Muhammed Leylek
Muhammed Leylek

Tek bir köleyi bile yaşadığı o iğrenç hayattan kurtarmak paha biçilemez bir şey. O köleler- ki özgürlüğü hayal bile edemiyorlar - en kötü şartlar altında yaşamalarına rağmen ne kalabiliyorlar ne de isyan ediyorlar. Öylesine edilmişler ki itaat etmekten başka bir seçenek olduğunu düşünemiyorlar. Tanrının insan olarak yarattığı hiçbir varlık, öyle bir hayatı

hak etmiyor.

Ahmet Şahin Ak
Ahmet Şahin Ak

Gerçek dışı olan bu efsanenin özeti şöyle: Hoca, eserlerini çok kıskanır ve kimsenin öğrenmesini istemezmiş. Sultan Hüseyin Baykara, çok zeki bir köleyi sağır ve dilsiz rolü oynatarak Merâgalı'nın hizmetinde çalışmasını sağlamış, bir-iki denemeden sonra kölenin gerçekten sağır ve dilsiz olduğuna iyice kanaat getiren Üstad, hiç çekinmeden eserlerinin en

değerlilerini okumaya ve başka eserler üzerinde çalışmaya başlamış. Bu eserleri hiç sezdirmeden öğrenen köle, gizlice saraya gelir, bellediği eserleri saray musikişinaslarına öğretirmiş. Bir gün Hüseyin Baykara, Hoca'nın da hazır bulunduğu bir mûsikî meclisinde bu eserleri icra ettirmiş, olaya çok sinirlenen ve üzülen bestekâr renkten renge girerek düşüp

bayılmış ve bu olaydan sonra da çok yaşamamıştır.

Hüseyin Rahmi Göktaş
Hüseyin Rahmi Göktaş

- "Bilinç düzeyinde sürdürülen süreksiz takiple zihnin karmaşık yapısını çözmek, anlamak mümkün. Peki ama zihinle doğrudan iletişim nasıl sağlanır, zihinle muhatap olma nerede başlar? Çünkü “bilinç düzeyi”nden söz ediyorsak “bilinç düzeyi” diye adlandırdığımız yerle zihnin farklı yerler olduğunu da kabul etmiş oluyoruz. Dahası bilinç düzeyi

dediğimiz yer, zihinle doğrudan iletişime geçmenin nerede başladığı sorusunu sormamıza imkan tanıyor ve eğer bu sorunun bir cevabı varsa yine bu yer sayesinde o cevaba ulaşacağız demektir. Zihin adı verilen şey, şey’lerin bilgisinin konumlandırıldığı yer olarak da tanımlanabilir. Ancak bu bilgi olduğu gibi değil, zihinde yer edinmek için işaretçilere ihtiyaç duyar.

İşaret, yani dil. İnsanoğlunun konuştuğu bütün dillerde zihni doğrudan işaret eden bir işaretçi, mutlaka vardır. Dil dediğimiz andan itibaren aslında zihne göndermede bulunan işaretçilerden söz ediyoruzdur. Ama genel itibariyle dolaylı yoldan işaretçi işlevi taşıyan dil, içinde, doğrudan zihni işaret eden işaretçi/ler de bulundurur. Daha da önemlisi böyle bir

niteliğe sahip olmayan dil ölmüş bir dildir. Zihinle doğrudan muhatap olmamıza imkan tanıyan işaretçi, bütün dillerde O’dur. O, hem zihnin kendisini ifade eder hem de zihinde konumlandırılmış bütün bilgileri-anlamları. Konumlandırma işlemi veya anlamların önem derecesi özne tarafından yine O üzerinden yapılır; dolayısıyla konumlandırmada O, hem zemin hem de o

zeminde bulunan her şeyi işaret eden çift yönlü bir işlev yüklenirken bilgilere/anlamlara önem atfetmeyi özneye bırakmış olur. Zihni doğrudan muhatap almamız ve bilgi-anlam’ların öznel konumlanıyor oluşu, karşıtlık ilişkisini veya diyalektik mantığın kodlarını çözümlememizi de mümkün kılar. Karşıtlık ilişkisi, gerçekte, anlamların zihinde konumlanışına

ilişkin açıklanamaz belirsizlikler taşır. Karşıtlık ilişkisinde konumlandırma neye göre yapılır? Sözgelimi Hegel’in efendi-köle ilişkisinde kim kime göre konumlanmıştır? Bir kısırdöngü içinde dolanıp durmamıza neden olan diyalektiğin temel meselesi, konumlandırma işleminde gerçek sabitenin, O’nun hesap dışı bırakılmış olmasıdır. Çünkü gerçekte efendi

köleye, köle efendiye göre konumlanmaz. Konumlandırma işlemi O’ya göre, o üzerinden yapılır ve bu işlem efendi ile köleyi birbiriyle ilişkisiz-birbirinden bağımsız iki farklı anlam olarak konumlar. İki anlam arasındaki zıtlık ilişkisi, O’ya göre konumlanmış zıtlık zeminin oluşmasıyla ancak mümkün olur, efendi ile köle ilişkisi bu zeminin oluşmasıyla

başlar..."

İrfan Öztürk
İrfan Öztürk

Kâbe’nin avlusunda hurma satan üç kişi aralarında konuşuyorlardı. Söz, döndü dolaştı; ihsana, iyiliğe, mertliğe ve cömertliğe geldi.

Bunlardan birisi;

“–Devrimizde insanların ihsan ve iyilik bakımından en üstünü, en cömerdi Arabetü’l-Evsî’dir.” dedi.

Diğeri buna itiraz etti:

“–Hayır, en cömert kişi Kays bin

Sa‘d bin Ubâde’dir.” dedi.

Üçüncü şahıs, kestirip attı:

“–Hayır; ne o, ne öteki… Bugünün en iyilikseveri ve en cömerdi Abdullah bin Câfer’dir.” dedi.

Sonunda bizzat tecrübe ederek görüşlerini ispatlamaya karar verdiler. Her biri, adını verdiği iyiliksevere gidecek ve ondan bir şey isteyecekti. Sonunda tekrar bir araya gelerek,

hangisinin daha cömert olduğunu ortaya çıkaracaklardı. Dedikleri gibi de yaptılar.

Birisi Abdullah bin Câfer’e gitti ve;

“–Ey Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in amcaoğlu; çok fakir ve muhtacım. Lutfet, bana bir şeyler ihsan eyle ki, onunla kendimi idare edeyim…”

Abdullah bin Câfer, çok kıymetli bir Arap atına binmek üzere

ayağını atının üzengisine geçirmek üzere idi. Abdullah bin Câfer; hiç düşünmeden ayağını üzengiden çıkarıp, kendisine müracaat eden kişiye;

“Ey yolcu! Benim yerime sen gel, ayağını su üzengi kayışının üzerine koy, bineğime bin ve bineğim, yükü ile birlikte senin olsun. Heybedeki mal da senindir, yalnız şu kılıç hakkında seni aldatmasınlar

çünkü bu kılıç Hazret-i Ali’nin kılıçlarındandır.” dedi ve yürüyüp gitti.

At ve kıymetli eşyadan başka, heybede dört bin altın bulunduğu görüldü.

İkinci zât, Kays bin Sa‘d’e gitti, kapısını çaldı. Bir câriye çıkarak ne istediğini sordu:

“–Garibim, yolda kaldım. Kays’tan bana biraz para vermesini isteyecektim.”

deyince câriye;

“–Senin ihtiyacını karşılamak, efendimi uyandırmaktan daha kolay.” dedi ve ona içinde yedi yüz altın bulunan bir kese getirip verdi. Bunun Kays’ın evinde sahip olduğu bütün malı olduğunu da ekledi.

Kays uykudan uyanınca meseleyi öğrendi. O kadar sevindi ki, sevincinden ve kapısına gelen kişiyi boş çevirmediğinden dolayı

kölesini âzâd etti ve şöyle dedi:

“Keşke beni uyandırsaydın da o adama ömrünün sonuna kadar yetecek mal verseydim. Umarım ona verdiğin mallar, onun ihtiyacını gidermesine yardımcı olmuştur.”

Üçüncü zât, Arabetü’l-Evsî’nin evine yöneldiğinde, kendisinin iki kölesinin koluna girmiş, camiye gitmekte bulunduğunu gördü. Zira bu zât âmâ

idi. Ancak iki kişinin yardımıyla camiye gidebiliyor ve işlerini görebiliyordu. Kendisine yaklaştı, selâm verdi:

“–Yardım ve himmetine muhtacım.” dedi.

Arabe, derinden bir «âh» çekti;

“–Eyvah, bize eyvah!” diye inledi. “Sana verilecek bir dirhemim dahî kalmadı. Ama şu iki köleyi sana hibe ettim. Al, götür.” dedi.

Üçüncü zât her ne kadar;

“–Onlar senin hem gözlerin hem de dayanakların… Sana benden daha çok lâzım, alamam.” dediyse de Arabe;

“–Eğer sen almazsan, onları âzâd ederim.” mukabelesinde bulunarak kölelerin kolları arasından çıktı ve başını duvarlara çarpa çarpa evine döndü. (Belâzurî, Ensâb, II, 51-53)

Aziz okurlarım,

kararı size bırakıyorum; hangisi daha cömert?

İşte ihsan budur. İyi olmak, iyiliksever olmak budur. Cenâb-ı Hak, cümlemize amellerimizi ve ahlâkımızı güzelleştirmeyi nasip eylesin.

Susan Buck Morss
Susan Buck Morss

Fransız Devrimi'nin koruyucu meleği olan Rousseau bile, kölelik kurumunu amansızca kınarken, gerçekten mevcut olan, Avrupalıların sahibi olduğu milyonlarca köleyi aklına getirmez.

Lev Nikolayeviç Gumilev
Lev Nikolayeviç Gumilev

Çingis-han'ın Yasaları, adam öldürmeyi, livatayı, kadının ihanetini, hırsızlığı, yağmayı, çalıntı malı satın almayı, kaçak köleyi saklamayı, büyücülüğü, yakınlarına zarar vermeyi, borcu ödememeyi, emanet silahın iade edilmemesini, sefer veya savaş sırasında kumandanını kaybetmeyi ölümle cezalandırıyordu.

Hasan Çağlayan
Hasan Çağlayan

Yâr, beni bir sayfa mektup ile yâd etmenin sevabını, bin köleyi âzâd etde bulamaz..

Renata Salecl
Renata Salecl

"Kapitalizm köleyi özgürlüğüne kavuşturur ve tüketici haline getirir, ama sınırsız tüketimin ucunda tüketicinin kendi kendini tüketmesi vardır. [s. 59]"

Halis Yeşil
Halis Yeşil

İçindeki büyük köleyi özgürleştiremeyenin, her zaman küçük bir efendisi olur.