuyla daha
önce bağımsız olan Şeyhülislam, bir devlet memuru haline getirilmiştir. Ayrıca Evkaf Müdürlüğü'nün kurulması ve buna bağlı olarak ulemanın ekonomik gücünün sarsılması belli başlı kırılma noktalarıdır. Bu tarihi, sosyal ve ekonomik olayların doğal akımı, Türkiye'de çağdaş ve laik anlayış temelli Türk Devrimi'nin gelişmesini

kolaylaştırmıştır.

Laiklik prensibinin son unsuru, eğitimin lâik, akılcı ve çağdaş esaslara göre düzenlenmesi durumudur. Öğretim elemanlarının verdikleri derslerde, din konusunda tarafsız davranmaları, dinî inançlara saygılı olmaları gerekir. Ders programları dinî esasların dışında hazırlanmalıdır. Bu amaçla çıkarılan 677 sayılı 1925 tarihli kanun

ile dinî inancın kötüye kullanılması da önlenmiştir. Bu kanunla halkı din perdesi altında yanlış eğitime sevk eden ve taassuba iten tekkeler, zaviyeler kaldırılmıştır. Bilumum tarikatlarla şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik kaldırılmış, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gaipten haber verme ve murada

kavuşturma maksadıyla muskacılık yapmak yasaklanmıştır.

Yeni Türkiye'nin laik temelli değişim hareketlerine, referansını İslam dininden alan tarikatların, vatandaşların dinsel duygularını politik amaçlarla sömürerek, yeniden canlandırma hareketleri sonucunda; Nurculuk, Süleymancılık, Ticanilik, Biberilik ve bu gibi oluşumlar, özellikle cumhuriyetimizin son

dönemlerinde faaliyete geçmişlerdir.

Atatürk bu tehlikeyi çok önceden görmüş ve 1924 yılında yaptığı konuşmada şu sözlere dikkat çekmiştir:

“Türkiye'de esasen mürteci yoktu ve yoktur. Vehim vardı, vesvese vardı. Bundan sonra yalnız bir şey hatıra gelebilir ki o da, bazı adi politikacıların hasis ve menfaatperestlerin, o vehim ve hayali

uyandırmaya çalışması, o yüzden hırslarını tatmin ve menfaat düşüncesinden ibarettir.”

Ve şöyle devam etmiştir:

“Bunun gibi mensubu olmakla mutmain ve mesut bulunduğumuz İslamiyet dinini yüzyıllardan beri alışılmış olduğu üzere bir politika aracı konumundan kurtarmak ve yüceltmek elzem olduğu gerçeğini müşahede ediyoruz. Mukaddes ve

tanrısal olan inanç ve vicdani kanaatlerimizin karışık ve dönek olan ve her türlü çıkar ve tutkusuna sahne olan politikacılardan ve politikanın bütün organlarından bir an evvel ve kesinlikle kurtarmak, ulusun dünyevi ve uhrevi saadetinin emrettiği bir zarurettir.”

Atatürk'ün bu beyanında da açıkça görüldüğü gibi dini inançlar; Allah ile kul arasındaki bir

mesele olmaktan çıkarılıp dünyasal olaylar ve çeşitli çevrelerin gündelik çıkarları için bir oyun aracı haline getirilirse bundan hem din, hem vatandaş, hem devlet ve hem de memleket zarar göreceği açıktır. Atatürk'ün bu tespiti dikkate alınmadığı takdirde bu zararlar devam edip gidecektir.

Görüldüğü gibi Atatürkçü dünya görüşü, din sorununu hukuki

ve sosyal alanda çözüme ulaştırmış ve uygulamasında da asla din aleyhtarı bir tavır takınmamıştır. Ancak, hurafelerin sosyal temelleri tamamen çökertilemediği için, bunların ocağı olan tarikatlar günümüze kadar canlılıklarını korumuş ve laiklik kanunlarını ihlal ede gelmişlerdir. Atatürk laik devlet düzenini korumanın dinin bir vicdan meselesi olarak

değerlendirilmesiyle mümkün olacağını şu sözlerle bildirmektedir:

“Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, devlet ve millet işleri ile karıştırmamaya çalışıyoruz. Kasta ve eyleme dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz. Türkiye

Cumhuriyeti'nde her ergin kişi dinini seçmekte hür olduğu gibi, bir dinin (töreni de serbesttir. Yani, ayin hürriyetine dokunulamaz. Tabiatıyla ayinler, (asayiş ve genel ahlak kurallarına karşıt olamaz; politik nümayiş şeklinde yapılamaz. ... Türkiye Cumhuriyeti'nde herkes Allah'a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılamaz. Türkiye

Cumhuriyeti'nin resmi dini yoktur.”

Laik dünya görüşünü ulusumuza kazandıran Atatürk, başta anayasamız olmak üzere çeşitli yasalarla laikliğin hukuki yanını tamamlayarak, Hıristiyanlıkta bulunup da İslamiyet'te esasen mevcut olmayan “Ruhban sınıfına” ve bu sınıfı teşkil eden “Şeyhlerin” faaliyetine de son vermiştir. Atatürk bu konudaki beyanatı

şöyledir:

“Bizde ruhbanlık yoktur. Hepimiz eşitiz ve dinimizin buyruklarını eşit olarak öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini, diyanetini, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orası da okuldur...

Nasıl ki, her hususta yüksek meslek ve ihtisas sahiplerini yetiştirmek lazım ise, dinimizin gerçek felsefesini tetkik ve bilimsel ve fenni telkin kudretine

sahip olacak güzide ve gerçek büyük alimler dahi yetiştirecek yüksek kurumlara malik olmalıyız.”

Atatürk’ün belirtilen bu düşünceleri, din görevlilerinin müspet bilim esasına dayalı yüksek okullarda yetiştirilmesi ve çocukların dini kültürlerini de ancak okullarda almalarını öğütlemesinden başka bir şey değildir.

Atatürkçü düşünce

sistemi çerçevesinde gerçekleştirilen inkılâplarımızın her biri, Türkiye'de laik bir dünya görüşünün gerçekleşmesini sağlayan sosyal sonuçlu önemli aşamaları ifade etmektedir. Laik-batılı hukuk düzeni bu inkılâplarla tamamlanmış ve Osmanlı İmparatorluğunun son çağlardaki “İslam batılı” hukuk düzenini yerini, “laik-batılı” bir hukuk sistemi

almıştır. Böylece Osmanlılık dönemindeki hukuk ikileşmesine son verilmiştir.

Türkiye'de laiklik vatandaşın inancının en sağlam güvencesi olmuştur. İnanç özgürlüğü devlet güvencesinde olup, herkes inancında ve ibadetinde serbest kılınmıştır. Bununla birlikte laikliğin toplum düzeni içinde vazgeçilemez bir niteliğe sahip olmasının en önemli nedeni

laiklik prensibinin tüm Atatürkçü düşünce sisteminin temel taşı olmasından kaynaklanmaktadır. Laiklik olgusunun olmadığı bir durumda milliyetçilik ilkesi çöker; zira vatandaş kavramının olmadığı yerde halkçılık, demokrasi, milli egemenlik ve cumhuriyetten bahsedilemez. Laikliğin olmadığı toplumlarda sınıf, zümre ve inanç hegomanyası söz konusu olduğundan aydın

sınıfın ve bilimin gelişmesi için uygun ortam oluşmaz ve dolayısıyla inkılâpçılık ilkesi zarar görür.

Bu bakımdan laiklik ilkesi Türkiye Cumhuriyeti için bir hayat ve bir var olma meselesidir. Atatürkçü düşünce sisteminde laikliğin temel yapı taşlarından biri olarak görülmesi ülkeyi, her türlü tehlikeden korumayı, toplum, düşünce, görünüm ve

icraatıyla çağdaş bir duruma getirme düşüncesinin bir sonucudur. Laiklik ilkesinin en vazgeçilmez dayanağı hiç kuşkusuz demokrasi anlayışıdır. Laiklik; temel hareket noktası olarak aklı ve bilimi temel alır. Laik ülkelerde akla ve bilime dayalı olan pozitif hukuk kuralları uygulanır. Dinsel hukuk kurallarının dogma olduğu için güncelleştirilemez, dolayısıyla geçen

dönem içinde geçerliğini yitirerek toplum ve devlet yaşantısının ihtiyaçlarına cevap veremez. Laik bir devlette herkes istediği dini ve inancı seçebilir, istediği dini ayin ve töreni yapabilir. Dini inanç, ibadet ve kanaat özgürlüğünün devlet tarafından güvence altına alınır. Buna aykırı hareket edenler, Türk ceza kanununun ilgili maddelerince yargılanarak

cezalandırılır. Laiklik, aklı kullanma becerisini en üst düzeye çıkaran bir anlayıştır. Her türlü akıl ve bilim dışı hurafe laiklik tarafından reddedilir. Laiklik ilkesi; bütün gelişmiş devlet ve toplum yapılarının ortak anlayışıdır.

S.171....