Enver Paşa hem dindar, hem de son
derece iffetli bir insandı. Meşrutiyetin ilanından sonra İstanbul’a gelince kendisi hürriyet kahramanı olarak törenle karşılanmıştı. Onun değerini
Almanya İmparatoru II. Wilhelm bile takdir etmiş ve askeri ataşe olarak
Almanya’da bulunduğu sırada onunla dostluk kurmuştu. Trablusgarp’da
İtalyanlara karşı ortaya
koyduğu başarılı savunma planı askerlik yönünden ne kadar ileri görüşlü olduğunuispatıdır. Balkan Harbinde de savaşmış, yararlıklar göstermiş, Osmanlı ordusunda Alman sistemini yerleştirmiştir.
Birinci Dünya Harbinden sonra diğer İttihatçılarla beraber memleketten
çıkarılmıştı. Odesa, Berlin, sonra Moskova’ya gitti. Bu sıralarda en büyük emeli,
Turan ülkesi hayalini gerçekleştirmekti. Orta Asya ve Anadolu’daki Türkleri birleştirerek bir imparatorluk kurmayı düşünüyordu. Ne var ki bunda muvaffak olamadı. Memlekete döndüğünde diğer İttihatçılarla beraber mahkeme edildi. Rütbeleri alındı ve sürgün edildi. Yine eski hayalini gerçekleştirmek için gittiği Tacikistan’da bir savaş esnasında öldürüldü.
Mezarı Çegen köyündedir.
Kısaca anlatmaya çalıştığım Enver Paşa, böylesine memleketine ve Türklüğe bağlı bir askerdi. Hayatı süresince ağzına alkol koymamış, Almanya’da bulunduğu sıralarda birçok asil ailelerin kızları kendisine aşık olup evlenmek istemişlerse de o, hiçbirisi ile ilgilenmemişti. Yabancı ülkelerde yaşayan birçok görevli gibi gece
hayatı ve kadınlarla alakası olmamış, çalışmaktan nefes almaya vakti olmadığı sıralarda bile namazını ihmal etmemişti. Cephede bulunduğu günlerde namaz kılar, oruç tutardı.
Harbe ancak kendimiz gerekli bulduğumuz zaman girebilirdik, o kadar. Almanlar böyle istemişti diye orduyu seferber edecek değildik. O nazik devrede Almanya İmparatorluğu ile bir antlaşma imzalamamızı tenkit edenlere verilecek cevap şudur:
Bir cihan harbi elle tutulacak hale gelmeden hayli önce İtilaf devletlerine
yanaşmak yolunda birçok teşebbüste bulunmuştuk. Diplomatik
faaliyetlerle
sık sık zemini yoklamıştık. Hatta meşrutiyetin ilanını takip eden aylarda ilk heveslendiğimiz iş İngiltere ile dostluk kurmaktı. Meşrutiyetin ilanından tam bir yıl sonra bu maksatla Talat’ın başkanlığında yedi, sekiz milletvekilinden kurulu (benim de içinde bulunduğum) bir parlamento heyeti Londra’ya gitmişti. Londra’da birçok diplomat ile
görüştük ve bütün gayretlerimize rağmen kendileriyle yazılı bir anlaşmaya varamadık ve gittiğimiz gibi kollarımızı sallaya sallaya geri döndük. Diğer taraftan Fransız dostu olarak tanınan Cavit Bey’i Fransa’ya gönderdik. Ne var ki o da bizden fazla birşey yapamamış, Fransızları sağlam bir anlaşma yapmaya ikna edememişti. Almanlarla anlaşma yapmadan önce “Ümit
cihandan büyüktür” sözüne uyarak İngiliz ve Fransızlarla görüşerek hükümetimizin görüşünü bildirdik. Bunu yapmaktaki
gayemiz Almanlarla anlaşırken onlar aleyhine herhangi bir düşüncemiz
olmadığını belirtmekti. Fransa ve İngiltere sefirlerine durumu şöyle bildirdik: Biz Almanya ile ittifak halindeyiz, bu ittifakın bizi ileride ne gibi zorunluluklar altına
sokacağını şimdiden kati olarak kestirmek mümkün
değildir. Belki bir gün harbe girmek zorunda kalırız. Şayet İngiltere ve Fransa hükümetleri bütünlüğümüzü koruyacaklarına dair bize yazılı bir garanti verecek olurlarsa harbin sonuna kadar tarafsız kalacağımıza söz veririz.
Sefirler teklifimizi hükümetlerine bildirdiler, fakat aradan uzun bir zaman
geçtiği halde bu iki ülkeden ne müspet ne de menfi bir cevap aldık. Bu
olmadığı gibi diplomatik çevrelerde hakkımızda hiç de hoşa gitmeyecek dolaşmaya başladığını öğrendik. Bu söylentilerin başında Doğu’nun bir kısmı ile Boğazların Rusya’ya peşkeş çekileceği konusu da vardı. Rusya, İngiltere ve Fransa müttefik idiler. İttifakın icap ve zaruretlerini
yerine getireceklerdi. Almanya ise hiçbir taviz beklemeden bizimle anlaşma yapmak, bizi kendi saflarına sokmak istiyorlardı. Karşı tarafta üç dört yüzyıllık düşmanımız pençesini uzatmış üzerimize çullanmak üzere fırsat beklerken nasıl olurdu da Almanya’nın uzattığı eli sıkmazdık? Şu da vardı ki bu konuda biraz acele ettik, yaptığımız antlaşmaya rağmen harbe
girmemek pekala mümkündü. Enver Paşanın aceleciliği ve tedbirsiz davranışı her şeyi altüst etti. Ve bir bayram arefesinde kendimizi harp kasırgasının içinde bulduk. “Karadeniz Olayı” olarak tarihe geçen hadise şöyle cereyan etmişti: Balkan Harbinden çıktıktan sonra askeri durumumuzun parlak olmadığı biliniyordu. Orduları terhis etmiştik. Bu nedenle daha kendimizi
toparlamadan yeni bir harbe girmeyi düşünmüyorduk. Bu arada Avrupa’da Birinci Dünya Harbicbaşlamıştı. Biz tarafsızlığımızı korumak maksadı ile seferberlik ilan ettik. İngiltere’ye ısmarladığımız iki harp gemisi “Reşadiye” ve “Sultan Osman” ile
donanmamızı güçlendirmeyi düşünmüştük. Ne var ki Almanya bizi bir an önce harbe sokmak için her çareye
başvuruyordu. Bu düşünce ile Almanların Akdeniz’de bulunan Göben ve Breslau isimli harp gemileri Mesina’dan
geçerek Türkiye’ye doğru yol almaya başlamıştı. Çanakkale Boğazına
geldikleri zaman başkumandanlık Akdeniz Boğaz Kumandanlığına Alman ve Avusturya gemilerinin boğazdan geçmeleri yolunda izin verilmesi için emir verdi. Bu olaydan sonra İngiltere’de
hazırlanmakta olan Reşadiye ve Sultan
Osman harp gemilerimize İngilizler ambargo koyarak bunları bize teslimden
vazgeçtiklerini bildirdiler. Bu durum karşısında Almanlarla anlaşma
yapılarak Breslau ve Göben harp gemilerinin satış işlemi yaptırıldı ve bu iki gemi bilindiği gibi Yavuz ve Midilli adlarıyla Osmanlı donanmasına katıldı.
Bütün bunlar olup
biterken İtilaf devletleri daha önce bizden sakındıkları
garantileri tarafsız kalmamız ve iki harp gemisini iade etmemiz şartıyla kabul
edeceklerini bildirdiler. Ne var ki hükümet, bu teklife karşılık İngilizlerin
tezgahlarında bulunan Reşadiye ve Sultan Osman gemilerine ambargo
koymaları sonucu bu iki gemiyi satın aldığımızı neden göstererek müspet
cevap veremeyeceğini bildirdi.
Mustafa Kemal’in emrindeki derme çatma kuvvetlerle ortaya koyduğu
savunma gücü her türlü takdirin üstünde idi. Bu vesile ile Mustafa Kemal
hakkındaki şu olayı nakletmek isterim. Çanakkale’de, yukarıda bahsettiğim
gibi, müthiş bir direniş ve savaş taktiği ile düşmanı olduğu yere mıhlayan
Mustafa Kemal’in bu başarısına rağmen neden hala terfi
ettirilmeyişi hepimiz
gibi Doktor Nazım’ın da dikkatini çekmişti. Bir gün Merkez-i Umumi’de
Talat Paşanın da bulunduğu toplantıda Doktor Nazım heyecanlı bir ifade ile:
- Paşa, Mustafa Kemal’in terfi meselesi neden bu kadar uzadı? diye sordu.
Talat Paşa böyle bir soru ile karşılaşacağını biliyor olacak derhal şu cevabı verdi:
- Bu
Enver’e ait bir iştir, kendisi biraz sonra buraya gelecek, kendisine
sorarsınız.
Çok geçmeden Enver de geldi ve daha hatır sormadan öne atılan Nazım:
- Paşa, Paşa, Mustafa Kemal’in terfi işi ne oldu, bu kadar...
Enver, Nazım’ın sözünü keserek şu cevabı verdi:
- İşin bana ait olan kısmı bitmiştir, inhası hususu zatı şahaneye arzolundu.
Bugün veya yarın Mustafa Kemal Bey generalliğe terfi etmiş olacaktır.
Bu cevap üzerine Doktor Nazım, Enver’i kucaklayarak yanaklarından
öpmüş ve kendisine teşekkür etmişti
Harp bitmişti artık bizim için. Almanların tek başlarına daha uzun süre dayanmaları da imkansızdı. Talat'ın ilk düşüncesi şu cümle ile özetlenebilir: ''Memlekete açık alınla hesap vermeliyim. İsterlerse beni assınlar.''
Winston Churchill Mustafa Kemal'in kurduğu yeni Türkiye devleti hakkında şöyle demişti:
-Bu devlet 10 yıl yaşarsa ben bileklerimi keser apoletlerimi sökerim.
Türkiye Cumhuriyeti 10. yılını kutlarken Mustafa Kemal'in yüzündeki mutlu tebessüm bu nebze büyük bir politikacının yanılgısının yarattığı alaycı ifadenin eseriydi.
İttihat ve Terakki Cemiyeti, vatanı kurtarmış bir örgüttür. Bu cemiyete karşı kalbimde minnettarlık hisleri doludur. Fakat içimde yalnız yaşamak isteyen ve hiçbir kayda tahammülü olmayan isyanlar mevcuttur...
H.C.Y
Efendim, öldürdüğüm kimse bir zamanlar Türkiye’de devletin ileri
gelenlerinden olup benim eşimin, büyük anne ve büyük babamın katline sebep olmuştur. Türkler bizimkileri astıktan sonra balta ile vücutlarını ikiye bölerken “Yaşasın Talat ve Enver Paşa” diye bağırmışlar. Bundan bir süre önce rüyamda büyük anne ve büyük babamı gördüm ve her ikisi de bana
kendilerini öldürenlerden intikamlarını almamı istediler, ben de onların isteğini yerine getirdim.
Mahkeme heyeti bu savunmayı makul karşılamış ve işin içinde tahrik
olduğunu kabul ederek katile çok hafif bir ceza vermiş. Bahaddin Şakir ve Cemal Azmi Beylerin katilini de güya bulamamış oldular
Birinci Dünya Harbinden sonra diğer İttihatçılarla beraber memleketten çıkarılmıştı. Odesa, Berlin, sonra Moskova’ya gitti. Bu sıralarda en büyük emeli, Turan ülkesi hayalini gerçekleştirmekti. Orta Asya ve Anadolu’daki Türkleri birleştirerek bir imparatorluk kurmayı düşünüyordu.
Rahmetli Talat eceli ile ölmeyeceğini anlamıştı. Fırsat oldukça şunu tekrarlardı: ''Göreceksiniz yatağımda ölmek bana nasip olmayacak. Bir gün sokakta giderken bir kurşun ile yere serileceğim.'' Ne garip tecellidir ki bu tahmin sonunda tahakkuk etti.
Talat'ın yanında yol harçlığı dışında gittiği yerde birkaç ay geçimini sağlayacak kadar parası vardı.Bu bakımdan arkadaşlarına yardım edecek olanaklara sahip değildi.
Enver'e gelince,o,büsbütün parasızdı.Cemal Paşanın da,hakkında ileri sürülen bütün iddialara ve iftiralara rağmen memleketten ayrıldığı gün beş yüz liradan başka parası olmadığını
biliyordum.
Türk idarecilerinden Boğazlayan Kaymakamı Kemal Bey, Yozgat Mutasarrıfı Nusret Bey, Diyarbakır Valisi Dr. Mehmet Reşit Beyler ne güne duruyorlardı. Yakaladılar ve Divan-ı Harbe sevk ettiler. Bunlardan Kemal Bey, Nusret Bey' hüküm giyerek idam edilmişlerdir. Vali Dr. Mehmet Reşit Bey tahkikat esnasında hapishaneden kaçırılmış ve sonra intihar etmiştir.
Bütün bir devrin
suçlusu onlarmış gibi ve Türkiye’de öteden beri rahat durmadan isyan çıkaranlar suçsuzmuş gibi bir hava içinde tarihin hatasını «Nemrut Mustafa Divân-ı Harbi» kararı yapmıştır.
Bu kararda mahkûm olan ne Kemal ne Nusret ve ne de Vali Dr. Mehmet Reşit Beylerdir. Bu kararda hükümet ve divan kendi kendilerini ve Türk milletini mahkûm etmiştir.
Talât’ın parasız kalışına bizler alişıktık. Daha genç yaşlarında Selânik’te bulunduğumuz sırada sık sık kendi tabiri ile «meteliksiz» kalır, arkadaşlarından borç istemek zorunluğu duyardı. Bir gün Aka Gündüz’ü bulup iki mecidiye borç istemiş. O zaman Aka’nm ne Aka’lığı ne de Gündüzlüğü vardı. Kendisine şair Enis Avni ismi takılmıştı. Asıl
adı bu idi. Talât’ın isteği üzerine Aka derhal elini cebine sokmuş, iki mecidiye çıkartıp Talât’a vermiş: Şakayı pek seven Talât işi alaya alarak şöyle demiş: «İnşaallah sadrazam olduğum zaman sana bu paranın on mislini vereceğim» ve iki arkadaş kahkahalarla gülmüşler.
Postacı Talât Efendi kim, Sadrazam Talât Paşa kim? Gel zaman git zaman yukarıda
belirttiğimiz olaylar sonunda Talât sadrazam oldu. Aka Gündüz ise o tarihlerde pek darda kalmıştı. Yani Talât’ın dediği gibi meteliksiz dolaşıyordu. Bunu haber alan Talât, Selânik’te aldığı iki mecidiyeyi hatırlamış ve şakadan da olsa verdiği sözü tutmak için bir kese içine koyduğu on altını Aka Gündüz’e göndermiş.
Mesela kaçacak arkadaşlara beraberlerinde hiçbir eşya götürmeyeceklerini tembih etmiştik.Zira plana göre bunlar gezmeye çıkmış kimseler gibi davranacak ve şüpheleri üzerlerine çekmemek için mümkün olduğu adar sakin hareket edeceklerdi.Bu arada Kara Kemal nargilesinden vazgeçemeyeceğini söyleyip direndi.O kadar ısrar etti ki bizim için yapacak bir şey kalmadı ve küçük
nargilesini koluna iliştirip sahile öyle geldi.
Yavuz ve Midilli, yani Göben ve Breslav, Sivastopol’ü bombardıman etmeselerdi bile biz, tarihsel determinizmin gereği olarak bu savaşa nasıl olsa bir tarafından girecektik...
....Talat'ın devlet adamı olarak memleket dışına yaptığı son seyahat bu Berlin yolculuğu oldu.