Sabahattin Ali
Sabahattin Ali

Mesela herhangi bir gün müthiş bir iç sıkıntısı seni boğar. Hayat sana karanlık, manasız gelir. İnsan, biraz evvel senin zırvaladığın gibi felsefeler yapmaya başlar. Hatta yavaş yavaş onu da yapamaz ve canı ağzını açmayı bile istemez. Hiçbir insanın, hiçbir eğlencenin seni canlandıramayacağını sanırsın. Hava sıkıcı ve manasızdır. Ya fazla sıcak, ya fazla

soğuk, ya fazla yağmurludur. Gelip geçenler suratına salak salak bakarlar ve on para etmez işlerin peşinde, bir tutam otun arkasından koşan keçiler gibi dilleri bir karış dışarı fırlayarak dolaşırlar. Aklını başına derleyip bu pis ruh haletini tahlil etmek istersin. İnsan ruhunun çözülmez düğümleri bir muamma gibi önüne serilir. Kitaplarda okuduğun depresyon

kelimesine bir cankurtaran simidi gibi sarılırsın. Çünkü nedense hepimizde, maddi olsun, manevi olsun, bütün dertlerimize bir isim takmak merakı vardır, bunu yapamazsak büsbütün çılgına döneriz.

Sabahattin Ali
Sabahattin Ali

Mesela herhangi bir gün müthiş bir iç sıkıntısı seni boğar hayat sana karanlık ve manasız gelir İnsan biraz evvel senin zırvaladığın gibi felsefeler yapmaya başlar Hatta yavaş yavaş onu da yapamaz ve canı ağzını açmaya bile istemez hiçbir insanın hiçbir eğlencenin seni canlandıramayacağını sanırsın. hava sıkıcı ve manasızdır ya Fazla sıcak ya fazla soğuk ya

da fazla yağmurludur gelip geçenler suratına salak salak bakarlar ve On Para Etmez işlerin peşinde bir tutam otun arkasından koşan keçiler gibi dilleri bir karış dışarı fırlayarak dolaşırlar .aklını başına derleyip bu pis ruh haletini tahlil etmek istersin. insan ruhunun çözülmez düğümleri bir muamma gibi önüne serilir kitaplarda okuduğun depresyon kelimesine bir

cankurtaran simidi gibi sarılırsın Nedense hepimizde maddi olsun manevi olsun Bütün dertlerimize bir isim takmak merakı vardır bunu yapamazsak büsbütün çılgına döneriz mamafih insanlar da bu merak olmasa Doktorlar açlıktan ölürlerdi..'

Sabahattin Ali
Sabahattin Ali

“Mesela herhangi bir gün müthiş bir iç sıkıntısı boğar seni. Hayat sana karanlık, manasız gelir... Hiçbir insanın, hiçbir eğlencenin seni canlandıramayacağını sanırsın. Hava sıkıcı ve manasızdır. Ya fazla sıcak, ya fazla soğuk, ya fazla yağmurludur. Gelip geçenler suratına salak salak bakarlar ve on para etmez işlerin peşinde, bir tutam otun arkasından koşan

keçiler gibi dilleri bir karış dışarı fırlayarak dolaşırlar. Aklını başına derleyip bu pis ruh haletini tahlil etmek istersin. İnsan ruhunun çözülmez düğümleri bir muamma gibi önüne serilir. Kitaplarda okuduğun depresyon kelimesine bir cankurtaran gibi sarılırsın. Çünkü nedense hepimizde maddi olsun, manevi olsun bütün dertlerimize bir isim takmak merakı vardır.

Bunu yapmazsak büsbütün çılgına döneriz. Mamafih insanlarda bu merak olmasa doktorlar açlıktan ölürlerdi...” 

Halim Gül
Halim Gül

—Eyâz; Gazneli Sultan Mahmud'un en gözde vezirlerindendir. Mevlânâ, bu vezirle ilgili şöyle bir hikâye anlatır: Gazneli Sultan Mahmud, bir av esnasında yorulup bir Türkmen köyüne gider. Çok susamıştır. Bir kapıyı çalar. Çıkan delikanlıdan su ister. Delikanlı sultanı tanımış, terli olduğunu görmüş, soğuk su içip hasta olmasından korktuğundan, Sultan'a evde su

olmadığını; babasının, yakındaki suyu çok güzel olan pınardan su getirmeye gittiğini ve gelmek üzere olduğunu söyler. Bir müddet geçtikten sonra, delikanlı eve girip suyu getirir. Bunu gören Sultan, "Hani baban su getirecekti, hâlbuki sen suyu evden getirdin” dedi. O da sultan çok terli olduğundan terinin soğuması için böyle yaptığını söyler. Bu köy

delikanlısının aklına ve tedbirine hayran olan Sultan, annesini razı ederek delikanlıyı alıp saraya götürür. Eyâz'ın Üzerinde posttan ibaret bir elbisesi, bir de ayağındaki bir çift çarıktan başka bir şeyi yoktur. Sultan bu küçük delikanlıya çok güzel elbiseler giydirerek onu kendine nedim ve dost yapar. Eyaz, aslını unutup gururlanmamak  için, üzerinden

çıkardığı eski deri abasını ve çarıklarını atmayıp kendisine verilen odalardan birine koyar ve kapısına da büyük bir kilit asar. Her gün o odaya girer ve onlara bakıp, "Ey Eyâz! Bunlar senin postun ve çarıklarındır. Eski halini unutup da Sultan'ın verdiği elbiselere ve geldiğin makama bakarak gururlanma!” der. O'nun bu odayı kilitlemesi ve kimseyi oraya sokmaması,

zaten kendisini kıskanan Sultan'ın diğer vezirlerini şüphelendirir. Vezirlerden birisi Sultan'a giderek, Eyaz'ın kilitli bir odada hazine sakladığını haber verir. Sultan da şüphelenmemekle beraber Eyâz'ın masumluğunu ve vezirlerin haksızlıklarını ortaya çıkarmak için o vezire, "Gidin o kilidi kırın ve hazineyi bana getirin. O nankör nasıl bizden gizli iş yapar? Bizim

verdiğimiz altın, gümüş ve mücevherleri, nasıl bizden saklar?” diyerek emir verir. Vezir, yanına epeyce adam alarak odaya gider ve kilidini kırıp içeri girerler. Odada eski bir post ve bir çift çarıktan başka bir şey bulamayınca çok şaşırırlar. Nihâyet, hazine odanın altında gizlidir diye odayı kazmalarla delik deşik ederler. Hiçbir şey bulamayan müfteriler mahcub

ve rezil bir şekilde Sultan'ın yanına çıkarlar. Sultan onlara "Hani altınlar, nerede mücevher torbaları?” diye sorunca, onlar "Ey cihan padişahı! Kanımızı döksen sana helaldir. Canımızı bağışlarsan bu da bir nimetin olur. Ne layık görürsen onu yap.” diye feryad ettiler. Sultan da "Bu kötülük bana değil, Eyâz'adır. O kendi hakkını ister alsın, ister

bağışlasın” der. Eyaz çağrılıp bu durum kendisine anlatılır ve kararın kendisine ait olduğu bildirilir.  Sultan Eyâz'a, kendisine güvendiğini; fakat vezirlerin küstahlık edip onu hırsız saydıklarını; şimdi de onların ister cezalandırılmalarını isterse affedilmelerini isteyebileceğini söyler. Eyâz da, "Sultanım ferman senindir; güneş varken yıldızlar

görünmez. Ben kimim ki senin yanında emir vereyim. "der. Bu sözden sonra Eyâz'ı ve diğer vezirleri ikinci kez imtihana tabi tutar. Eyâz'ın imtihanı kazanıp diğer vezirlerin imtihanı kaybetmesi üzerine Sultan celladı çağırıp bu vezirlerin boynunun vurulmasım emreder. Bunun üzerine yerinden fırlayarak tahtın önüne gelen Eyâz, Sultan'a saygı ile selam verip şöyle

yalvarır: "Sultanım! Senin gibi yüce bir sultana gökyüzü bile hayrandır. Ey kerem sahibi! Bütün cihanın lütuf ve ihsanları senin keremin karşısında mahvolur. Sen onların canlarını bağışla, huzurundan da kovma. Yüzünü görene acı ayrılık acısını onlardan uzaklaştır.” diyerek kendisine haksızlık edenlerin affını ister.


Bu hikâye Mesnevînin

beşinci cildinde geçmektedir. Krş.: Feridüddîn Attâr, Mantıku't-Tayr, çev. Abdülbâkî Gölpınarlı, İstanbul 1990-91, C1, s.92-93 ; C2, s. 27,44-5,86-87,112-13,150

 

Fikret Güneş
Fikret Güneş

“Gözün aydın, bir oğlun oldu!” sesi kulağıma geldi. Önümüzdeki karyolada upuzun yatan kadına baktım; yorgundu ama mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Çektiği acıların hiçbir izi yoktu.
Dışarıdaki saldırılarda kadının olmamasında bu acıların büyük etkisi olmalı diye düşündüm o an. Yüzlerce, hatta binlerce erkek yakıyor, yıkıyor, insan kesiyordu. Bu

saldırganların içinde bir tek kadın görmedim. Çünkü kadın, kendinden bir parçayı dünyaya getirmenin, onu büyütmenin ne olduğunu biliyordu. Onu yok etmenin, ona acı vermenin ne olduğunu da biliyordu. Öldürülen her canın arkasında bir anne yüreğinin burkulacağını, yanacağını çok iyi biliyordu.
Neden saldırmadığını, neden öldürmediğini, neden yakıp

yıkmadığını.
Neden sabırlı olduğunu.
Neden yuva yaptığını.
Neden çözümden yana olduğunu, o an anladım.
Yerimden fırlayarak kadının iki elinden tutarak yüzüme getirdim. Öptüm, annemin ellerini öpercesine.
“Bir oğlun oldu!” dedim.
Sessiz bir şekilde uzun uzun bana baktı. Sanki o an beni kucaklayacak gibi geldi bana.
“Teşekkür

ederim!” dedi kadın.
“İsmini umut koyacaktık değil mi?”
Kadın gözlerini bana dikmiş, sanki eşiymişim, kardeşiymişim gibi baktı, evet anlamında göz kapaklarını kapattı.
Ayrıldım.
Yolda giderken umutsuzluğa kapılmamak gerektiğini düşünürken, ünlü şairin dizeleri aklıma geldi.
En güzel çocuk:
Henüz büyümedi.
En güzel

günlerimiz:
Henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:
Henüz söylememiş olduğum sözdür…

Ahmet Türkmenoğlu
Ahmet Türkmenoğlu

Hicretten önce Mekke'de iken Peygamberimiz ve arkadaşları ibadetlerini gizli yapıyorlardı. Namazlarını da cemaatle değil de tek başlarına kılabiliyorlardı. Çünkü Mekkeli müşrikler, Müslümanları takip ediyorlar ve onlara her türlü kötülüğü yapıyorlardı.
Ancak Medine'ye hicret edince durum degişti. Müslümanlar Medine'de özgürlüklerine kavuştular. Mekke'deki

baskılardan kurtuldular. Kısa sürede orada bir mescit inşa ettiler. Artık namaz vakti olunca Müslümanlar mescide gelip namaz kılabiliyorlardı.
Bu durum bir süre böyle devam etti. Ancak bir problem vardı. Namaz vakitlerinin duyurulması gerekiyordu.
Bir gün Peygamber Efendimiz namaza çağrı konusunu arkadaşları ile görüştü. Toplantıda sahabeler tek tek

görüşlerini dile getirdiler. Bazıları "Namaz vakti gelince çan çalalım." dedi. Bir kısım sahabe de boru örtürme teklifinde bulundu. Diğer bir grup da ateş yakma fikrini ortaya attı.
Peygamber Efendimiz bütün teklifleri dinledi. Ancak çan çalmak, boru öttürmek ve ateş yakmak başka dinlerin âdeti olduğu için bu tekliflere sıcak bakmadı.
Bu sırada Hazreti

Ömer'den farklı bir teklif geldi. Hazreti Ömer söz alarak:
- Ya Resûlâllah, halkı namaza çağırmak için neden bir kişi görevlendirmiyorsunuz, dedi.
Peygamber Efendimiz bu teklifi kabul etti. Orada bulunan Hazreti Bilâl'e dönerek:
- Haydi kalk ey Bilâl! Namaz için seslen, diye emretti.
Bunun üzerine Hazreti Bilal kalktı ve Medine'nin sokaklarında

dolaşarak:
- Haydin namaza! Buyurun namaza, diye seslenerek Müslümanları namaza davet etmeye başladı.
Birkaç gün namaza çağrı bu şekilde yapıldı. Sonra bir gece sahabeden Abdullah bin Zeyd bir rüya gördü. Rüyasında günümüzde camilerimizde okunan ezan ona öğretilmişti.
O gün sabah olunca sevinçle Peygamberimize gelip rüyasını anlattı. Peygamberimiz

rüyayı dinledikten sonra:
- İnşallah bu gerçek bir rüyadır, diyerek namaza bu sözlerle çağrı yapılmasını uygun buldu. Ardından da:
- Ey Abdullah, bu cümleleri Bilal'e öğret. Artık Müslümanları onunla namaza çağırsın, dedi.
Abdullah da emri yerine getirerek ezanın cümlelerini Hazreti Bilâl'e öğretti.
Hazreti Bilâl, namaz vakti gelince mesci-din

en yüksek yerine çıkarak ezan okumaya başladı. Ezanı duyan Müslümanlar sevinçle mescidi doldurdular. Hepsi de ilk defa duydukları bu yeni çağrıdan çok etkilenmişlerdi. Çok sevinçli ve heyecanlı idiler.
Ancak Hazreti Ömer'de ayrı bir heyecan vardı. Ezanı duyunca adeta evinden firlayarak çabucak mescide geldi. Duyduğunun yeni çağrı olduğunu öğrenince Peygamber

Efendimize:
- Ey Allah'ın resulü. Allah'a yemin olsun ki bu sözlerin aynısını ben rüyamda gördüm, dedi.
Peygamberimiz Hazreti Ömer'in rüyasını dikkatle dinledi. Ardından da iki kişinin de aynı rüyayı görmesinden dolayı Allah'a şükretti.

David Acord
David Acord

"Lütfen zihninizi toparlayın ve sizi saç baş dağılmış,bağlanmamış çizmeler ve yelekle dışarı firlayarak tavsiye ve yardım aramaya iten olayları sırasıyla bana anlatın...."