"Kendimleydi ama kendinde değildi aslında. Kendini arıyordu ve hüznün denizinde buluyordu hep."
londra'nın zevklerini, en az lord sylvester'ın bulduğu kadar sıkıcı buluyordu ve ikisi de şehrin tozlarını topuklarından silkelemek için can atıyordu.
Her kişi ve mezhep dışarıda geliştirdiği ve tahkim ettiği bir parametreye (usül) göre Kur'an ve Sünnet'i konuşturuyordu/ konuşturabiliyordu.
Dini metinlerin bu her tarafa çekilebilen aşırı spesifik ve kaygan tabiatı doğrusu çok ürkütücü geliyordu ona.
Aynı dinin içerisinde Cad Bin Dirhem de vardı Vasıl Bin Ata da. İbn-i Teymiyye'de vardı, İbn-i
Arabi'de. Suud alimleri de vardı, İran Ayetullahları da.
Kendisi de Müslüman olmasına rağmen bazı zaman bir laik ve ateistle diyalog kurma imkanı buluyordu ama malum güruhlarla bulamıyordu.
Her birinin muhiti uzun hisarlarla kuşatılmıştı.
Ve sonra hayretler içerisinde soruyordu kendi kendine: “Sahi bunlardan hangisi doğru İslam!
Türkiye'de de doğrusu kendimi çok rahat hissetmiyordum ama burası benim evimdi, aptallar benim aptallarımdı, cahiller benim cahillerimdi! Yurtdışındaki salaklar benim umurumda olmazken Türkiye'dekilere kâh üzülüyor kâh kızıyordum. Sonuçta Türkiye benim ülkemdi; daha içten, daha candan hissediyordum Türkiye'yi, hayat Türkiye'de anlam buluyordu benim için.
İnsana kendininki bile fazla gelirken, bir de yabancı dünyaların keşfini anlamsız buluyordu artık.