Didem Madak
Didem Madak

sonbaharların kralı gelirmiş meğer istanbul'a
ciğerlerimin filmini çektiler
ciğerlerim artiz oldular icabında
akut alevlenmiş kronik bir sonbahar gibi bakıyordu
sigara figüran falan.
ben kırmızı bir yaprağı oynuyordum esas kız olarak
uçuşuyordum, uçuşmakmış meğer benim anlamım
ben bunu geç anladım.
senin için şiir

yazacaktım istanbul
ismini ağrı koyacaktım.
oysa bir şiir niyeydi sanki
yer içer sevişir miydi sanki bir şiir
hamsi ısmarlar mıydı mesela bir şiir insana?
fotoğraf çektirebilir miydi mesela hipodromda atlarla?
rakı içebilir miydi samatya'da
bir şiir uyur muydu kuş gibi
başını alıp da kanatlarının altına?
oysa bir şiir

neydi sanki
ben seni ciğerimin köşesindeki arıza kadar sevdim
bir şiir seni bu kadar sever miydi sanıyorsun istanbul? bağırdım sokaklarına kartondan postlar sermiş ayyaşlara
bana kerametinizi gösterin
keramatenizi gösterin bana!
bir dikişte içtim bir şişe geceni
yıldız komasına girmek istiyordum,
istiyordum dolunay çarpsındı beni


kurt adamlarım serbest kalsındı icabında
kimim fazladan puştluğu varsa bir sigara sarsındı bana
kin kusulsundu, öç alınsın
icabında modern kadındım, ne zaman şişmanlasa ruhum
hemen yarın yeni bir intihara başladım.
ben fazla yemesem diyorum baylar yani
bu kadar hınç bana fazla.
icabında bir allah bir allah daha
çok

tanrılı bir din ederdi
bırak müridin olayım istanbul sen beni hep bir şiir sanıyordun istanbul
oysa çakmaktaşları gibi kıvılcımlıydı gözyaşlarım
ağlamaktan kızaran bir örnek burnum ve gözaltlarımla
bu şiiri ben yaralı bir panda vaziyetinde yazdım
canım yandı
bu şiiri ben bir yangın vaziyetinde yazdım
şimdi bırak sana

kedilerime süt getiren eski günlerimi anlatayım
kapıma gül bırakan adamları
ben de icabında bir hafıza mağduruyum
cumartesi günleri gayri annemlerle birlikte
sokaklarında eylemler yapayım.
benim ne sakal yanığı günlerim oldu
guruba bak ve beni an
öpüşmekten yorgun ve kızıl
bir şiir sana bunları söyler miydi sanıyorsun?

yağmurlarında yıkanan kırmızı banklarına baktım
bütün allar bir gün solarmış
ben bunu geç anladım
yağmur meğer tanrının zulmüymüş istanbul.
ağrı neydi, neremdeydi, neresiydi ağrı
kim bana kalbimin menzilini soracaksa sorsun artık
ağrıdurmadanağrıdurmadanağrıdurmadan
ağrı benim durmadan doruğuna tırmandığım

meğer yüksek bir dağmış. üstümü ara
cebimdeki şiiri usulca kaydırayım senden tarafa
ellerimi de kaldırdım bak
hazırım tutkumu tutukla.
şiirsizim
bu şiir senin ismini ağrı koyar mıydı sanıyorsun istanbul
ben bu şiiri kusarak yazdım.
ekim 2002, yakında kasımpatları da çıkacaktı.

Ramasvami R. Bose
Ramasvami R. Bose

Bencil isteklerle doğru yoldan sapmış bu insanlar, zevk duymak, güç kazanmak ve yeniden doğmak için dua ederler. Beyinleri böyle sözlerle yıkanan zevk ve dünya düşkünü kişiler, asla Tek Olan'ı kavrayamazlar.

İrfan Ç. Aleksiva
İrfan Ç. Aleksiva

Günümüz Lazları arasında salı günü bir işe başlamak uğursuz kabul edilir. Bu gün kavga ve uğursuzluk günüdür. Bu gün doğan çocuklar kan dökücü olur. Salı günü çamaşır yıkanmaz, üç hafta boyunca salı günü çamaşır yıkanan evden ölü çıkar, salı günü yıkanmış çamaşırı giyen kişi çamaşır kirlenmeden ölür. Salı günü ekin ekilmez, fidan

dikilmez, çayır biçilmez, yola çıkılmaz, yaylaya göçülmez, düğün yapılmaz, ağaç kesilmez. Salı günü tıraş olmak uğursuzluk getirir.

Paulina Flores
Paulina Flores

Sandığı kadar akıllı değil. Sanırım o zaman anlamalıydım. Özel olduğuma, üstün olduğuma inanırdım hep. Her gün neredeyse üç cenaze konvoyu görüyorum, hafta sonları da iki üç katını. Uzanıp pencereden dışarı bakarken ya da balkonda otururken. Başlarda beni etkilerdi, halbuki sıradışı bir yanı yoktu. Bu benimle ilgili değil, oturduğum yerle ilgiliydi.

Mezarlıklara çıkan yolda oturan yığınla insandan biriydim yalnızca: Halk Mezarlığı, Katolik Mezarlığı, Yahudi Mezarlığı, Anılar Parkı Mezarlığı ve Büyük Şehir Mezarlığı.
Bilmece olayının yaşandığı dönemde küvette banyo ona göre milyonerlere özgü bir lükstü. Beş yaşına kadar mutfakta çamaşır yıkanan beton lavabonun içine girmeyi başarıyor,

televizyondaki küvetlerin altın renkli, aslan pençeli ayaklarına benzer heybetli pozlar vermeye çalışıyordu. O zamanlar babası henüz evden ayrılmamıştı ve kız Pisagor adlı bir devlet okulunda okuyordu. Annesi birkaç yıl sonra iki sebepten dolayı okulunu değiştirmeye karar verdi. Birincisi ve en önemlisi, öğrencilerini halkın arasından sıyrılmak üzere yetiştiren bir

okul olmadığını, sıradan bir halk okulu olduğunu fark etmesiydi. Anne kızının daha iyi olmasını istiyordu, kendisinden daha iyi olmalıydı. İyinin de iyisi. İkinci sebepse okuldaki Bay Osvaldo adlı hizmetlinin anasınıfındaki, ilkokulun birinci, ikinci, üçüncü sınıflarındaki birçok çocuğu istismar ederek onlara şiddet uygulamakla suçlanmasıydı.
Ferahlamak için

ayaklarını musluğa uzattı ve alt kattaki komşuların bağırışlarını dinledi. Son zamanlarda dışarısıyla tek teması buydu, bir de annesiyle beraber bir şeyler atıştırmaları.
Facebook hesabını kapatmış, tüm gününü bir yedinci kat dairesinde geçiriyordu. Büyük konakların yıkıntıları üzerine inşa edilmiş kulelerden birinde. Bu dairelerde yaşayan kiracılara

değer vermiyordu, asansörde asla selam vermezler, aceleci ve sabırsız müşteriler gibi davranırlardı. Ulaştıkları yere ulaşmış olmanın gururunu parlatmak için zorlama bir umursamazlık ve küçümseme takınırlardı. O da onlarla selamlaşmıyordu, kırk beş metrekarelik dairenin içinde bütün gün oradan oraya dolanıyordu.
Sabırsız, hevessiz, aynı zamanda gurursuzca.

Döndüğünden beri hayatı sabah esnemek kadar sönük bir hal almıştı. Tüm günü uykulu, önceden kalan yemeği ısıtarak, azıcık yiyip kalanı çöp kovasında sakladığı bir market poşetinin içine atarak geçiriyordu. Önceden beraber yaşadığı adamın en sevdiği dizi olan Seinfeld’i izliyor ama pek gülmüyordu. Gündüzleri mayışık, geceleriyse uykusuzdu.
Böyle

gecelerde, beraber yaşadığı adamla sahip olabileceği çocuğu düşünüyordu. Güzel, gerçekten güzel bir oğlan çocuğu, babasının boyuna ve düz, sivri burnunu alacak. Hem heyecan verici hem de tiksindirici bir düşünceydi bu. Çünkü annesinin babasına ilişkin söylediği şeyle aynıydı: Babasını çoğunluğun iyiliği adına insan soyunu güzelleştirmek için seçmişti.


Başka geceler balkonda vakit geçiriyordu. Meydandaki çeşmenin durmaksızın yağmur yağdığını düşündüren sesini dinleyerek. Sigaraların birini söndürüp diğerini yakıyor, yüreği buruk, etrafını çevreleyen binalardaki ışıkların sönmesini bekliyordu.
Güvenebileceğim bir şey duymaya ihtiyacım var, belki bir köpek havlaması.

Derviş Oğur
Derviş Oğur

Şerefini kirletmek. Bu deyim onu çok etkilemişti. Gerçekten de bunu yapabilir miydi? O anda nefsi tekrar devreye girdi. "tabii ki yapabilirsinsen insansın buna ne kadar dayanabilirsin ki ? Allah tarafından kalbi yıkanan bir peygamber olmadığına göre beni ne kadar dindirelirsin ki? Aç bir aslan gibiyim ben. Beni her zaman doyurman gerek ve ben hiç doymam bunu biliyorsun. Gerçekten de

ne kadar dayanabilirim ki ? İçimde her zaman doyurmam gereken bu şeyi nasıl tatmin edebilirim ki?" Bunları düşünürken sağ tarafından gelen ses her şeyi değiştirdi. "Unutma aslanlar terbiye edilebilir. Sen de nefsini terbiye edebilirsin."

Ali Karabayram
Ali Karabayram

Dağın güzeyinde alçalırken hava
Kan buda taşın belleğinden
Unut
Kurumuş bir ökse gibi
Külle yıkanan bedenini
Çöz alevden yularını
Sedef çağlayan nehrin
Ölü bir balıkçının düşünde gör
Yüzünden soyduğun gönü
Ve kent kuru nefesini kuşanırken
Orada ol

Hande Aydın
Hande Aydın

Daima düzenli olan bu evde hep bir şey eksikti. İçinde birilerinin yaşadığına dair bir iz, bir sıcaklık. Olması gereken yerde olmayan bir eşya. Katlanıp sehpaya gelişigüzel konmuş bir gazete, yarısı içilmiş bir bardak su veyahut orta yerde duran bir çift terlik. Evden çok müzeye benziyordu burası. Her zaman temiz, düzenli, soğuk. Onlara öyle geliyordu ki dağınık

evlerin eşyaları mutludur. Üzerinde zıplanan koltuklar, sağa sola fırlatılan, sürekli yeri değiştirilen yastıklar, kirlenip kirlenip yeniden yıkanan çatal bıçaklar, tabaklar; karanlık çekmecelerinde, dolap raflarında bekleye bekleye ne işe yaradığını unutup yavaş yavaş tozlanan, sadece belli zamanlarda asık suratlı biri tarafından tozu alınan eşyalardan daha

şanslıdır.

Himmet Uç
Himmet Uç

Orijinal hayali tasarımlara fantastik denir. Bediüzzaman'ın fantastik tasarımları da vardır. Bu çarpıcı hayaller hakikate göre tanzim edilmiş, aşırılıkları olmayan hayallerdir. Bunların en orjinali ”Yirmiikinci Söz"ün Birinci Makam'ındaki temsili hikâye fantastik bir girişle başlar.

_ “Bir zaman iki adam, bir havuzda yıkandılar. Fevkalade bir tesir altında

kendilerinden geçtiler. Gözlerini açtıkları vakit gördüler ki acib bir aleme götürülmüşler. ” (Sözleı; s. 365)

Bu fantastik girişin metne getirdiği orjinallik nedir? İnsan normal olarak dünyaya gelmesi ile birlikte ve aradan yıllar geçmesi sonrası evrene ve olaylara ülfet ediyor, onların orjinalliği kalmıyor. Büluğ çağına eren çocuk gözünde kâinatın

bir orjinalliği kalmıyor, evreni meydana getiren nesneler kendilerine ülfet edilmiş şeyler oluyor. Bu alışılmışlığı kaldırmak Bediüzzaman'ın bakış açısının ana öğelerindendir. Havuzda yıkanan iki adam, fevkalade bir tesir ile uyanırlar, acib bir aleme götürdüklerini görürler. Hikâyedeki iki şahıs henüz bülüğ çağında iki kişidirler. Onları Bediüzzaman

birden evren karşısına koyar. Ve onlar şunları düşünürler.

“Gözlerini açıp baktıkça gördüler ki acib bir aleme götürülmüşler. Öyle bir alem ki kemaI-i intizamından (tam bir intizam) bir memleket hükmünde, belki bir şehir hükmünde, belki bir saray hükmündedir. KemaI-i hayretlerinden (tam bir hayret) etraflarına baktılar, gördüler ki: Bir cihette

bakılsa azim bir alem görünüyor. Bir cihette bakılsa muntazam bir memleket.. Bir cihette bakılsa mükemmel bir şehir.. Diğer bir cihette bakılsa gayet muhteşem bir alemi içine almış bir saraydır. Şu acib alemde gezerek seyran ettiler. " (Sözler, 5. 364)

Bu alemin acipliği birden doğduğu arı olayları yorum çağına gelecek insan için çarpıcıdır, izah

edilmezdir. Ama zaman içinde bu garip olaylar garipliği kalmayan alelâde olaylara dönüşür. Bediüzzaman kurguyu fantastik yapmakla bu tesiri vermek istemiştir. İşte onun sanatçı dehası, anlatım ustalığı,fiktif zekası ve daha nice özellikler..