Yaşamı cesur yaşamak gerek. Yaşamı doyarak yaşamak gerek. Yaşamı insafsızca yaşamak gerek. Yaşam sert. Yaşamı sert yaşamak gerek.
''Yaşamı cesur yaşamak gerek.
Yaşamı doyarak yaşamak gerek.
Yaşamı insafsızca yaşamak gerek.
Yaşam sert. Yaşamı sert yaşamak gerek.''
Hareketin içinde sükuneti arama ilkesi, hasmın saldırısından kaçınma anlamına gelir. Ne zaman çekileceğini ve ne zaman duracağını bilmek, güçlerin çarpışmasından kaçınmak demektir. Akıllı talebe bu yüzden aşırı ve gösterişli hareketlere itibar etmez; savunma için ne gerekliyse onu yapar. İnsafsızca hamle ederek veya savrularak kendisini kaybetmez. Aksine, hiç
acele etmez, kendini korur ve hasmının aşırı bir hareketiyle dengesinin bozulacağı uygun zamanını bekler. Ardından, "dıştan pamuk gibi yumuşacık, içten çelik gibi sert" kolunu kullanarak saldırı halinde muhattabı tutar ve halihazırda gitmekte olduğu yöne doğru iter. Bunun etkisiyle düşman genellikle kontrolü kaybeder ve düşer.
Güçlüye boyun eğer,zayıfları son derece insafsızca tepelerdi.
Yıllar sonra Stalin şunları söylüyordu: "Sosyal durumum ... ve bir de katı hoşgörüsüzlük nedeniyle marksist oldum ... Seminerde beni insafsızca ezmişlerdi."
Birbirimizin yakasını hiç bırakmıyorduk. İnsafsızca yargılıyor, için için kıskanıyor ve aslında ölesiye nefret ediyorduk sanki. Duygusal, görünmez zincirlerle bağlanmıştık âdeta. Her insan bir diğerine bir zincir takmış. Bu zincirlere; ahlak, gelenek, günah, ayıp gibi adlar takılmıştı. Birbirimizi kontrol altında tutmak için uydurduğumuz bu görece kaideler,
aslında gözle görülmez, kulakla duyulmaz, tamamen soyut, herhangi bir ağırlığı bile olmayan fakat bir o tonlarca ağırlıkta kurallardı. Bedenimize, arzularımıza, ihtiyaçlarımıza yön ve biçim veren bu toplumsal beklentiler değil miydi?
Ahlak dersi verenlerin üstü örtülü ahlaksız cümleleri gazetelerde yer almaya başladığından beri kendimi idam sehpası öncesi sancıları çeken birinin umutsuz haliyle eşdeğerde görüyorum. En ehliyetsizlerin ortalama cümlelerle bir kadını insafsızca yargılarken ve toplum ahlaklılığını savunurken takındıkları saldırgan tutum toplumu kışkırtmak için yetip artıyorsa
toplum denen şeyin bozulduğu yerin yanlışlığını görüyor olmalıyız. Yanlış işleyen adalet çarkının hükümleriyle aynı toplum kendisinin de bir gün karşı karşıya kalacağını akıl edemiyorsa ya da yanlış gidişatı maskeleyenlerin gerçek yüzlerini görmekten kaçınıyorsa ben bu kayıtsız şartsız uyuşmuşluğun içinde yer alacağıma gider Amerika’daki
uyuşturulmuş tarikatlardan herhangi birinin gönüllü üyesi olurum...
Modern dünyada çocuk her zaman olduğundan daha korkunç bir akıbetin içine sürüklendiği aşikardır. Mesela Oliver Twist gibi romanlarda modern dünyada, özellikle kapitalizmin korkunç dişlileri arasında, çocukların naif ,çelimsiz bedenlerinin nasıl kurban edildiğini okuyoruz. Çocuk emeğinin keşfi ve maliyetleri düşürmek adına, onların çelimsiz bedenlerinin maden
galerilerinde, tezgahlarda nasıl insafsızca kullanıldığı ortadadır. Öte yandan büyükler savaşırken en fazla ölenlerin savunmasız ve savaşların derin(! ) ve de ulvi(!) sebeplerini idrak etmekten yoksun olan çocuklar olduğu yine ezber bilgilerimiz arasındadır.
Çocukların modern dünyada uğradığı fıziki istismarlar bir dereceye kadar telafi edilebilir. Ama
ruhsal hasarların kalıcı olduğu ve çözümü çok daha zor olan sorunları doğurduğu söylenebilir. Bunu şöyle anlatabiliriz: Kapitalizm, babayla birlikte, anneleri de işe koşmaktan geri kalmadı. Bu gelişmenin hayırlı bir tarafı erkek-kadin arasındaki eşitsizliği azaltmasıdır. Ama görmek gerekir ki, kadın-erkek eşitliğinin en ağır sonuçlarından birisi çocukların
yalnızlaştırılması oldu. İçinde anaların olmadığı ana okulları, yuvanın plastikleştiği yuva sistemi bu yalnızlaşmanin telafi edilmesini değil, son tahlilde sabitlenmesini sağladı.
Dünyanın en muhafaza-
kar topluluklarının birinden çıkıp, gelenekleri insafsızca yıkan M. KemaL,
Saltanat ve Hilafet gibi halk arasında hala büyük nüfuzu olan asırlık kuruluşları da yıkmak cesaretini gösterebilmiştir
Hayvanlarla ve doğayla olan ilişkilerimizin, davranışlarımızın, duygu ve düşüncelerimizin bizim nasıl birisi
olacağımızla ilgili belirleyici bir unsur olabileceği hiç aklımıza geldi mi? Her biri 3 ile 5 yaşında çocuk bilinci taşıyan,
bizler gibi hissedebilir canlılar olan hayvan dostlarımıza insafsızca kıydığımızın farkında mıyız? Halbuki insan
olarak
soyumuz hayvanlar, bitkiler ve minerallerden gelmekte. Biz
kimlere kıyıyoruz? Kimlere merhamet etmiyoruz? Kimlerden insafımızı esirgiyor, kimlere sevgimizi layık görmüyor,
üstünlüğümüzü ilan ediyoruz?
Cevabı çok kolay aslında: kendimize, insan soyumuza! Bu
gerçeğin kavranması, hayvanlara yapılan zulmün aslında
kendimize yapıldığını
anlamamız çok önemlidir.