Sabahattin Ali
Sabahattin Ali

"...adalette kazanmak için de mümkün olan her çareye başvurmakta beis yoktu;
*Ifade değiştirerek
*cürmü başkasının üstüne atmak
*yalancı şahit bulmak Hami Bey'in tatbik ettiği ince usullerdi."

Sabahattin Ali
Sabahattin Ali

Onun fikrince, nasıl harpte kazanmak için her yol meşru ise adalette kazanmak için de mümkün olduğunca her çareye başvurmakta sakınca yoktu. İfade değiştirmek, suçu başkasının üstüne atmak, yalancı şahit bulmak, beş on kuruş karşılığında bir zavallıya “Bu işi ben yaptım!” dedirtip, o işi asıl yapanı kurtarmak gibi şeyler..

Sabahattin Ali
Sabahattin Ali

Hayatta kendine layık olan mevkii almak için her türlü çareye başvurmak meşrudur. Modası geçmiş ahlak kaidelerini unut!..

Dilek Demirtaş
Dilek Demirtaş

Bu benim yüreğimin türküsü!..
Yaşanmışlıkların, hayallerin kurguyla sarmaş dolaş edildiği yanık bir sevda öyküsü.
Senden, benden, hepimizden kâh güldüren kâh ağlatan, acıtan ve en çok da öğreten her şey...
Çaresizliklerin çareye kavuştuğu, coşkuyla, sevgiyle ve muhabbetle dolu...
Gözyaşlarıyla abdestlenmiş tertemiz bir hayat hikâyesi.

Ahmet Elma
Ahmet Elma

Kendisinden, bir sıkıntıdan dolayı yardım istendiği zaman: '' Evladım bunlar Cenâb-ı Hakk'ın takdiri. Allah ne zaman isterse o sıkıntıyı kaldırır. Kula düşen sabretmektir, dua etmektir''şeklinde cevap verirdi. Ayrıca o hastalara doktorlara gitmelerini ve her türlü çareye başvurmaları gerektiğini tavsiye ederek, sabır ve dua etmelerini isterdi

Abdülkadir Şeybe
Abdülkadir Şeybe

Talmud'tan bazı prensipler:
10) Yahudinin diğer milletlerden fahiş miktarda faiz alması caizdir. Bütün yeryüzü yahudinin mülküdür. Diğer milletlerin elinde bulunan yerler yahudilerden zorla alınmıştır. Yahudilere düşen görev, her türlü çareye başvurarak bu toprakları geri almaktır.

August R. Von Kral
August R. Von Kral

Halife-Padişah, hiçbir güç ve oyunun engelleyemediği Anadolu Hareketi'ni, "Din elden gidiyor" söylemi ile halkı galeyana getirmek de dahil olmak üzere her çareye başvurarak önlemeye çalışıyordu. Bu nedenledir ki Ankara tarafından Sultan Vahdettin ulusa ihanetle suçlanıyordu.

Fuat Andıç
Fuat Andıç

Önsöz


Ondokozuncu yüzyılın ikinci yarısında bütün Avrupa'yı meşgul eden, yüzbinlerce insanın hayatına mal olan, Napoleon 1'in Rusya'ya hücumundan Birinci Dünya Savaşma kadar geçen devrede en çok insana zayiat verdiren ve askerî bakımdan da kötü idare edilen savaş şüphesiz ki Kırım Savaşı'dır. Osmanlı İmparatorluğu'na hasta adam diyen Rus

Çarının, hem kendinden evvel hem de kendinden sonra gelenlerin, kafalarından çıkaramadıkları Akdeniz'e inmek arzusuna engel teşkil eden Osmanlıları bir an önce ortadan kaldırmak için her çareye başvurması, Kırım Savaşı olarak tarihe geçecek olan Rus-Türk savaşını Ekim 1853'de başlattı. Savaş yalnız Osmanlı İmparatorluğunda değil Rusya'da ve Avrupa'da da önemli

değişikliklere yol açtı: Prusya, Avusturya ve Rusya'nın "Mukaddes İttifaktı sona erdi; Rusya hiç olmazsa bir nesil kadar Avrupa'da ciddî bir kuvvet olmaktan çıktı; İtalya ve Almanya - ki o zamana kadar muhtelif devletlerden müteşekkildi - tek bir ülke olarak Avrupa'da söz sahibi olan iki devlet oldular; Romanya, savaştan az sonra Balkanlar'da yeni bir devlet olarak doğdu;

Osmanlı İmparatorluğu bir Avrupa devleti olarak kabul edildi ve İmparatorlukta, bilhassa Âli Paşa'nın liderliğinde, ciddî reformlara gidildi.

Çar Nikola 1'rin emelleri, İkinci Katerina'nın emperyalist emellerinin aynı idi. Ümidi kolay bir zafer kazanmak ve Osmanlı hükümetine vesayetini kabul ettirebilmek için Osmanlı topraklarında yaşayan Ortodoks hıristiyanlarınn

hâmisi rolünü ilk hamlede Bâb-ı Âli'den koparabilmekti. Fakat karşısında yalnız Osmanlı İmparatorluğu'nu değil, Avrupa'nın iki büyük askerî kuvvetini ve İmparatorluğu büyük bir basiret ve dirayetle idare eden Âli Paşa'yı bulacaktı. Âli Paşa diplomatik yönden hem savaşı idare edecek, hem de Kırım Savaşı'nı sona erdiren Paris Kongresi'nde hemen hemen bütün

arzularını her iki tarafa da kabul ettirecek ve Sardunya başvekiline "Paris Kongresinde Âli Paşadan daha büyük diplomat yek" dedirtecekti. Savaşa doğrudan doğruya iştirak eden Osmanlı İmparatorluğu, Fransa, İngiltere ve Rusya ve bu devletlerin yanında Paris Kongresi'ne iştirak eden Avusturya ve Prusya üzerindeki tesirler yeni bir siyasî yapıya yol açacak ve Viyana Kongresi

(Eylül 1814- Haziran 1815) ile kurulan ve "Mukaddes İttifak" diye bilinen gerici anlaşma yerini Avrupa Camia'sına (Concert de l'Europe) bırakacaktı.

Bu kitap Kırım Savaşı'nın ve onu takip eden Paris Antlaşması'nın Avrupa'da yarattığı bütün tesirleri kapsamaz; 1856 ile 1914 arasındaki Avrupa diplomasisini ve Paris Antlaşması'nın Avrupa'ya getirdiği

değişikliklerin tamamını incelemek iddiasında da değildir. Kitap Âli Paşa'nın Paris'teki diplomatik dirayetini Osmanlı tarihine alâka duyanlara tanıtmak için yazılmıştır.

Türk tarih kitaplarının bir çoğu Kırım Savaşı'na tahsis ettikleri sayfaların azını Paris Kongresi'ne ve Ali Paşa'ya ayırırlar. Avrupa tarihçileri ise Kırım Savaşı'nı ve Paris

Kongresi'ni ciddî şekilde araştırmış ve bu hususta sayısız kitap ve makale yayınlamışlarsa da görüş noktaları daima "Avrupalı" olmuş, Âli Paşa'ya ancak bir kaç satır tahsis etmişlerdir. Osmanlı Devleti için ise Paris Kongresi bir ölüm kalım savaşı ve bu savaşın muzaffer komutanı da yalnız ve yalnız Âli Paşa idi.

Kitap, Osmanlı-Rus Savaşı ile

başlar. Aslında bu savaş, iki emperyalist kuvvetin, yani Rusya'nın ekonomik menfaatlerinin İngiltere ve Fransa'nınkiler ile çatışmasının askerî sahneye çıkmasından ve bu çatışmada Osmanlı İmparatorluğu'nun bu iki emperyalist ideolojinin ateşi arasında kalmasından çıkar. İngiltere ve Fransa, Rusya'yı Balkanlarda ve Orta Doğu'da iktisadî menfaatlerini tehdit eden bir

kuvvet olarak görüyordu. Rusya ise hayallerini geniş tutuyor, yalnız Balkanlarda ve Orta Doğu'da değil, Türkiye'yi himayesi altına aldıktan sonra Eflâk-Buğdan'dan Sırbistan'a, Macaristan'dan Arnavutluk'a ve Yunanistan'a kadar uzanan bir Slav imparatorluğu kurmayı dış politikasının temel taşı yapıyordu. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında Rusya'da ateşlenen panslavizm bu

görüşün ideolojisi olmuştu. Osmanlı İmparatorluğu'nun bu iki emperyalist çarpışmanın arasında kalması Boğazlara sahip olmasındandı. Yani, satranç masasında iki taraf arasında kalmış bir piyon gibiydi. Fakat bu piyon bir vezir kadar kuvvetli idi. Boğazlar olmasaydı bu piyonu her iki taraf da kolaylıkla feda edebilirdi. Rusya Boğazlara sahip olursa Osmanlı İmparatorluğu

ikiye bölünür ve kısa zamanda tarihe göçebilirdi. Boğazlara sahip olan Rusya, Karadeniz'i bir Rus gölü, Tuna'yı bir Rus nehri yapar, Türkiye'nin ve Yunanistan'ın Ege kıyılarındaki limanlarını kendi ekonomik çıkarları için kullanabilirdi. Ege ve Akdeniz sahillerinde bir kuvvet teşkil etmek, Rusya için Orta Avrupa'ya nüfuz etmenin bir başlangıcıydı. Batı Avrupa içinse

bu büyük bir felâket olurdu, zira Rusya, Boğazlan eline geçirirse, doğu'dan bir çığ gibi Orta Avrupa'ya yürür ve önüne geçilemez bir kuvvet olurdu. Bu durumda Rusları, Boğazlan eline geçirmeden evvel durdurmak, Batı Avrupa için sadece politik ve ekonomik bir mesele, Osmanlılar için ise bir ölüm kalım savaşıydı. Batı ve Orta Avrupa devletleri, yani İngiltere, Fransa ve

Avusturya, Osmanlı İmparatorluğu'nun bütünlüğünü sadece kendi menfaatlerini savunabilmek ve Rusya'nın, batıya ve güneye doğru ilerleme tehlikesini durdurabilmek için müdafaa ediyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nun yaşaması veya ölmesi sadece bir Avrupa problemiydi. Kırım Savaşı'nın başlamasında, İstanbul'daki İngiliz sefiri Lord Stratford de Redcliffe'in rolünün çok

mühim olması ancak bu şekilde izah edilebilir. Fransa ve İngiltere'nin Çar'ın ihtiraslarına set çekmek istemesi, Osmanlı devlet adamları için İmparatorluğu'n toprak bütünlüğünü savunmak ve Rusların arzularına karşı direnmek bakımından çok iyi bir kozdu. Âli Paşa bu kozu çok iyi kullanacak ve barış masasında bunun en güzel misalini verecekti.

Avrupa

devletleri Rusya'nın batıya ve doğuya sarkmasını kendi iktisadî menfaatlerine uygun görmüyorlardı; bu şüphesiz. Fakat aynı zamanda onlar için Rusya'nın despotik politikası Avrupa'da 1848'de çıkan ve bastırılan, fakat alevlenmesi ihtimal dahilinde olan liberal-milliyetçi ihtilâllere karşı bir garanti ve Avrupa'da status quo'yu devam ettirebilmek için iyi bir vasıta idi. Bu

devletlere göre Boğazların Rusya'nın eline geçmesi iktisadî bakımdan zararlı, fakat aynı zamanda Rusya'nın bir kuvvet olarak devamı kendi gerici politikaları bakımından faydalıydı. İngiltere ve bilhassa Fransa ve Avusturya, barış masasında iki taraflı oynayacaklar ve bu oyun önceden tahmin edilemeyen diplomatik problemler yaratacaktı.

Menfaatlerini korumak

bakımından İngiltere, Osmanlı İmparatorluğu'nun yanında yer alır ve bu hareketini devam ettirebilmek için de basında Osmanlıların lehine bir kampanya başlatır. Fakat savaş sırasında basın büyük bir şiddetle İngiliz kahramanlığını âdetâ göklere çıkardığından, bu hareket tarzı savaşı hem uzatır ve hem de İngiltere hükümetinin Rusya'ya herhangi bir şekilde

taviz vermesinin önüne geçer. Savaşın başında öngörülemeyen bu hareket Paris Kongresinde Âli Paşa'nın Osmanlı topraklarından fedakârlık yapılamayacağı görüşünün müdafaasına büyük destek olacaktı.

Paris Kongresi'ni ve bunun getirdiği şartları anlamak için Kırım Savaşı'na, kısa da olsa bir göz atmak faydalıdır. Arzu edenler, savaşın

ayrıntılarını bibliyografyada zikredilen kitaplarda bulabilirler. Yazarların okuyucuya bu bakımdan yeni bir bilgi vermek gibi bir iddiası yoktur. Kitabın "Âli Paşa Paris Kongresi'nde" adlı bölümü her şeyden evvel Fransız Dışişleri Bakanlığı arşivlerinde bulunan malûmata dayanır. Fransızca ve çoğu elle yazılmış olan bu vesikalar Âli Paşa'nın Kongre esnasındaki

rolünü pek açık bir şekilde belirtmektedir. Tahmin edilebileceği gibi incelenmesi icap eden daha bir çok evrak Viyana, St. Petersburg, Londra arşivlerinde de mevcut. Mamafih, Baumgart'ın hazırladığı ve İngiliz delegeleri ile Londra arasında ve Avusturya delegeleri ile Viyana arasında Kongreden evvel ve Kongre esnasındaki yazışmayı ihtiva eden kitaplarına da müracaat

edildiğinden Viyana arşivlerine müracaat zorunluğu ortadan kalkmıştır. Yazarlar, İngiliz Dışişleri Bakanlığında bulunan ve Kırım Harbi'ne ve Paris Kongresine ait yazışmalardan da faydalanmışlardır. Gaye Kırım Savaşı yıllarındaki Avrupa tarihini yazmak değil, o zamanda Osmanlı İmparatorluğu'nun karşılaştığı güçlükleri, Avrupa'nın emperyalist arzularını, bu

arzular için çevrilen oyunları ve bütün bunlara elinden geldiği, gelebildiği kadar set çekmeye çalışan Âli Paşa'nın hikâyesini okuyuculara sunmaktır. Bir bakıma bu kitap Eren Yayıncılık tarafından yayınlanan Sadrazam Ali Paşa kitabının devamı da sayılabilir.

Kitabın hemen tamamı Kırım Savaşı ve Paris Kongresi hakkında muhtelif Türkçe, İngilizce,

Fransızca ve Almanca yazılan kitaplarla Fransız arşivlerinden elde edilen malûmata dayanır. Okuyucuya daha cazip gelmesi ümidi ile ve kesintisiz okunmasını temin için bibliyografik dip notlar vermekten mümkün olduğu kadar kaçınılmıştır. Dip notlar yalnız ana konu ile münasebeti olup ikinci derece önemi taşıyan hususlardan ibarettir. Kitabın sonunda verilen bibliyografya

Kının Savaşı'nı ayrıntılı olarak incelemek isteyenler veya savaş tarihi ile alâkadar olanlar için umarız ki faydalı olacaktır. Paris Antlaşması'nın Fransızca aslı da eklenmiştir. Kitabı hazırlayanlar yalnız "Ali Paşa'nın Monolog'u" kısmında Paşa'nın vasiyetnamesini ve yazmış olduğu muhtelif lâyihaları (bilhassa 30 Kasım 1867'de Girit'ten gönderdiği) ve

mektupları esas almışlar, belki de açıkça söylemediği fakat ima ettiği bazı noktaları buraya eklemişlerdir. Âli Paşa'nın uzağı gören bir devlet adamı olduğuna şüphe yok. Eğer, İnal'ın dediği gibi, bizde de büyük devlet adamlarının Avrupa'da olduğu gibi hatıralarını yazma geleneği yerleşmiş olsaydı, Âli Paşa vasiyetnamesinde açıkça söylemeyip dolaylı

olarak ifade ettiklerini herhalde hatıralarına dahil ederdi.

Yazarlar, bu kitabın hazırlanmasında kendilerine yardımcı olan Georgetown Üniversitesi, Martin Luther King ve Library of Congress kütüphanelerinin personellerine teşekkür etmeyi borç bilirler. Ayrıca, Fransa Dışişleri Bakanlığı'nın Arşivine de el yazması ve basılmış dokümanları temin etmesinden

dolayı müteşekkirdirler. Dr. Baran Tuncer'in kıymetli tenkitlerine ve yazarları samimiyetle teşvik eden ve kitabı büyük bir titizlikle yayına hazırlayan Eren Yayınları sahibi Muhittin Salih Eren'e de minnettardırlar.

Şayet bu kitap, Osmanlı tarihine bir hizmet, araştırmacı ve okuyuculara faydalanabilecekleri bir eser olarak kabul edilirse, yazarlar kendilerini

bahtiyar addeceklerdir.
Washington, 2002

Mithat Şükrü Bleda
Mithat Şükrü Bleda

Harbe ancak kendimiz gerekli bulduğumuz zaman girebilirdik, o kadar. Almanlar böyle istemişti diye orduyu seferber edecek değildik. O nazik devrede Almanya İmparatorluğu ile bir antlaşma imzalamamızı tenkit edenlere verilecek cevap şudur:
Bir cihan harbi elle tutulacak hale gelmeden hayli önce İtilaf devletlerine
yanaşmak yolunda birçok teşebbüste bulunmuştuk. Diplomatik

faaliyetlerle
sık sık zemini yoklamıştık. Hatta meşrutiyetin ilanını takip eden aylarda ilk heveslendiğimiz iş İngiltere ile dostluk kurmaktı. Meşrutiyetin ilanından tam bir yıl sonra bu maksatla Talat’ın başkanlığında yedi, sekiz milletvekilinden kurulu (benim de içinde bulunduğum) bir parlamento heyeti Londra’ya gitmişti. Londra’da birçok diplomat ile

görüştük ve bütün gayretlerimize rağmen kendileriyle yazılı bir anlaşmaya varamadık ve gittiğimiz gibi kollarımızı sallaya sallaya geri döndük. Diğer taraftan Fransız dostu olarak tanınan Cavit Bey’i Fransa’ya gönderdik. Ne var ki o da bizden fazla birşey yapamamış, Fransızları sağlam bir anlaşma yapmaya ikna edememişti. Almanlarla anlaşma yapmadan önce “Ümit

cihandan büyüktür” sözüne uyarak İngiliz ve Fransızlarla görüşerek hükümetimizin görüşünü bildirdik. Bunu yapmaktaki
gayemiz Almanlarla anlaşırken onlar aleyhine herhangi bir düşüncemiz
olmadığını belirtmekti. Fransa ve İngiltere sefirlerine durumu şöyle bildirdik: Biz Almanya ile ittifak halindeyiz, bu ittifakın bizi ileride ne gibi zorunluluklar altına

sokacağını şimdiden kati olarak kestirmek mümkün
değildir. Belki bir gün harbe girmek zorunda kalırız. Şayet İngiltere ve Fransa hükümetleri bütünlüğümüzü koruyacaklarına dair bize yazılı bir garanti verecek olurlarsa harbin sonuna kadar tarafsız kalacağımıza söz veririz.
Sefirler teklifimizi hükümetlerine bildirdiler, fakat aradan uzun bir zaman

geçtiği halde bu iki ülkeden ne müspet ne de menfi bir cevap aldık. Bu
olmadığı gibi diplomatik çevrelerde hakkımızda hiç de hoşa gitmeyecek dolaşmaya başladığını öğrendik. Bu söylentilerin başında Doğu’nun bir kısmı ile Boğazların Rusya’ya peşkeş çekileceği konusu da vardı. Rusya, İngiltere ve Fransa müttefik idiler. İttifakın icap ve zaruretlerini

yerine getireceklerdi. Almanya ise hiçbir taviz beklemeden bizimle anlaşma yapmak, bizi kendi saflarına sokmak istiyorlardı. Karşı tarafta üç dört yüzyıllık düşmanımız pençesini uzatmış üzerimize çullanmak üzere fırsat beklerken nasıl olurdu da Almanya’nın uzattığı eli sıkmazdık? Şu da vardı ki bu konuda biraz acele ettik, yaptığımız antlaşmaya rağmen harbe

girmemek pekala mümkündü. Enver Paşanın aceleciliği ve tedbirsiz davranışı her şeyi altüst etti. Ve bir bayram arefesinde kendimizi harp kasırgasının içinde bulduk. “Karadeniz Olayı” olarak tarihe geçen hadise şöyle cereyan etmişti: Balkan Harbinden çıktıktan sonra askeri durumumuzun parlak olmadığı biliniyordu. Orduları terhis etmiştik. Bu nedenle daha kendimizi

toparlamadan yeni bir harbe girmeyi düşünmüyorduk. Bu arada Avrupa’da Birinci Dünya Harbicbaşlamıştı. Biz tarafsızlığımızı korumak maksadı ile seferberlik ilan ettik. İngiltere’ye ısmarladığımız iki harp gemisi “Reşadiye” ve “Sultan Osman” ile
donanmamızı güçlendirmeyi düşünmüştük. Ne var ki Almanya bizi bir an önce harbe sokmak için her çareye

başvuruyordu. Bu düşünce ile Almanların Akdeniz’de bulunan Göben ve Breslau isimli harp gemileri Mesina’dan
geçerek Türkiye’ye doğru yol almaya başlamıştı. Çanakkale Boğazına
geldikleri zaman başkumandanlık Akdeniz Boğaz Kumandanlığına Alman ve Avusturya gemilerinin boğazdan geçmeleri yolunda izin verilmesi için emir verdi. Bu olaydan sonra İngiltere’de

hazırlanmakta olan Reşadiye ve Sultan
Osman harp gemilerimize İngilizler ambargo koyarak bunları bize teslimden
vazgeçtiklerini bildirdiler. Bu durum karşısında Almanlarla anlaşma
yapılarak Breslau ve Göben harp gemilerinin satış işlemi yaptırıldı ve bu iki gemi bilindiği gibi Yavuz ve Midilli adlarıyla Osmanlı donanmasına katıldı.
Bütün bunlar olup

biterken İtilaf devletleri daha önce bizden sakındıkları
garantileri tarafsız kalmamız ve iki harp gemisini iade etmemiz şartıyla kabul
edeceklerini bildirdiler. Ne var ki hükümet, bu teklife karşılık İngilizlerin
tezgahlarında bulunan Reşadiye ve Sultan Osman gemilerine ambargo
koymaları sonucu bu iki gemiyi satın aldığımızı neden göstererek müspet

cevap veremeyeceğini bildirdi.

Mehmet Şakir Ülkütaşır
Mehmet Şakir Ülkütaşır

Yeni Türk harflerinin kolayca öğrenilmesi, öğretilmesi amacıyla her çareye başvurulmuştu. Bu arada bir de "Harfler Marşı" güftesi yazılmış, bunun ayrıca notası düzenlenmişti.