Sabahattin Ali
Sabahattin Ali

Herkes bilirdi ki benim sözlerimin bir tek manası vardır. Bende dalavere olmadığını ve olmayacağını bilmeyenler yalnız uzaktan bakıp hükümlerini veren kısa görüşlülerdi...

Sabahattin Ali
Sabahattin Ali

... Hâlbuki Satro'nun bu tablosundaki Meryem, düşünmeyi öğrenmiş, hayat hakkındaki hükümlerini vermiş ve dünyayı istihfaf etmeye başlamış bir kadındı. İki tarafında ibadet eder gibi duran azizlere değil, kucağındaki Mesih'e değil, hatta gökyüzüne de değil, toprağa bakıyor ve muhakkak ki bir şeyler görüyordu.

Sabahattin Ali
Sabahattin Ali

Bende dalavere olmadığını ve olmayacağını bilmeyenler yalnız uzaktan bakıp hükümlerini veren kısa görüşlülerdi...

Funda Kaya
Funda Kaya

Bu metne göre hem kadınlara yönelik şiddet hem de ev içi şiddetle mücadele Sözleşme kapsamı içinde kabul edilmektedir. Bu bağlamda kadınlara yönelik şiddet, kadınları orantısız olarak etkileyen her türlü şiddet olarak tanımlanmakta ve İstanbul Sözleşmesi'nin odağında yer almaktadır. Ancak Sözleşme'nin 2. maddesi şiddete uğrayan kadınlara özel ilgi gösterilmesi

koşulu ile Sözleşme hükümlerinin bütün ev içi şiddet mağdurlarına uygulanabileceğini öngörmektedir. Yani isteyen devlet sözleşme hükümlerini ev içi şiddet gören erkeklere, yaşlılara, çocuklara da uygulayabilir.

Barış Oktay
Barış Oktay

Hasan el-Benna'nın İslam Tarifi...
Hasan el-Benna İslamı şöyle tarif ederdi: "İslam; vatan, hükümet ve ümmet olarak devleti ifade ettiği kadar, güç rahmet ve adaleti ifade eden bir ahlak, kültür, kanun, ilim ve hükmüdür. İslam; madde ve servet olduğu kadar kazanç ve zenginliktir. Cihat ve davet olduğu kadar ordu ve fikirdir. İslam; sağlam bir akide ve samimi bir

ibadettir. Bütün bunlar İslam için aynı şeylerdir. Kuran ve sünnet İslam'ın hükümlerini öğrenmek için her Müslümanın başvuru kaynağıdır."

Timothy W. Childs
Timothy W. Childs

îtalya, Osmanlı devletinin Uşi Antlaşması’nın hükümlerini özellikle yerine getirmediğini iddia ediyordu; buna göre İtalya’ya On İki Ada’dan çekilmemesi için mazeret sunuyor ve böylelikle adaların Yunanistan’ın eline geçmesini önlemiş oluyordu.

Sabri Sürgevil
Sabri Sürgevil

Örgütlenme Aşaması

Ülkenin içine düştüğü acı tabloda İstanbul,saray ve hükümetin aciz kalması emperyalist ideallerin gerçekleşmesine olanak sağladı. Azınlıkların aşırı davranışları, İtilaf devletlerinin kuvvetlerinin mütareke hükümlerini açıkça ihlal etmeleri, Wilson Prensiplerini hiçe saymaları, kamuoyunda büyük üzüntü yarattı. Halk en doğal

ve meşru hakkı, yaşamak hakkından mahrum edilmiş, can, mal, ırz ve namus güvenliği kalmamıştı. Atatürk'ün hatıralarında belirttiği gibi, o günlerin İstanbul'unun "içi kan ağlıyor, yüzü gülmüyordu, İstanbul sokakları İtilaf Devletleri'nin süngülü askerleri ile dolmuştu. Boğaziçi toplarını sağa sola çeviren düşman zırhlıları ile lacivert sularını

gösteremeyecek kadar örtülüydü. Herkes ancak zaruri ihtiyaçları için evden çıkıyor, sokaklarda hatır ve hayale gelmeyen hakaretlere uğramamak için caddelerin duvar diplerinden büzülerek, eğilerek, korkarak yürüyebiliyorlardı. Koskoca İstanbul ve yüz binlerce halkı sesleri kısılmış bir haldeydi. İstanbul ufuklarında yükselen şeyler yalnız düşman hakaretleri,

düşman bayrak ve süngüleriydi", İzmir'in Yunanlılar tarafından işgali daha ağır sahnelere neden oldu. Arnold Toynbee, Yunanlıların İzmir'i işgal etmelerini, işgalin yanısıra baskı ve şiddet hareketlerine girişmiş olmalarını ve bunların karşısında da bütün dünyanın dehşete düştüğünü açıkça belirtmektedir. Fransız işgalinde Adana'da geçen olaylarda

insanlığın yüzünü kızartacak, kitle halinde yok etme projesine dayanıyordu.

Türk milletinin malı ve canıyla top yekun bir mücadeleye girerek, yurdunu bu emperyalist işgalden temizlemesi çok kolay ve sorunsuz gerçekleşmedi. Bir yanda 600 yıl boyunca ülkeyi yönetmiş Osmanlı hanedanı vardı ve işgaller karşısındaki teslimiyetçi tutumu ortaya çıkabilecek

direnişi daha doğmadan yok edebiliyordu. Anadolu'da doğan kurtuluş mücadelesini yok edebilmek için her türlü yönteme başvuruldu, bu yöntemlerden en önemlisi kurtuluş mücadelesinin habercisi olarak Anadolu'da başlayan Kuva-yı Milliye hareketinin “tertipçi ve teşvikçisi" olmak suçuyla Mustafa Kemal ve arkadaşlarının giyabında idama mahkum edilmesidir. Konuyla ilgili

padişah fermanı ve şeyhülislam fetvası Prof. Dr. Ergün Aybars tarafından yayınlanmıştır. Aşağıda ilgili padişah fermanının orijinali ve çevirisi bulunmaktadır.

Padişah Buyruğu

Mehmet Vahiduddin

Kuva-yi Milliye adı altında çıkardıkları fitne fesad Anayasaya aykırı olarak halktan zorla para toplamak, asker almak, bunun aksine hareket

edenlere işkence ve eziyet ederek şehirleri yakıp yıkmaya kalkışmak suretiyle iç güvenliği bozanların tertipçisi ve teşvikçisi oldukları iddiasıyla haklarında dava açılan Üçüncü Ordu Müfettişliğinden alınarak askerlik mesleğinden çıkartılmış bulunan Selanikli Mustafa Kemal Efendi, Eski Yirmi yedinci
Fırka Kumandanı Miralaylıktan emekli İstanbullu Kara

Vasıf Bey, Eski Yirminci Kolordu Kumandan Mirliva Salacaklı Fuat Paşa ile Eski Vaşington Elçisi ve Ankara Milletvekili Midilli Alfred Rüstem, ve Sıhhiye Eski Müdürü İstanbullu Doktor Adnan Bey, Üniversite Batı Edebiyatı Eski Öğretmeni İstanbullu Halide Edip Hanım'ın ayrıntıları 11 Mayıs 1920 tarihli ve 20 numaralı karar tutanağında yazılı olduğu üzere Mülkiye Ceza

Kanununun 45. maddesinin l. fırkası delaletiyle 55. maddesinin 4. fırkası ve 56. maddesi uyarınca sahip oldukları askeri ve mülki rütbe ve nişanlarla her türlü resmi unvanlarının kaldırılmasına ve idamlarına, halen firarda bulunmaları dolayısıyla kanun hükümleri gereğince mallarını haczedilerek usulüne göre idare ettirilmesine dair İstanbul Bir Numaralı Sıkıyönetim

Mahkemesi tarafından giyaben verilen hüküm ve karar ele geçirildiklerinde tekrar yargılanmak üzere tasdik edilmiştir Bu Padişah Buyruğunu yürütmeye Harbiye Nazırı görevlidir.

24 Mayıs 1920 Sadrazam ve Harbiye Nazırı Vekili

Damat Ferit

Kurtuluş mücadelesini yok etme yöntemlerinden bir tanesi de örgütlü antipropagandadır. Bu amaçla çeşitli

cemiyetler kuruldu. Mondros Mütarekesinin imzalanması ve yurdun işgal edilmesi, Mili varlık ve Mili Mücadele için zararlı cemiyetlerin kurulmasına olanak ve fırsat verdi. Bu cemiyetler iki kategoride toplanabilir.

Milli Varlığa Düşman Cemiyetler

Bu kategoride yer alan cemiyetler, milliyetçi amaçlara tamamen karşı, Osmanlıcı ve hilafetçi program izleyen

görüştedir. Genellikle Hürriyet ve İtilaf Fırkası etrafında toplanan bu cemiyetler aslında Anadolu'da başlayan harekete karşıdır. Bu cemiyetler içinde en önemlileri: Sulh ve Selameti Osmaniye Fırkası, Kürdistan Teali Cemiyeti, Teali İslam Cemiyeti, İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Wilson Prensipleri Cemiyeti, Hürriyet ve İtilaf Fırkasıdır. Bunlar arasında örneğin İngiliz

Muhipleri Cemiyetinin üyeleri arasında Osmanlı Padişahı Vahideddin ve Sadrazam Damat Ferit de vardı ve büyük olasılıkla İngiliz destekliydi. Çok iyi örgütlenmiş ve İstanbul dışında da şubeler açmıştı.

Azınlıkların Kurdukları Cemiyetler

Bu kategoride yer alan cemiyetler ise, Azınlıkların Birinci Dünya Savaşı yenilgisini fırsat bilerek

kurdukları ve ülke içinde kendilerini İtilaf Devletlerinin bir ileri karakolu olarak gören kuruluşlardır. Anadolu hareketine ve Türklerin milli devlet kurmalarına karşıdırlar; asıl amaçları Anadolu ve Rumeli üzerinde Etniki Eteryalı komitacılar isteklerini yerine getirmektir. Bu cemiyetler arasında, Rumların kurdukları ve Bizans İmparatorluğunu yeniden yaşatmak amacını

taşıyan Mavri Mira Cemiyeti oldukça önemlidir. Cemiyetin görevi, ülke içinde çeşitli yerlerde çeteler kurmak, Yunan Hükümeti lehine propaganda yapmaktır. Pontus Rum Cemiyeti, Karadeniz'de Pontus Devletini yeniden kurmaktır. Etnik-i Eterya da yine Rumlar tarafından kurulan Yunanistan destekli bir başka cemiyettir. Taşnak Partisi ve Hinçak Komitesi ise Ermeni idealleri için

mücadele edecek Ermeniler tarafından kurulan cemiyetlerdir.

Milli Cemiyetler

Ülkenin içinde bulunduğu zor günlerde Türk halkı isyan duygusuna kapılmıştı. İstanbul hükümetinin tutumu da büyük bir umutsuzluk kaynağıydı. Özellikle işgal altındaki bölgelerde yaşadıkları toprağı düşmana kaptırmaya razı olmayan yurtsever halk örgütlenmeye

başladı ve böylelikle Mili Mücadelede büyük hizmetlere imza atacak olan cemiyetler kuruldu. Milli amaca hizmet edecek şekilde kurulan bu cemiyetlere genel olarak “Müdafaa-i Hukuk” cemiyetleri adı verildi. Müdafaa-i Hukuk; Türklerin millet olarak, bağımsız bir devlet kurarak yaşamak hakkını, Osmanlı Hükümetine, İmparatorluğun diğer unsurlarına ve bu hakkı tanımayan

Birinci Dünya Savaşı’nın galip devletlerine karşı fiili bir mücadele sonucunda elde etmeyi ifade eder. Müdafaa-i Hukuk bir hareketin ifadesi olarak bazı özellikler taşır Müdafaa-i Hukuk ferdi değil, millidir. Milli hakların korunması için yapılan bir harekettir.

Müdafaa-i Hukuk, fikri kaynağını milliyetçilikten almaktadır.

Müdafaa-i Hukuk, milli

devlet formülünü gerçekleştirmeye çalışan bir akımdır

Müdafaa-i Hukuk hareketinin gerçekleştirme vasıtası fertler değil, cemiyetlerdir.

Milli varlığın devamı için mücadele eden cemiyetler;

Trakya-Paşaeli Müdafa a Heyeti Osmaniyesi

İzmir Müdafaa-i Hukuku Osmaniye Cemiyeti

Kilikyalılar Cemiyeti Şarki Anadolu

Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti

Hareketi Milliye ve Redd-i İlhak Teşkilatı
Trabzon Muhafaza-i Hukuku Milliye Cemiyeti'dir.

Bu cemiyetler elbette bağımsızlık mücadelesini hedefliyordu. Ancak her cemiyetin hedefinde öncelikle kendi bulunduğu çevreyi düşmandan temizlemek vardı. Niyet son derece önemliydi ama sonuç olarak yerel bir kurtuluş çaresi aranıyordu.

Her biri başarılı olsa dahi ülke tamamen işgal altındaydı ve bölgesel çarelerle kurtulunmuş olmayacaktı. Her örgütün yüksek bir ideal“ya bağımsızlık ya ölüm” çevresinde toplanması ve birlikte ve top yekün bir kurtuluş hedeflenmeliydi. Bu yapabilecek bir lider, bir toparlayıcı, kurtuluşa inancı tam gerçek bir önder gerekliydi.

Geldikleri Gibi Giderler

!

Anadolu'nun işgali, Türk milletini kaderiyle baş başa bıraktı, millet olarak varlığını korumaya yöneltti. Bu devrede, Türk milleti bir bütün olarak bir kurtarıcı beklemekte idi. Türk milleti bu buhranlı dönemde, kendi kendini savunma ihtiyacının da sonucu olarak bir tek amaca yöneldi ve tam bir dayanışma duygusu ile hareket etmek zorunda kalmıştır.

Ulusların bağımsız yaşamaları devlet olmakla, milletin hukuki ve siyasi şahsiyet kazanmasıyla mümkündü. Teşkilat kurarak, silaha sarılarak, isyan ederek mahalli kurtuluş çarelerinin arandığı ümitsiz günlerde Mustafa Kemal Paşa'nın tarih sahnesine çıkışı bir tesadüf ya da sadece bir cesaret işi değildi. Mustafa Kemal'i ihtiyaç ve zorunluluklar ortaya çıkardı,

şahsında millet, temsilcisini buldu, umut ve geleceğini ona bağladı.

Mustafa Kemal Paşa, Türk milletini kurtarmak yolundaki kararını, Mondros Mütarekesinden sonra Adana'da Yıldırım Orduları Grup Komutanı olarak bulunduğu zaman vermiştir. Herkesin teslim olmasına karşılık, Mustafa Kemal Paşa, o en umutsuz görünen şartlar içinde dahi vatan ve millet kurtuluşu

uğruna bir şeyler yapacağı kanısında idi. İstanbul'un İtilaf Devletleri tarafından işgal edildiği günlerde Yıldırım Orduları Grup Komutanlığından ayrılarak İstanbul'a gelen Mustafa Kemal Paşa, kendini çok üzen bu olay karşısında, yaverine "geldikleri gibi giderler” demişti. O karanlık günlerde Mustafa Kemal'in kurtuluşa olan inancı ve kararlılığını

göstermesi bakımından bu söz son derece önemlidir. Kimilerinin Anadolu'nun artık kaybedildiğine, düşman işgalinden kurtulmanın mümkün olmadığına, direnmenin anlamsızlığına inandığı bu günlerde Mustafa Kemal Paşa'nın bir asker ve bir aydın olarak gösterdiği kararlılık ve inanç direnişin en önemli dinamiği olmaya da adaydır. Büyük direnişi örgütleyerek

uygulamaya geçirmenin zamanı gelmişti. Mustafa Kemal Paşa bunu biliyordu ancak İstanbul'da bulunarak bunun mümkün olmayacağının da farkındaydı. O zaman Anadolu'ya geçmeliydi ve oradaki, Kurtuluş mücadelesinin ilk nüvelerini büyük bir direnişe dönüştürmeliydi ama nasıl yapılabilecek en mantıklı hareket Anadolu'da resmi bir göreve atanarak bazı yetkilerinin

olmasıydı.

Mustafa Kemal Paşa'nın tarihi kararını uygulamak için hazırlıklarını yaptığı bir sırada, Samsun ve çevresinde Türklerin Rum köylerine tecavüz ettiği ve bu tecavüzlerin engellenmesi için tedbir alınması gerektiğine dair İngilizlerden bir rapor bir de protesto gelmiştir. Osmanlı Kabinesinde Mustafa Kemal Paşa’ya güvenilemeyeceği, İstanbul'da

olumsuz telkinlerde bulunduğu, hazırlıklar yaptığı ve bu nedenle de İstanbul'dan uzaklaştırılması gerekliliği konusunda bir anlaşmaya varmışlardı. Samsun ve dolaylarında çıkan olaylar, M. Kemal Paşa'nın, Anadolu'ya görev ile sürgüne gönderilmesi için bir bahanedir. Ancak bu görev kendisine verilse de verilmese de Mustafa Kemal Anadolu'ya geçerek Milli Kurtuluşu

organize edecekti.

Samsun'da Rumlara baskı uygulayan, gerçekte Pontus çeteleriyle mücadele eden Türklere haddini bildirmek için Anadolu'ya gönderilen M. Kemal Paşa tarihi görevini yerine getirmek için önemli bir fırsat yakalamıştı. Mustafa Kemal Paşa anılarında bu hiç beklemediği ama tam olarak istediği yeni görevi ile ilgili duygularını anlatır “Harbiye

Nezareti'nden çıkarken talih bana öyle müsait şartlar hazırlamış ki, kendimi onların kucağında hissettiğim zaman ne kadar bahtiyarlık duydum, tarif edemem. Nezaretten çıkarken heyecandan dudaklarımı isirdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış, önünde geniş bir alem, kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibi idim”.

M. Kemal Paşa'nın

İstanbul'dan çıkmadan önce düşündüğü ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya çalıştığı temel fikir, Nutuk’ta da belirttiği gibi, “ Hakimiyet-i Milliyeye müstenit, kayıtsız ve şartsız müstakil bir Türk devleti tesis etmek idi”. Bu temel fikri bir karar olarak gerçekleştirecek parola ise; “ Ya istiklal ya ölüm“ düsturunda yer alıyordu.

Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919'da Samsun'a karaya ayak basmadan önce Türk milletini kurtarmak yolunda tarihi kararını verdi ve bunu milli bir sır halinde sakladı. Sırası ve yeri geldikçe milli sırdan açıklanması gerekenler ortaya çıktı, kamuoyuna duyuruldu. Mustafa Kemal “Düşmanlarca, Osmanlı Devleti ve memleketinin yok edilmesine, bölüşülmesine karar verilmiş

olduğunu, Padişah ve Halife olan zatın ve onun kurduğu hükümetin hayat ve rahatını kurtarabilecek çareden başka bir şey düşünmediğini, farkında olmadığı başsız kalan milletin ve durumun ağırlığını anlayabilenlerin bazı kurtuluş çaresi saydıkları bir takım tedbirlere başvurduklarını, ordunun ismi var, cismi yok bir halde olduğunu, millet ve ordunun, padişah ve

halifenin hıyanetinden haberdar olmadıklarını, kurtuluş çaresi ararken, büyük devletleri gücendirmenin onların himaye ve arka olmalarına sığınmakla işlerin düzene girebileceği kanaatini yaydıklarını belirtmekte ve kurtuluş çaresi için ileri sürülen kararları münakaşa etmektedir”.

Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu'da geniş yetkilerle çalışabilmesi için

kendisine verilen 9. Ordu Müfettişliği görevi, 30 Nisan 1919 tarihli irade-i seniye ile kesinleşti. 9. Ordu Müfettişi sıfatıyla Samsun'a çıkan Mustafa Kemal Paşa, 15 Haziran 1919 tarihine kadar da bu unvanı korudu. Bu tarihte 2. Ordu ve 9. Ordu kitaatı müfettişliğinin, 3. Ordu müfettişliğine bağlanması üzerine, 3. Ordu müfettişi sıfatıyla görevini sürdürdü.

Mustafa Kemal Paşa bu kararı verdikten sonra, o gün için, bunun gerçekleştirilmesinin zamana bağlı olduğunu kabul eder. Bütün gereklilikleri millete birden söylemenin doğuracağı zorluklar vardır. Tatbikatı birtakım aşamalara ayırmak en uygunudur. Bunun için olaylardan yararlanmayı düşünür. Milletin hislerini ve kamuoyu hazırlamayı, safha safha hedefine varmayı uygun

bulur. Türk Milleti'nin kendisine tarihi görev verdiği Mustafa Kemal Paşa, kurtuluş fikrinin yaygın olduğu ve genel hareketliliğin etkilerini gösterdiği bu dönemde, 19 Mayıs 1919'da Samsun'dadır. Daha sonra bu tarihi mücadele, sırasıyla Havza Mitingi, Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri, Amasya Görüşmeleri ve Protokolünde şekillendi . Artık Türk Milleti

bağımsızlık mücadelesinde önemli mesafeler kat etti, yurt genelinde yapılan bu kongrelerle halk bilinçlendirilerek tek bir ülkü etrafında toplandı. Düşman işgalleri karşısında eli kolu bağlı, kendi menfaatlerinin ötesinde hiçbir şey ile ilgilenmeyen İstanbul Hükümeti ve Padişah toplu direnişi izlemekle yetindiler. Ancak zaman zaman direnişi baltalamaktan da geri

kalmadılar.

Değişim Sürecinde Türkiye-ll

S.89/...../96.

Prof.Dr. Sabri SÜRGEVİL
Dr. Cihan ÖZGÜN
Dr. Hilal ORTAÇ
Dr. Olcay P. YAPUCU

Muhammed Sıddık Hekim
Muhammed Sıddık Hekim

Hadis meâli: Cenab-ı Rasulullah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) buyuruyor ki: Dört nesnedir ki kimin kendisinde var ise hakikâten mü mindir. Velâkin bu dört nesneden bir tanesi dahi noksan ise küfrüne karar verilir. Allah muhafaza etsin. Âmin. Üçünü yapsa da bir tanesini yapmazsa kafir olur. Vahidün fe hüve kafirun Birincisi: Şehadete La ilahe illallah; Allahü Zülcelâlin

uluhiyyetini, vahdaniyyetini, rububiyyetini ve ilah olduğuna inanmak, kabullenmek ve karar etmektir. İkincisi: Muhammeden Abduhu ve resuluhu; Rasulullahın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) risâletine tamamen inanmak mecburidir.
Üçüncüsü: Öldükten sonra kıyamet günü tekrar ba s olunup diriltileceğini kabullenmesi ve inanması şarttır. Dördüncüsü: Allahü Zülcelâlin takdir

etmiş olduğu kaza ve kaderi, hayrî olsun şerrî olsun, başına ne gelirse mutlaka Allahü Zülcelâle ait olduğuna inanması da şarttır. Çünkü Allahü Zülcelâlin takdiridir, kaderidir, hükmüdür. Bunun dışında hiçbir işlem de olamaz. Uluhiyyet ancak ve ancak Allahü Zülcelâle aittir. Vahdehula şerike lehu: O tekdir, şeriki ortağı da yoktur haşa. Rasulullah (Sallallahu

Aleyhi Vesellem) Allah tarafından gönderilen elçisidir diyerek yakinen Muhammed Rasulullaha inanmak da şarttır. Öldükten sonra kıyamet günü tekrar ba s olunacağına inanmak şarttır. Çünkü bazı fırkalar vardır ki bunlar kıyamet günü ba sı inkâr ederler. Allahü Zülcelâlin var ettiği hükümlerini hayr olsun şer olsun işleyenin yine kendisi olduğuna inanmak kadere

inanmaktır ve şarttır. Yâni hayır bir kimseden şer de başkasından olamaz. Bu dört nesneye iman böylesine mutlaka şarttır...