Oğuz Atay
Oğuz Atay

Bu sabah uyandığım zaman gecenin sıkıntısı üstümden kalkmamıştı . Demek ölüm bu diye düşünüyorum ..
Sabahları uyandığıma sevinemiyorum ; gecenin sıkıntısı öğleye kadar sürdüğü için, sabahın verdiği diriliği yaşayamıyorum. Öğleden sonra akşamın hüznü çöküyor.."

Oğuz Atay
Oğuz Atay

Bu sabah uyandığım zaman, gecenin sıkıntısı göğsümden kalkmamıştı. Demek ölüm bu, diye düşünüyorum. Sabahları uyandığıma sevinemiyorum. Gecenin sıkıntısı, öğleye kadar sürdüğü için, sabahın verdiği diriliği yaşayamıyorum. Öğleden sonra da akşamın hüznü çöküyor.

Tezer Özlü
Tezer Özlü

İlaç alıyorum. Uyutuluyorum. Arkadaşlarım beni görmeye geliyor. Kimi çiçek, kimi meyve getiriyor. Sonra onlar kentin yaşamına dönüyor. Ben hastanenin sonsuz yalnızlığına. Geceler çok erken gelir hastanelere. Ama bitmek bilmez. Gün doğmak bilmez. Kış günlerinin hemen öğleden sonra kararıveren havasıyla birlikte akşam çöker hastane koridorlarına.

Tezer Özlü
Tezer Özlü

Geceler çok erken gelir hastanelere. Ama bitmek bilmez. Gün doğmak bilmez. Kış günlerinin hemen öğleden sonra kararıveren havasıyla birlikte akşam çöker hastane koridorlarına.

Rüzgar Yılmaz
Rüzgar Yılmaz

Bir gün öğleden sonraydı, anneme bulaşıkta yardım ediyordum. O tabakları yıkıyor, ben kuruluyordum. Pencereden itfaiye binasını ve kadınların tencereleri ovduğu başka mutfakları görüyordum. Her gün öğle yemeği, akşam yemeği ve her gün kirli bulaşıklar! Hep yeniden başlanan ama hiçbir yere götürmeyen saatler. Benim yaşamım da böyle mi olacaktı? Bir tabak

yığınını duvardaki dolaba koyarken hayır, dedim kendi kendime, benim yaşamım başka türlü olacak.

Şehnaz Erkan
Şehnaz Erkan

TANIK

Asude Zeren’in ailesinin evinin önüne epey toz kaldırarak yanaşıp park ettiğimde saat öğleyi bulmuş olmalıydı. Radyoda yine yaklaşan bir fırtınadan bahsediliyordu ama havada en ufak bir belirti yoktu. Aslında biraz sepelese fena olmayacaktı. Arabaların ve insanların üstüne yapışan toz belki azıcık yatışmış olurdu. Biraz serinlik konukları

sevindirirdi.
Erken gelmiştim, akşama kadar en iyi arkadaşıma biraz yardım ederim diye umuyordum. Aslında parti başladığında gitmiş olmayı daha çok isterdim ama bu mümkün değildi tabii. Asude Zeren’in (iki ismini birlikte kullanırdı) ve müstakbel nişanlısı Onur’un aşklarının bir numaralı tanığı olarak gece boyu ortalıkta olmak gibi bir görevim vardı.

Boş arsalarla çevrili evin etrafında sayısız çelenk vardı. Şehrin bütün ileri gelenleri, şehrin kalburüstü tüm çiçek evlerini boşaltmış gibi duruyordu. Bahçedeyse daha çok çiçekle karşılanıyordunuz. Köşedeki yaşlı salkım söğüt bile neredeyse bütün dalları led aydınlatmalarla sarmalanmış olarak, kuyumcu vitrini gibi parlamak için geceyi bekliyordu. Ortaya

konan altı yuvarlak, ahşap beyaz masa az sayıda hatırlı konuğu ağırlayacaktı. Masaların her biri harikulade bir el işçiliğine sahipti. Etraflarına aynı zariflikte onar beyaz sandalye dizilmişti. Sofra düzeni henüz tamamlanmamıştı, sadece erguvan renkli suplalar masaların üzerine konmuştu. Davetin ağırlığına yakışacak, klasik çalgılardan oluşan mini orkestraya

ayrılan yerin önünden yürüyüp verandaya çıktım. Burada da küçük bir bar kuruluyordu. İçeriye geçtim. Arkadaşım organizasyonla ilgili olduğunu düşündüğüm iki kişiyle konuşuyordu. Beni görünce gülümsedi. Çok sakin görünüyordu. Yüzyıllardır birlikte olan insanlara nişanlanmak heyecan vermiyordu demek ki. Yanıma gelip bana sarıldı. Beylere teşekkür etti,

birlikte üst kattaki odasına çıktık. Ben elbise kılıfımı ve makyaj malzemelerimin olduğu çantamı odasına bırakırken bana bahçe için sipariş ettiği solar aydınlatmaların geç geldiğini, onları şarj etmek için az zamanımızın olduğunu anlattı. Anladığım kadarıyla karanlık çöktüğünde yeteri kadar parlıyor olmayacaklardı. En ciddi sorun buysa çok şanslı

sayılırdık.
Bu evin en sevdiğim yeri salon büyüklüğündeki mutfağıydı. Bana kalsa nişanı orada yapardım. Birlikte mutfağa geçip yemek yedik. Asude Zeren’in iki teyzesi de yanımızdaydı. Ben felaket habercisi olmak istemediğim için fırtınadan bahsetmedim. Konuyu küçük teyzesi açtı. Bu kadar sıcak ve berrak bir yaz günü hiçbirimiz bahsedilen boyutta bir

fırtınayı hayal edemiyorduk. Üstelik yaz başından beri yapılan üçüncü fırtına uyarısıydı bu. İlk ikisi asılsız çıkmıştı. Sonuç olarak Asude Zeren ve ailesi bu nişanı bir kez daha ertelemeyeceklerdi.
Bahçeye çıktığımızda barın kurulma işi bitmişti. Bize içecek bir şeyler ikram etmek istediler, ikimiz de birer kokteyl aldık. Biz masaların arasında

dolanırken bahçe kapısından durmadan yeni çiçekler ve hediyeler teslim alınıyordu. Bir ara onları koyacak yer konusunda organizasyon şirketiyle Seher Hanım’ın tartıştıklarını duydum. Asude Zeren annesini yatıştırmak için onu alıp içeriye götürdü. Ben de sofra düzenine yardım etmek için bahçede kaldım.
Saat dörde doğru beni kuaför geldiği için

çağırdılar. Böylece bütün öğleden sonrayı Asude Zeren’in odasında şampanya içerek ve güzelleşerek, bir pijama partisi havasında geçirdik. Doğrusu arkadaşım kendisini şımartmak için bütün imkânlarını ustalıkla kullanıyordu. Ben de çocukluğumuzdan beri olduğu gibi şımarıklığının ortağı oluyordum.
Bu son derece profesyonel ve bir o kadar pahalı ekip

evdeki tüm kadınlarla işini bitirdiğinde bahçeden keman sesleri gelmeye başlamıştı bile. Ben de hemen en külkedisi halimle baloya katılmak için bahçeye çıktım. Görüntüm kadar kafam da güzel olduğu için artık hiçbir yere gitmek istemiyordum. Konukların yarıdan fazlası gelmiş gibiydi. Onur ve ailesi kapıya yakın bir yerde onları karşılıyor, birkaç samimi cümleden

oluşan kısa sohbetlerle masalarına gönderiyordu misafirleri. Havada, okşamasına hayır diyemediğimiz sakin bir rüzgâr ve birkaç bulut pufu vardı.
Asude Zeren’in Aliexpress’ten sipariş ettiği, güvercin şeklindeki solar aydınlatmalar masaların arasında çok zarif görünüyorlardı. Bu yarı parlak halleriyle bile hiç kimse onların zevkli birer tasarım ürünü

olmadıklarını söyleyemezdi. Orkestra Vivaldi’nin Spring’ini çalıyordu ve ben de yakında evlenecek olanın Asude Zeren mi yoksa köşedeki salkım söğüt mü olduğuna karar vermeye çalışıyordum.
Kısa süreliğine şampanyaya ara verip yerime oturdum çünkü yemek servisi başlamıştı. Arkadaşım ve nişanlısı masaları dolaşarak her masada onlar için ayrılmış

sandalyelere oturuyor ve konuklarla sohbet ediyorlardı. Eğer bir masada sandalyelerden biri alınmış ya da münasebetsiz bir konuk tarafından kapılmışsa Onur hemen Asude Zeren’i dizine oturtuyor, böylece ikisi tek sandalyeyi paylaşıp mutluluklarını sergilemiş oluyorlardı.
Ben, Asude Zeren organizasyon şirketinin önerdiğini beğenmediği için İstanbul’dan getirilen

şefin özel tarifi olan kuzu etini ve yanında garnitür olarak, aslında yöresel bir yemek olduğu halde düğün temasına uygun olduğu için sunulan keşkeği yerken Onur’un babası çocuklarıyla duyduğu gururu anlatan bir konuşma yaptı. Sonradan hatırlayamayacağım şeyler arasında bu konuşma da yer aldığı için detay veremiyorum ama bir ara oğlunun Yale mezunu olduğundan

bahsettiğini ve sertleşen rüzgâr yüzünden devrilen mikrofonu anımsıyorum. Köşedeki salkım söğüdün parıldayan dalları Çaykovski, Bach ve Wagner eşliğinde dans ediyordu. Konuklar ise eşlik etmeseler de içtikleri şampanyaların hakkını veren kahkahalar atıyorlardı. Savrulmaya başlayan saçlar, masalardan uçan peçeteler ve açık mikrofondan gelen uğultu sesleri

arasında birkaç solar güvercinin kanat çırparak havalandığını gördüm. Bastıran yağmurun boşalan kadehleri dolduruşu, eve doğru kaçışan gabardin, saten ve taftalar, hayret nidalarını bastıran gök gürültüsüyle eş zamanlı olarak ortalığın bir an aydınlanması, sonra tamamen karanlığa gömülmemiz... Fırtına öncesine dair tüm hatırlayabildiklerim bunlar.

Yağmur ne kadar sürdü, ne kadar bekledik bilmiyorum ama biraz ayılmaya başladığımda ortalık hâlâ karanlıktı ve konukların çoğuyla birlikte hâlâ bahçedeydim. Sanırım yakınlara bir yere, belki bir trafoya yıldırım düşmüştü ve su alan jeneratörden bahsediliyordu. Evin etrafındaki balçığa dönüşen toprak ve kapanmış olabilecek yol yüzünden kimse gitmeye

cesaret edemiyordu. Karanlıkta olabilirdik ama en azından karnımız toktu ve içkimiz vardı. İçeriden gelen biri, üst katın pencerelerinden, ileride bir evin ışığının göründüğünü söyledi. Seher Hanım’la birlikte girip baktılar. Anlaşılan Seher Hanım bu komşuları tanımıyordu ya da hâlâ yeterince ayılamamıştı. Yine de büyük çoğunluk oraya gitmek istedi.

Asude Zeren gideceği için ben de mecburen gidecektim.
Hava yeniden açılmıştı ama yerdeki çamur yüzünden topuklu ayakkabıyla yürümek imkânsızdı. O yüzden kadınların çoğu, bir ellerinde ayakkabıları diğer elleriyle eteklerini tutarak tek sıra halinde yürüyordu. Bu halimizle peşimize orkestrayı da takmış olsak bir Emir Kusturica filminden fırlamış kadar olurduk.

Işığı görünen ev tahmin edilenden daha uzakta çıkmıştı. Ama yürümeye devam ettik. Ara sıra yönümüzü şaşırıyor, evi gözden kaybediyorduk. Kısa bir süre sonra biri onu yeniden fark ediyor ve tekrar oraya doğru yürümeye başlıyorduk. Sanki ev biz yaklaştıkça yer değiştiriyordu. Bir süre sonra evden müzik sesleri de gelmeye başladı. Orada da bir kutlama

olmalıydı ve belli ki onların jeneratörleri sağlam kalabilmişti. Evi çevreleyen çelenkler de bu tezimi doğruluyordu. İyice yaklaştığımızda bahçeden gelen kahkahaları da duyar olduk. Konuşan bir erkekti, oğlunun Yale mezunu olduğunu söylüyordu. Rüzgârın mikrofonunu devirdiğini duyduk.
Olduğumuz yerde donakalmıştık. Kimse bir adım daha atmaya cesaret edemiyordu.

Gruptan da çıt çıkmıyordu. Fırtına tekrar başlamıştı ve bahçede, ışıldayan dalları hızla savrulan bir salkım söğüt görülüyordu. Tam da o anda, gökyüzünden bir el uzanmış gibi, bir yıldırım evi yakaladı ve çığlıklar eşliğinde korkunç bir gök gürültüsü kulaklarımızda patladı. İnsana sonsuz gibi gelen o kısacık anlar içinde ev öyle bir hızla

yanmaya başlamıştı ki, yangının bahçeye ağaçlara ve kapı önünde duran arabalara sıçraması sadece birkaç dakika sürmüştü. Ne kadar süre olduğumuz yerde durup izledik bilmiyorum ama dışarıya çıkan hiç kimseyi görmedik.

Fikret Madaralı
Fikret Madaralı

Öğleye kadar kültür dersleri, öğleden sonra işlik çalışmaları: Marangozluk, demircilik, yapıcılık.. Köyden gelen, köyün sorunlarını bilen, onları çözebilecek bilgiler, becerilerle yetişen yeni bir öğretmen kuşağı..

Daha çalışmalarımızın başında, yasa boğuluyoruz. Büyük Atatürk'ün ölümü hepimizi sarsıyor. Günlerce yaşlı gözlerle girip

çıkıyoruz sınıflara.

Süleyman Coşkun
Süleyman Coşkun

Koğuşta eğitim saatleri ise öğleden sonraları ve akşamlarıydı. Herkes ranzalarına oturur bir kişi de elindeki kitapla ortaya çikar yüksek sesle okurdu. Bu eğitimler sırasında Kürtlerin esasında Türk olduklarını, dağ insanı olduklarindan dağlarda yaşadıklarını, bu arada sertleşmiş karlar üzerinde yürürlerken «kırt kirt» diye sesler çıkardıklarını, bu

seslerin yarattığı çağrışım nedeniyle giderek bunlara kürt kürt denmeye başlandığıni hep Mamak eğitimleri sirasında öğrendik. Bu dahiyane buluş Genel Kurmay Başkanlığı'nın adını şimdi çoktan unuttuğum bir kitabında aynen böyle yazıyordu. Buna benzer daha pek çok buluş vardı ama hatırlayamıyorum. Ama sanırım o kitaplar dünya kara mizah edebiyatında hatırı

sayılır bir yere sahip olurlar. Hele bir yayınlanmaya görsünler.Olan Aziz Nesin'e olur...

Gudrun Dalla Via
Gudrun Dalla Via

Güneş ışığı, bir prizma yardımıyla veya fırtına sonrası gökkuşağını gözlemleyerek kolayca görülebileceği gibi, yedi renk içerir. Her renge belirli bir frekans ve dalga boyu denk gelir; başka bir şekilde söyleyecek olursak renkler fiziksel olarak hesaplanabilir ve ışık enerjisi ölçülebilir. Aynı güneş ışığı hep aynı değildir: yeryüzünün farklı pozisyonu

ve bundan ileri gelen ışığın düşme açısından dolayı, belirli saatlerde bazı frekanslar baskın çıkar.
Bu, örneğin neden sabah ışığının depresyona karşı daha belirgin olarak iyileştirici olduğunu, öğleden sonra geç saatlerdekinin ve gün batımınınsa sakinleştirici ve bazen melankoliye sürükleyici etkisi olduğunu açıklıyor.

Jesse J. Prinz
Jesse J. Prinz

Duygular hayatlarımızın merkezinde sahne alırlar. Duygular için ve duygulardan kaçınmak için yaşarız. Galibiyetin heyecanı ve yenilginin azabı. Eski bir arkadaşla geçen bir öğleden sonranın tatmini ya da pişmanlığın ızdıraplı dırdırı. Duygular olmaksızın sadece kuru hareket, refleks ve rutin vardır. Apaçık önemine rağmen duygular, bilişsel bilim içerisinde her

zaman önemli bir araştırma konusu olarak yer almamıştır. Bilişsel bilim, kapsayıcı ve disiplinlerarası bir zihin çalışması olma iddiasındadır. Bilişsel bilimde standart bir ders kitabı, muhtemelen algı, dikkat, bellek, kategorizasyon, dil ve hatta bilinç üzerine bölümlere sahiptir, ama tuhaf bir biçimde duygular üzerine bir bölüm yoktur. Böylesi bir ihtimalin

sebeplerinden biri, bilişsel bilimcilerin zihnin bir bilgisayar olduğu üzerine uzun süren bir yatırımlarının olması ve duyguyu bilgisayımsal terimlerle anlamada zorluk çekmeleridir. İhmalin diğer bir sebebi de duyguların kapsamlı olarak psikanalistler de dahil olmak üzere, klinik psikologlar tarafından geniş ölçüde araştırılmış olmasıdır. Bilişsel bilimciler

kendilerini düzensiz zihinlerin çalışmasından uzaklaştırmaya çalıştılar.