Hasan Hüsnü Erdem
Hasan Hüsnü Erdem

Cenâb-ı Hak Meryem oğlu İsa'ya: “Ya İsa! İlk önce kendi nefsine öğütle, eğer bu öğüdün faidesini görürsen başkalarını da öğütle, yoksa benden utan. ” buyurdu

Richard Sugg
Richard Sugg

Onaltıncı yüzyılın ortalarında berber-cerrah Leonardo Fioravanti (1517-1588) “insan kanının beşinci özü” için daha büyük iddialarda bulunuyordu: ” inceltilmiş ve işlemden geçirilmiş olması halinde, ölüleri diriltecek kadar faydalı olabilir; ölmek üzere olan kişilere içecek olarak verilebilir.”

A. Mecit Canatak
A. Mecit Canatak

“Cemal ’i aklımdan çıkaramıyorum. Onunla ilgili yazıları topluyorum, ama okuyamıyorum. Yanıma şiirlerini aldım geldim, onları da okuyamıyorum. Oktay ’a ( diş doktoru ) “bu kadar acı çekmek sevginin bedeli. Ödenecek elbette ” demiştim. Düşün, ya Cemal gibi birini tanımasaydık... O, dostumuz oldu üstelik. Onu çok sevdik, O da bizi sevdi. Turgut ’u, Edip’i”

tanımasaydım bir eksiğim olmazdı. Ama Cemal’ı' tanımasaydım... Çok şey yitirmiş olurdum"

Süleyman Seyfi Öğün
Süleyman Seyfi Öğün

Hayat ve ölüm birbirini emzirmeye devam ediyor. Yaşadığımız hayatı, ölümü karşılayış tarzımız belirliyor. Bütün fark, ölüme inanmak ve inanmamak arasında tecelli ediyor. Ölüme inanmak, ölümün bilgisini hayat üzerinden ince bir işçiliğe taşıyor. Onu bilmek, ama ona inanmamak ise hoyratlıklarımızın, kabalıklarımızm, ölçüsüzlüklerimizin hüküm sürdüğü

hal-i hazırdaki hayatımıza mahküm ediyor bizi.

Artık evinde ahşap sesini duymayan, soğuk beton ve demire mahkum yaşayan Türkler ölüme inanmakta zorlanıyorlar. “Her canlı ölümü tadacaktır” cümlesini görmek ve “cam fena halde sıkılub” ve “keyfî kaçub”, “sinirleri bozulu ” , “muhalefet edüb” sonunda yazıyı Zincirlikuyu’dan kaldırmaktır bu

inançsızlığın göstergeleri. “Aslolan hayattır”, “hayat devam ediyor” demektir bu inançsızlığın dili. Cenazeleri politik mitinglere, kokteyl sohbetlerine, alkışlı açık hava konserlerine dönüştürmektir bu inançsızlığın eylemi. . .

Menekşe Karaköse
Menekşe Karaköse

“Bunca yol geldim de kimi sevdiğime mi karar veremedim? Nasıl da acizmişim… Nasıl da kullanmışım kendimi… Bir kitap uğruna hem de! Yazıldığı gibi olmuyormuş, anladım. Yazdığım gibi değilmiş olaylar… O karakterler… Asla! Asla benim ifadelerimdeki gibi değilmiş hissedilen… Fırıldak gibiyim, kendimi kullandım ayrı… Nisan'ı ayrı… Şule'yi ayrı! Kim okur ki

benim yazdığım kitabı? Okunacak kitap değil, yazmalıyım bunu da bir köşesine… Nisan gitti. Dönmem diyor. Şule bitti. Sevmem diyor. Lanet olsun ben bittim ama ruhum ölmem diyor! ” Bana aşk romanlarını sevdiren kitap

Begmyrat Gerey
Begmyrat Gerey

Türklerin dinsel evrimlerini belirledikten sonra, totemizm, animizm ve naturizm öğelerinin bir bileşimi olan şamanizm inanç ve pratikleri üzerine durmak yerinde olacaktır. Eski Türklerde bir ve büyük Tanrı hakkında açık bir inanç ve anlayışın bulunup bulunmadığı kesinlikle bilinmemektedir. Çin kaynaklarının belirlediğine göre Orta Asya’da devlet kuran sülâlelerin

hepsinde Gök tanrı kültüne rastlanmaktadır. Göktürk yazıtlarından VI. ve VII. yüzyıllarda, Gök tanrı hakkındaki inançların gelişmiş olduğu, “Tanrı” adının tek başına, başka tanrılarla karıştırılmadan söylendiği anlaşılmaktadır. Bununla birlikte Göktürk ve Uygur hakanlığı döneminde, maddî bir varlık olarak tasarlanan, Gök’le onun sahibi olan ruh

birbirinden ayrılmamış olsa gerekir. Kaşgarlı Mahmut’un “Tengri” sözcüğünü açıklarken ” kâfirler göğe tengri derler, yine bu adamlar büyük bir dağ, büyük bir ağaç gibi, gözlerine ulu görünen her şeye tengri derler. Bu yüzden bu gibi şeylere yükünürler (tapınırlar)” demesi, Eski Türklerde “tengri” sözcüğünün görünen gökle, ulu varlık

anlamına geldiğini, maddî bir varlık sayılan gökle büyük bir gücün aynılaştırıldığını göstermektedir. Bugünkü şamanist Türkler, “tengri” kelimesini eski Türkledeki anlamıyla kullanmakta ve bizdeki anlamıyla “gök” kelimesine dillerinde yer vermemektedirler.

Güneş, ay, yıldız, yıldırım ve yelle ilgili inançlar, Gök tanrı kültüyle

ilişkilidir. Altaylı şamanistler güneşle ant içerler. Altaylılara göre Güneş ana, Ay atadır. Şamanistlerin inançlarına göre, güneş ve ay tutulmasının nedeni, güneş ve ayın kötü ruhlarla çarpışmaya girişmesi ve bazen yakalanarak karanlık dünyasına sürüklenmesidir. Bütün Türk lehçelerinde bu olayın “tutulmak” la açıklanması, eski bir inancın izlerini

gösterir. Güneş ve ay tutulduğu zaman, şamanistler bunları kötü ruhların elinden kurtarmak için bağırır çağırır, davul çalarlar.[47]

Ünver Ünlü Bayramlı
Ünver Ünlü Bayramlı

“Anı yaşamak” ile ilgili paylaşmak istediğim güzel bir hikâye var: Genç bir adam yaşlı kralın sarayına gider. Kral gencin eline içinde sıvıyağ olan bir kaşık verir ve bu yağı dökmeden sarayı dolaşmasını ister. Genç yağı dökmeden sarayı dolaşıp gelir. Kral sorar: Salonlardakı' Acem halılarımı gördün mü? Hayır, der genç, bahçeyi gördün mü, yine hayır

der, peki değerli kiitüphanemi gördün mü, der. Genç yine hayır, görmedim, der. Bunun üzerine kral gencin sarayı ikinci kez dolaşmasını ancak bütün bunlara bakmasını söyler. Genç sarayı dolaşıp gelir, her şey görülmüştür ancak kaşıktakı' yağ da dökülmüştür. Kral gence “Yaşamın gizi, kaşıktaki birkaç damla yağı dökmeden dünyaya bakabilmektedir. ”

der. Kaşıklarımızdaki birkaç damla yağ görevlerimizi, çevremize karşı sorumluluklarımızı sembolize ediyor. Hayatta üç grup insan var: birinci gruptakiler; kaşıktaki yağı dökmeyen ancak dünyaya bakmayan insanlar; ikinci gruptakiler anlık hazlar peşinde koşup yağı ve kaşığı kaybedenler; üçüncü gruptakiler ise; kaşıktaki yağı dökmeden dünyaya bakmayı

becerebilen insanlar. Kişi kendisini eğitirse, geliştirirse sorumluluklarını ihmal etmeden dünyaya ve kendisine bakmayı öğrenebilir. Kısaca isteyen herkes üçüncü gruptaki kişiler gibi yaşayabilir.

İbrahim Çoban
İbrahim Çoban

Dünyanın en güzel gözleri aşık olan kadınlara aittir.
Onlar aşık olduğu zaman sevdiği adamın yanında gülerken yaşının kaç olduğunun hiçbir önemi yoktur. Aşık olan her kadın çocuklaşır ve onların çocuklaşması için sevdiği adamın güven dolu kolları yeterlidir. Ve çocuklaşan bir kadın dünyanın en güçlüsü olur o an. Bir kadın yaşadığı ilişkinin

güzel bir aşk olduğuna inanmışsa aynanın karşısında değiştirilen kıyafetlerin sayısı da artar. Bu nedenle devamlı güzelleşirler, mutlu olurlar ayakları yerden kesilir. Mutluluktan ayakları yerden kesilen bir kadının gözleri, sevdiği adamdan başka hiçbir şey görmez. Ve sevdiği adamın gözlerini gördüğü an ise dünya ile irtibatı keser. Ve aşık bir kadın

tarafından yere göğe sığdırılmamak kadar heyecan verici hiçbir şey yoktur. Aslında en güzeli de aşık olan bir kadının hayallerine sığa bilmektir. O kadının sevdiği adama verebileceği en güzel armağan uzatmaya karar verdiği saçlarına o adamı saklamasıdır. Aşık olan kadın her konuyu sevdiği adama bağlar. Sürekli birilerine anlatmak ister o adamı. Etkisinden

çıkamaz çünkü onun gözlerinin. Ve aşık olan kadının kıskançlıktan uyuyamadığı geceleri vardır. Aynı zamanda içinde “Kıskanıyorum. ” geçen her cümlede en az 1 tane “Seni seviyorum. ” kelimesini kullanır. Her sabah aynaya baktığında biraz daha güzel hisseder kendisini.
Uzun lafın kısası...
  Çirkin kadın yoktur, aşık olamayan kadın vardır.

Her kadın güzeldir. Ama aşık olan kadınlar, olmayanlardan daha güzeldir...

Sherry Firedancer
Sherry Firedancer

“Beyazlar hiçbir zaman toprağa ya da geyiklere ya da ayılara aldırmadılar. Biz Kızılderililer bir hayvanı öldürdüğümüz zaman, onun tüm etini yiyoruz. Kökleri kazdığımızda, küçük çukurlar açıyoruz. Ev yaptığımızda, küçük çukurlar açıyoruz. Biz çekirgeler için otları yaktığımızda, hiçbir şeyi mahvetmiyoruz. Biz meşe palamutlarını ve fıstıkları

sallayarak düşürüyoruz. Ağaçları baltalayıp, devirmiyoruz. Biz yalnızca kurumuş ağaçları kullanıyoruz. Ama beyazlar toprağı deşiyorlar, ağaçları söküyorlar, her şeyi öldürüyorlar. Ağaç diyor ki, ‘Yapma, acıyor. Canımı yakma.’ Ama onlar onu baltalayıp, kesiyorlar. Toprağın ruhu onlardan nefret ediyor.. Kızılderililer asla bir şeyin canını yakmaz... Beyaz

adamın dokunduğu her yer acıyor. ” Yaşlı bir Wintu kadını.

Cem Bostan
Cem Bostan

Yağmurlu bir Kasım günü,
Cebimde ıslanmış bir mektup,
Zar zor toparlamışım kendimi,
Sol yanım alev, alev,
Seni bekliyorum okul bahçesinde,
İçimde deli bir cesaretle,
Hayatım boyunca unutamayacağım
O ses yankılanıyor uzaklardan ve gittikçe yaklaşıyor,
Merdivenlerde bir koşuşturmaca,
Acı siren sesleriyle bir ambulans geliyor

okulun bahçesine,
Bilinmez bir korku kaplıyor içimi,
Ve sedyede görüyorum seni rengin soluk bembeyaz, bir melek gibi,
Koşuyorum hiç durmak sızın boş sokaklarda yağmura karışan göz yaşlarımla, mezarlıkta alıyorum
soluğu Annemin başucunda,
Bir yandan dua ediyorum, bir yandan kendime, kaderime kızı yorum, ben sevdiğim için mi ölüyor
insanlar

önce Annem şimdi sen,
Sevmem bir daha kimseyi,
Mezarlıkta biraz ağladıktan sonra eve gidiyorum, dua ediyorum sabaha dek,
Ve ertesi sabah okulda alıyorum acı haberi küçük kalbin hayata dayanamayıp durmuş kalp krizi
geçirmiş sin ve melek olmuşsun.
Şimdi yıllar geçti hala aynı mahalledeyim, evlendim çocuklarım oldu, hatta kızım bizim okulda okuyor

o bahçede geziyor, seni son gördüğüm yerde, Annemi her ziyaretimde, senin yanında uğruyorum, her
seferinde iki gülle gidiyorum mezara, biri sana biri Anneme iki beyaz gül, hayatıma giren iki meleğe.
Birde o mektup var senden kalan,
Sana vermek için beklediğim o ıslak mektup hala saklıyorum onu,
Merak ediyorsundur ne yazıyor diye,
Şöyle başlıyor;

Bunları yazı yorum çünkü seninle konuşacak cesaretim yok, sana saçma gelebilir ama öyle işte,
Annemi kaybettikten sonra fazla çevrem olmadı yalnız gezdim hep, sessiz yalnız bir çocuk oldum , bu
yüzden okulda deli diyende oldu bir sürü şey zırvalayanda oldu, ama sen, sen başkaydın benim için,
Annemin gülüşleri vardı sende, belki bu yüzden farklıydın,

seni her gördüğümde boğazım
düğümleniyor konuşamıyordum bu yüzden bu mektubu yazma kararı aldım bilmiyorum cesaret bulup
da vere bilir miyim sana, ha birde ricam var senden tek sen okursan sevinirim, sana olan hislerime
karşılık vermesen bile aşkıma saygı duymanı isterim…
Sen hatırlar mısın bilmiyorum ama, benim hiç unutamadığım bir gün var. Hani

okul gezisine çıkmıştık
ya, sıcak bir haziran günüydü, okulların kapanmasına sayılı günler kala, hayatımda ilk defa uzun bir
yolculuğa çıkacaktım çok korkuyordum. Cam kenarında oturuyordum, korkularım
epilepsi nöbetlerimi tetiklemişti, kriz geçiriyordum ve sen yaklaştın o an, gözlerinden süzülen bir iki damla yaşa inat, güçlü
gözüküyordun.

Elini saçlarıma atıp kulağıma fısıldadın ” ölmek için çok küçüksün lütfen yaşa” dedin .
Boynuma , yüzüme kolonya sürüyordun. Öğretmenler dahi panik olmuşken, sen o minicik kalbinle,
minnacık ellerimle bana şifa olmuştun. O gün aşık olmuştum sana, evet sana aşığım…… Yazıyordu o
mektupta, bak ben hâlâ yaşıyorum, bak hâlâ ölmedim. O

gün, o minik ellerini tutup sana şifa
olamadım, ” ölmek için çok küçüksün” diyemedim. Sanki sen doğa üstü güçlere sahiptin, sanki orada
bütün gücünü bana verip beni hayata döndürdün, sanki bu yüzden, benim yüzümden yorgun
düştün… Sen, sen öldün. Maalesef ben hâlâ yaşıyorum…