Umut Esen
Umut Esen

Batan güneşin ardından geç kalmışlığın hüznü kaplar yüreğimizi, dilek dileyemeden bir gün daha kaymıştır gökyüzünden. Ölmeden önce yapılması gerekenler listemiz kalın ciltli kitapların arasında kaybolmuştur, başarmak için çıkılması gereken merdiven için geç kalmışızdır artık, adım atsak da zirveye ulaşamayacağızdır çünkü inanmak için fazla

büyümüşüzdür ve yaşamak için artık vaktimiz yoktur. Temiz havayı ciğerlerimize doldururken bunu daha önce neden hissederek yapmadığımızın pişmanlığını duyarız ve bir zamanlar pastamızın üzerindeki mumları üflerken gösterdiğimiz gayretin yerini zamanla geç kalmışlık hissi alır. Artık aynaya baktığımızda mutlu sonla biten masalların yerine, zamanı geri almak

isteyen pişmanlıklarımızı görürüz.

Çoğumuz, yaşıtlarımız bizden daha ilerdeymiş biz onların birçok alanda gerisinde kalmışız gibi hissederiz. Millet uzaya çıkmıştır; biz olduğumuz yerde dönüyoruzdur. Sizden genç olanlar çok iyi yerlere gelmişlerdir ve ihtişamlı özgeçmişlere, inanılmaz kariyerlere sahip olmuşlardır. Aklımız almaz; bunlar ne ara

buralara geldi diye içimiz içimizi yer ve farklı bir boyutta yaşayıp yaşamadıklarını sorgularız.

Dünyanın hızlı dönmesi insanoğlunun geride kaldığını göstermediği gibi birilerinin bizden önde olması, hayallerimize bizden birkaç basamak ileride olması bizim geciktiğimiz anlamına gelmez. Çoğu zaman bizlerde geç kalmışlık hissine sebebiyet veren

insanoğlu, hayallerimizi ertelememize ve onları unutup bir köşeye atmamıza neden olmamalı. Evet gökteki güneş bir gün daha bize elveda ediyor. Evet boşa geçirdiğimiz bir gün daha ellerimizden kayıp gidiyor ve gecikmişlik hissi bir gün daha tüm bedenimize siniveriyor. Peki köşeye çekilip vahlanmak, ağlamak ya da geçmişi geri getirmeyi umut etmek bize ne kazandıracak?

Geçmişi geri getirebilsek yapabilecek miyiz ertelediğimiz tüm şeyleri, vahlanmak, ağlamak teselli edecek mi bizleri? Vazgeçmek için ürettiğimiz bahanelerin arkasına gizlenmemeliyiz.

Tolstoy ona hediye edilen bisikleti kar beyazı sakalıyla 67 yaşında sürmeyi öğrendi. 67 yaşında bisikleti öğrenmesinden esinlenerek “Tolstoy’un bisikleti” denilen bir kavram

oluşmuş, “hiçbir şey için geç değil” anlamına gelen. Bir şeyler için geç kaldığını düşündüğünde Tolstoy’un bisikletini aklına getir.

Kaç yaşında, nerede ve ne durumda olursan ol içinde ulaşmak için çırpınan düşlerin varsa inan ve tutun onlara. Hiçbir şey için geç kalmadın, vazgeçmek için bahanen olmasın. Geç kalmışlık hissinin seni

esir almasına izin verme. Geriye dönüp baktığında ertelenmiş bir geçmişten ziyade, başlanmış bir geçmişi yeğle. Eğer Ay gökte ki yerini alıp parlamak istiyorsa Güneşin batışını beklemelidir. Ve sen, sahnede yerini alamadığın için sahneyi terk ediyorsan ışığını kendi ellerinle öldürdün demektir. Başarıya ulaşmanı senden başka kimse engelleyemez ve

başarının önündeki tek engelin yine kendin olduğunu unutma! Harekete geçmek için en doğru zaman tam da içinde bulunduğun şu andır. Adım atmak için geç kalmadın aksine tam zamanındasın.

Yazar: Gizem Erdoğan

Sylvie Matton
Sylvie Matton

“İstiyordun ki senin yanı başında olayım, beni takdim etmiştin: hizmetçim, karım. Ben “daha değil” diye düşündüm, bu senin iyiliğindi. Çok erken, insanlar daha bana alışmadılar; ben de alışmadım, ne kendime ne de onlara. Ve Geertje Dircx hala orada burada konuşup duruyordu; hizmetçisi, orospusu, diye..”

Sylvie Matton
Sylvie Matton

“İstiyordun ki senin yanı başında olayım, beni takdim etmiştin: hizmetçim, karım. Ben “daha değil” diye düşündüm, bu senin iyiliğindi. Çok erken, insanlar daha bana alışmadılar; ben de alışmadım, ne kendime ne de onlara. Ve Geertje Dircx hala orada burada konuşup duruyordu; hizmetçisi, orospusu, diye..”

Aydın Başar
Aydın Başar

Hakikat konusunda konuşan kimselerde benim bazı aradığım şeyler var. Mesela mütevazı olmayan birisinden hakikat mevzuunu dinleyemem. Güler yüzlü olmayan ve buzdolabı gibi soğuk bir adamın da bu mevzudan anlayacağını düşünmem. Espri de denilen latife anlayışının mutlaka olmasını beklerim. Belki bu kıstaslar itiraz edilebilir kıstaslar olabilirler. Ancak ben bunlara

bütün benliğimle inanıyorum. Kâinata, tabiata, insana, bitkiye, böceğe sevgi ile bakmayan kimseyle hakikatin barışmayacağını düşünüyorum. Mesela Ekrem Demirli'nin de Gazali'deki tevazuu dikka» tini çekmiş. Onun hakikat konusunda söylediği; “Benim durumum sizlerden farklı değil” sözünden çok etkilenmiş. Yani birileri gibi “hakikati buldum” diyerek iddialı

laflarla ortaya çıkmamış. Veya kürsüde tek elini cebine atarak konuşan ve bütün meseleleri hallettiğini zanneden adam gibi yapmamış. Ekrem Demirli'nin ifadesiyle birçok başarısı varmış ama başarılarını sanki kendisi kazanmamış gibi davranmış. Veya İhya'yı yazmış ama sanki yazmamış gibi davranmış. Bir nevi fena hali ile hakikate bakmış,

Ali Rıza Gelirli
Ali Rıza Gelirli

Ne acı şey; insanların savaşlardan, işkencelerden, idamlardan gururla bahseder duruma getirilmesi...Benim idealimde bunların olmadığı bir yeryüzü var; tabii onun varlığı , devlet dediğimiz organizasyonun aşılmasına bağlı... Çok mu anlamsız ve ütopik...ideallerini anlatan bir İspanyol anarşiste dinleyicilerden biri , “ güzel ideallerin var ama gerçekleşmesi mümkün

değil” sözüne karşılık İspanyol anarşistinin verdiği cevap çok manidar: peki şu an mümkün olan şeyler çok mu anlamlı?

Erkan Çav
Erkan Çav

Artık şu anda Osmanlı'nın geri kalmadığı müsellem, yani herkes tarafından kabul edilen bir hakikat tüm dünyada. Ama maalesef Türkiye'ye bu henüz gelmedi. Bu gerçek, ders kitaplarımıza, müfredatımıza henüz yansımadı. İnşallah bunu bir şekilde yansıtacağız. Bu çalışmaları Türkiye'ye dağıtacağız ve bunların müfredatımıza yansımasına çalışacağız.

Biliyorsunuz, şu anda Avrupa'da, Amerika'da “decolonization of curriculum”, müfredatı de-kolonize etme, yani ders müfredatını kolonizasyonun tesirinden kurtarma çabaları var. Özellikle tarih yeniden yazılıyor. İşte kolonyalistler, sömürgeciler, köle tüccarları kahramanlar gibi gösterilmiyor. Mesela Amerika'da Columbus şehrinde, bu Amerika kıtasını keşfettiği söylenen

Christopher Columbus'un (1451-1506) heykeli yıkıldı. Niye? Çünkü bu adam kahraman değil. Bu adam sömürgeci. Amerika'ya gelmiş, bir sürü haksızlık, adaletsizlikler yapmış.

Kızılderililere yaptığı muamelenin hiçbir ahlâki ve hukuki tarafı yok. Dolayısıyla “Bu adam heykeli dikilecek bir adam değil” diyerek, halkın da isyanıyla bu heykel yıkıldı, Buna

benzer şekilde İngiltere'de de böyle sömürgecilerin heykelleri yıkılıyor. Çünkü bunların yaptıklarının ahlâki ve insani hiçbir tarafının olmadığı ortaya çıkıyor. Bunların birer kahraman değil, birer hırsız, katil, ırkçı, ayrımcı oldukları konusunda bir bilinç ortaya çıkıyor. Ama maalesef bu henüz, bizim müfredatımıza, ders kitaplarımıza yansımadı. Ama

eninde sonunda bizim ders kitaplarımıza da inşallah yansıyacaktır. Çünkü bunu yok sayamayız.

Ahmet Emin Yalman
Ahmet Emin Yalman

“Hasta adam bu defa gerçekten öldü ve mezar taşına ne yazılırsa yazılsın yeniden dirilmesi mümkün değil”
Herbert Henry Asquith

:))

Efe Aydal
Efe Aydal

Türkiye Birincisi
Asla yeterince iyi olamadım. Aileme, anneme babama, onların bana harcadığı paraya layık
olamadım. Hayır, serseri değildim, geri zekalı da değildim, bir amacım da vardı ve bunu
gerçekleştirmek istiyordum. Çalışkan olmak... istiyordum. Çalışkan olmak için oturup çalışmak
lazım ben de biliyorum, söyledim ya geri zekalı değilim. Ama

bunu beceremiyordum. Yani kıçımı
sandalyenin üzerinde o kadar zaman tutamıyordum, beynimi o kadar zaman aynı konuya
yoğunlaştıramıyordum. IQ testlerinden yüksek sonuçlar aldığım halde, bu sonuçları derslere
yansıtamıyordum, duma duma dum. Bence ben hiperaktifim, yani en azından öyleydim o
zamanlar. Kimseye söylemiyordum, olduğum gibi yaşamaktan

memnundum. Benim bilime değil,
sanata yeteneğim vardı. Ben bir ressamdım. Boş vaktimin tamamını evde resim yapmakla
geçirirdim. Bir de kronik abazanlık tabi. Evimde Tinto Brass’ın hemen hemen her “başyapıtı”
mevcuttur, ama bunlar da kesmeyince, son kalan paramla kaçak pazarından bir gizli kamera aldım
kendime, ama daha hayrını göremedim şerefsizin. Şu

işler bir bitsin, karşı komşunun kızı var ya,
öfff. Göt kadar kamera, bir girerim evlerine, bırakırım kızın odasına, öhöm öhöm nerdeydik?
Evet resimler... Resimlerimi gerçek ustalara da gösterdim, ‘sende gelecek var’ dediler bana. Bu
ülkede bilimle sanat o kadar ters şeyler ki, yaşamadan öğrenemiyorsunuz. Bilim; “hiçbir şey
yoktan var edilemez,

sadece form değiştirir” der, ama sanat; ‘yoktan var etme’ işidir. Kimse beni
dinlemedi. Fen matematik yazmıştık bir kere, ve haliyle de başarısızlığımdan dolayı açıkta
kalmıştım. Dershaneye bile gitmedim belki ondandır... Ama bu sene kararlıydım. Her şeyi ciddiye
alacaktım. Okul da yok nasılsa, daha rahat çalışır, bir yere girerim dedim kendime.

Her çocuk gibi benim de bir dershane bulmam lazımdı. Babam saldı beni sokağa; “git bir
dershane bul kendine gel” dedi. Dalga geçiyorum sanacaksınız ama, dershane nerde olur onu bile
bilmiyordum. Bar değil ki bu anasını satayım gir barlar sokağına seç birini. Benim gibi adama
söylenir mi böyle laf? Ama yapmalıydım, dedim ya, ben serseri değildim ve bir

amacım vardı; bir
üniversiteli olmak. Fakülte pek önemli değil, ama mümkün olduğu kadar iyi bir yer. Sonra iyi bir
iş, sonra iyi para, sonra iyi hayat. Bütün bunların farkında olacak kadar uyanmıştım hayata.
Sinemaya giderken bir dershanenin önünden geçerdim hep, neydi adı? Umut Dershanesi.
Yerini bildiğime göre, önce oradan başlamalı diye

düşündüm. Bir koşu indim sinemanın yanına.
Aaah, dershane değilmiş, sadece afişiymiş: “Umut Dershanesi, her sene ilk yüzde en az 30
öğrenci. Yüzde yüz başarı garantisi. Her bölümden en fazla 3 yanlış.” Oha be kardeşim nasıl bu
kadar iddialı olabiliyorlar, yüzde yüz başarı ha? Soruları mı çalıyorlar acaba? Her neyse bir bakmak
lazım.

Telefon numarasını ve adresi bir kenara not ettim (yanımda kağıt taşıyacak kadar
sorumluluk sahibiyim), sonra tekrar yürüyerek (spor sağlığa yararlıdır) dershaneyi buldum. Eee,
şimdi naapıcaz ki? En iyisi içeri bir bakıp sonra eve gitmek. Gözüm tutarsa babamla gelip
kaydolurum düşüncesiyle daldım içeri. Danışmaya gittim, bilgi almak istediğimi

söyledim. Güler
yüzlü bir hanfendi (hanımefendi de denebilir) beni ‘müdür’ ün odasına yolladı. Okul mu lan bura
müdür falan? bir de dekan olsaydı bari. Müdür bana kaydolmaya niyetimin olup olmadığını sordu.
Ukalalık yapardım ama, odada ikimiz yalnızız... “Evet, beğenirsem kaydolucam.” dedim. Fiyatı
sordum, “Onlar önemli değil” dedi adam

bana. Elime bir test verdi; “otur bunu çöz, geçersen
kaydederim seni” dedi. Oha bir dakka bu ne? Tamam çok erken geldim, benden başka fazla
öğrenci yoktu ortalarda, ama böyle baş başa sevgili gibi de test mi yapılır be kardeşim? Sorulara
bakmadan kalacağımı biliyordum, çünkü yaz tatilinden yeni çıkmıştım ve tatilde çalışacak kadar da
aklımı

peynir ekmekle yememiştim. Eve gittiğimde ‘uğraştım ama olmadı’ diyebilmem için bir
şeyler yapmam lazımdı. Ben de teste bakmaya karar verdim. Test IQ testiymiş. Gerçekten de
şaşırmıştım; derslerle zekanın ne alakası olabilir ki? Sorular kolaydı, ama ben tırsmıştım. Bir iş
oldu bittiye getirilmeye çalışılıyorsa kesin bir pislik vardır. Soruları

doğru düzgün okumadan
kafadan salladım, neden mi? Çünkü “ben vazgeçtim abi sizde kesin bir pislik var” demeye
korktum. Cevapları müdür denilen adama verdim. Kimse olmadığı için hemen orada optik
okuyucudan geçirdi. Sonuca baktı ve “Kaydoldun” dedi. Anlaşılan attıklarım tutmuş, belki de bu
tanrıdan bir işarettir diye düşündüm :P “Ama

para?” “O dert değil.” Sana dert değil tabi dümbük,
parayı veren biziz. Her neyse, son on senede yedi tane Türkiye birincisi çıkartan bir dershaneye
kaydolmuştum, hem de bu kadar kolay. ‘Belimi doğrultuyorum galiba’ diye düşündüm ve evin
yolunu tuttum (yol nasıl tutulur diye sormayın, ben tutarım).
Akşam evde bizimkilere olanları anlattım. Hayret,

ilk defa babamın yüzünde bu ifade
vardı, ‘iyi ki bu çocuğu yapmışız’ diyen bakışı. Sonunda benimle gurur duymaya başlamıştı. Ben iyi
niyetli birisiyim, elimden gelse deli gibi, manyak gibi çalışır, onun yüzünü hep güldürürdüm, ama
olmuyodu işte olmuyodu anasını satayım. Neyse, belki de bu dershane benim hayatımda değişiklik
yapacaktı.

Ümidim vardı, işte bu her insanda olması gereken bi şey. İnsanın temel ihtiyacı,
yaşamak için sebebi...
Sonunda dershanenin ilk günü gelmişti. Ağustos’un sıcağında çıktık ‘Umut’a yolculuğa.
Bina bu sefer kalabalıktı, acaba bizim sınıf nasıldı? Kızlar var mı? Varsa nasıl? Sıram nasıl? Bayan
yanı mı, yoksa pencere kenarı mı? Belki de

pencere bayan arasıdır, kim bilir? Koşarak sınıfımın
olduğu ikinci kata çıktım. Zilin çalmasına 3 dakka falan vardı ama herkes çoktan sınıflara gitmişti.
Kafamı sınıftan içeri soktum. Aman tanrım. İçerde dünyayı ele geçirmeyi amaçlayan bir mutant
ordusu vardı. Birazdan alien komutanları gelecek ve istila için son planları yapacaklar... TİPİ

VARDI HEPSİNDE. Kardeşim anladık ineksiniz kendinizi derse vermişsiniz, ama bari normal
insana benzeyin be!
Kızlar ikiye ayrılır, bıyığı olduğunu kabul edenler ve kabul etmeyenler. Bıyığı olduğunu
kabul eden kızlar giderler çeşitli yöntemlerle (yakarak, ağda yaparak falan) bu bıyıklarını düzenli
olarak ortadan kaldırırlar. Yanımdaki kız

kesinlikle bıyıklı olduğunu kabul etmek
istemeyenlerdendi. Kafamı ona çevirdiğimde aramızda on santim kalıyordu, ve ben onu gördükçe
komplekse giriyordum. Bende öyle bıyık olsa var ya, nasıl gider biliyo musun bu kestane gözlerin
altına? Sınıfa ne hayallerle girmiştim, ikinci bir arkadaş çevresi falan. Ama şimdi sadece hocanın
bir an önce gelmesini

bekliyordum. Gerçekten de hoca bir an önce geldi. Tipi çok da önemli
değil, size burda bir hoca tasviri yapıp beyninizi boşuna yormiycam. Hocanın kendisi de önemli
değil zaten, önemli olan gelir gelmez hepimize dağıttığı formlar.
“Bunları doldurup imzalayacaksınız.” dedi adam...
‘Ben, nokta nokta nokta, üniversiteye girene kadar başka bir dershaneye

gitmeyeceğimi, ve
bu dershanenin uyguladığı yöntemleri kimseye anlatmayacağımı teyit ederim. İmza....’
Dershanenin uyguladığı yöntem demekle herhalde formun geri kalan bölümünü
kastediyorlardı:
‘Saat 6:00 uyanma ve kahvaltı.
Saat 6:30 Matematik
Saat 7:30 su ve ihtiyaç molası
Saat 7:40 Fizik
Saat 8:30 Kimya
Saat 9:30 Dershane

Saat 15:00 Eve varış
Saat 15:10 Tarih......’
Liste gün sonuna kadar gidiyordu. Ne kadar saçma. Ben her gün ayrı bir derse çalışırım
valla, beni bağlamaz.
Günler geçiyordu. Her geçen gün içerisi biraz daha garipleşiyordu. Fark ettiğim ilk
gariplik, öğrencilerdi. İlk deneme sınavından en düşük notu ben aldığım halde, diğer öğrencilerin

geri zekalı davranışlarına bazen dayanamıyordum. “Üğretmenüm, hayvanlar nasul çiftleşür?”
“Hocam çok afedersiniz, eksi mi negatif demiştiniz yoksa artı mı?” Öğretmen tam bir makine gibi
sorulan her soruyu en ufak bir bıkma belirtisi olmadan cevaplıyordu. Daha negatifi pozitifi
bilmeyen birini nasıl alabilirlerdi ki buraya? Ama neredeyse hepsi

böyleydi.
Sonra işler daha da garipleşti. Belirli saatlerde bize karanlık bir odada dev ekrandan
programlar seyrettirmeye başladılar. En başında “Umut Production” yazan, devamında da...
tavşanlı, kaplumbağalı, ayıcıklı çizgi filmler. İşte buna gariplik derim. Bir Allah’ın kulu çıkıp da
“Arkadaş siz naapıyosunuz burda?!” demedi. Sanki ben

diyebildim.
Artık neredeyse iki derste bir bu programları seyrettirmeye başladılar. Sonraki derste ise,
hoca giriyor, tahtayı bile kullanmadan anlatacağını anlatıyor, çoğunlukla okuyor, sonra da
gidiyordu. Bu esnada da öğrenciler hızla not alıyorlardı. Bir gün dayanamadım teneffüste
yanımdaki öğrenciye söyledim: “Ya bu hocalar ne biçim ders anlatıyor

böyle, bir bok
anlamıyorum vallaa.”
Kız manyak: “Onun için mi her yıl ilk yüzde otuz öğrencileri var?” dedi. Artık bir sorun
olduğundan emindim. “Günü gününe çalışırsan, programa uyarsan sen de başarılı olursun.” diye
devam etti ama ben başka şeyler düşünüyordum. “Ben o programı saçma buluyorum. Fazla da
sallamıyorum

açıkçası.” dedim. Kız bir anda kayboldu? Allah Allah.
Televizyon seansları başladığından beri deneme sınavlarında gittikçe diğer çocuklarla
aramdaki puan farkı açılıyordu. Her sınavda kesinlikle yüz küsur öğrenciden sonuncu oluyordum,
ve gerçekten kendimi aşşağılık bir yaratık gibi görmeye başlamıştım. Dershanede tam bir kaos
ortamı

vardı, ama dünyanın en düzenli, en sessiz kaosu. İnsanlar birbiriyle hiç konuşmamaya
başladıktan sonra kafayı yiyecek gibi olmuştum. Kimse sorduklarıma, dersle ilgili bile olsa, cevap
vermiyordu.
Evet nerdeydik, kız ortadan kaybolmuştu değil mi? Ben de gittim en son deneme
sınavının sonucuna baktım. Yine sonuncuydum, bu sefer benden bir önceki eleman beni

neredeyse ikiye katlamıştı. Zaten ben hariç öğrenciler birbirine yakın puanlar alıyorlardı. Yanımda
sonuçlara bakmaya gelen kız bir anda patlar gibi ağlamaya başladı. “Yanlış bakmışlar, yanlış
bakmışlar” diye tam bir embesil gibi ağlıyordu. “Nerde senin puanın?” dedim, eliyle gösterdi.
‘Burcu Akel’ mi? “İyi de senin adın Ebru Akel değil

mi?” dedim. Yüzüme baktı, sonra
cüzdanından kimliğini çıkarıp ismine baktı. “Haklısın, ben karıştırmışım.” dedi! İşte o anda filmler
koptu bende. Bütün bunlar yetmezmiş gibi az önce kaybolan kız geri geldi: “Seni müdür bey
çağırıyor, bişey dicekmiş.” Lan?
Kızın suçlayıcı bakışlarından hızla uzaklaşıp müdürün

‘seviyesine’ çıktım. Tık tık, girdim
içeri. İçerdeydi, bilgisayarını kurcalıyordu. “Fuat Kolcu” dedi. Bu arada adım Fuat, tanıştığımıza
memnun oldum. Gözlerimin içine çok kötü baktı be, sanki “itiraf et, sen öldürdün” diyecekmiş
gibi. Zaten bir iki saniye düşünmedim değil, ‘lan acaba birini mi öldürdüm?’ diye. “Biz burda sizin

iyiliğiniz için çabalıyoruz yavrum?” Biliyorum bu soru cümlesi değil ama herif soru sorar gibi
söyledi. “Bize üç şeyi teyit etmiştin, bunlardan birisi de verilen programa uymaktı.” TAK! Kapı
kapanma efekti. Swiss! Arkaya dönüp bakma efekti. OHA! İki tane zebella gibi adam görme
efekti. “Naapıcaksınız dövecek misiniz? Naaptım ki ben?”

“Kurallarımıza uymamışsın.” MIŞSIN.
Güzel Türkçe’mizi öğrenelim; -mışsın ekinin halk arasındaki adı ‘ispiyon eki’dir, ve birinin sizi
ispiyonladığını ifade eder. Bu durumda, ispiyoncu o manyak karı, ama niye?
“Sen bize çok büyük sorun oldun. Diğerleriyle arandaki puan farklarına bir baksana. Artı
programa uymuyorsun, artı...

DÜZENİMİZİ SORGULUYORSUN.” Benim bişey sorguladığım
yok ki, sadece... evet aslında sorguluyorum, “Siz ne biçim dershanesiniz!” diye patladım ne yazık
ki. Hem de çok yanlış bir zamanda ve çoook yanlış bir yerde. Arkadan öyle bir darbe indi ki
kafama, acıyı hissedemedim, sadece flaş ve sarsıntı. Ellerimi kollarımı arkadan iki zebella tuttu,

sandalyeye oturtuldum. Kıpırdayamıyordum. Yarı baygındım, ama biraz da numara yapıyordum.
Müdürün elinde iğne gördüm “Naabıcaksınııııııız” “Birazdan sınıfta kalp krizi geçirip öleceksin.”
dedi müdür. “Ama neden? Bu kadar mı önemli? Tamam, söz, çok daha fazla çalışırım, arayı
kapatırım, programınıza uyarım. Lütfe...” Adam

şırıngaya ilacı çekti bile, beni sallamıyordu:
“Sorun o değil ki. Sen bize uygun değilsin, programa uymadın, bizi sorguladın, puanların hala
düşük, bu da gösteriyor ki gösterdiğimiz video programlarından da etkilenmiyorsun. Nerde sorun
var hiç bilmiyorum, daha önce asla sorun yaşamadım. Yani senin IQ’na sahip olan yüzlerce...”
“Durun durun durun

bir dakka! Ben o testi uydurmuştum, nasıl olduysa tutmuş, yani ben sizin
sandığınız kadar zeki de....” “UYDURDUN MU? Hayatını, geleceğini belirleyeceğin bir
dershanenin sınavına girerken cevapları uydurdun mu? Bu ne biçim sorumsuzluktur! Zaten seni
ilk gördüğümde anlamıştım geri zekalı... olmadığını.” Bir dakka bir dakka, mola (derler ya

Amerikalılar). “Patron bir dakka siz geri zekalıları mı alıyodunuz?” Tabi ya! Ulan o kadar soruyu
kıçımdan uydurmuşum, zaten tutsa sayısal lotocu falan olmam gerekirdi. Demek olayları buymuş.
Adam devam etti: “Programımıza uyman için geri zekalı olman lazım. Zihnini anca o
şekilde kontrol edip istediğimiz gibi yoğurabiliriz. Moronları çok severim,

siliktirler, asla karşı
gelmezler, her istediğini uygulayabilirsin. Ben bu işe yirmi küsur yılımı verdim, babam da bir o
kadar zaman harcadı. Deneme yanılmalarla bu noktaya geldim. Dişliler çoktan yerine oturdu, sen
çok geç kaldın. Biz bu işe bütün servetimizi yatırdık.” iğneyi koluma yaklaştırdı.
“ÜLKEYİ MORONLAR YÖNETSİN DİYE Mİ?” baygın

numarası yapmayı bırakıp
aniden ayağa fırladım ve elindeki iğneye tekme attım. Kendimi ileri atınca kollarımı da kurtardım,
gulyabanilerin arasından sıyrılıp dışarı attım kendimi. Arkamdan bağırdı: “Yakalayın, kaçıyor!
Hepinizden kopya çekmiş!” Bir insan nasıl herkesten kopya çekebilir? Buna inanmak için geri
zekalı olmak lazım :P

Öğrenciler işini gücünü bırakıp bana saldırmaya başladılar. Lanet olsun zombilerle dolu
bir binaya düşmüştüm sanki. Bir tekme ona, bir yumruk şu kızın suratına, “çekilin be” tekmelerle
yumruklarla çıkışa vardım. En sevdiğim T-Shirt L Her neyse sırası değil. Hemen eve uçtum.
Annem karşıladı kapıda “Oğlum ne oldu?” “Dur anne iki dakka

ya, dershanede yaptılar.” “Ne!
Merak etme ben şimdi ararım müdürü.” “Ne müdürü anne ya! Müdür yaptı zaten.” Hemen
telefona sarıldım, sertçe elime aldım da denebilir. Dershaneyi aradım: “Aloov?” “Hepinizi şikayet
edicem, dershanenizi kapattırıcam, sizi de hapse attırıcam. Bu yaptığınız yanınıza kar kalmıycak.
Sizden şüphelenince her

şeyi gizli kameraya çektim, programları, öğrencileri (blöf blöf blöf). Sizi
Deha Muhtar’a maymun edicem.”
“Selamımı da söyle, Faik Hoca dersin, çoktandır görmedim keratayı.” “O da mı?” “Hem
de en başarılı öğrencilerimdendi. Sadece o değil. Etrafına bir bak. Konuşmayı beceremeyen
matematik profesörleri, dört işlem yapamayan edebiyat

hocaları, mühendisler, yöneticiler,
memurlar, astronomlar, IQ testi yapılsa hiçbiri tutuk zekayı geçemez, ama en iyi mevkiler onlarda.
İki formül, iki kitap ezberleyen profesör oluyor. Üniversiteye girince anlayacaksın. Şimdi hepsi
mutlu, onları ben mutlu yaptım. Ayrıca... benim yöntemlerim Milli Eğitim Bakanlığı tarafından
onaylanmıştır, Ramiz’ciğim

sağ olsun, ona da çok emeğim geçti. Bana hiçbi şey yapamazsın, ben
yasalım.”
“İnsan öldürmek de mi yasal?”
“Kanıtlayamazsın, üzgünüm. Bu arada eğer başka dershaneye gidersen veya bizi
başkalarına anlatırsan seni ortadan kaldırmak zorunda kalırız...” Telefon kapandı. Unuttukları bi
şey var, ben hepsinden daha zekiyim, eee? Durun bir

dakka düşünüyorum. Pekala, kaba kuvvet,
polis, jandarma, sanırım bunlar işe yaramaz. Mahkemelerde de zaten onların adamları var, yani
bence var. Tamam, onları cümle aleme rezil etme planı kuralım bir tane...
Ertesi gün maymunlar cehennemine geri döndüm. Seri adımlarla binaya dalıp TV odasına
gittim. Beni gören öğrenciler, hiçbi şey olmamış gibi

davranıyorlardı. Yirmi dakika sonra yayın
odasından çıktım ve seri adımlarla, müdür ve adamları beni görmeden kaçtım. O günkü video
programı hepsinden özeldi. Tinto Brass’ın en adi filmlerinden biri oynuyordu tavşanla
kaplumbağa niyetine. Görevliler her zamanki gibi dışarıdaydı, yayından etkilenmemek için tabi.
Ertesi gün tekrar gittim, yine

yayın odasına girdim, bıraktığım gizli kameramı (komşu kızına nasip
olamadı o kamera bir türlü) alıp cebime koydum. Dışarı çıktııııııım. Müdürle burun buruna geldik.
“Yakalayın! Hepinizden kopya......” Moron olan onlar, ben değilim, eleman sözünü bitiremeden
ben dışarı uçmuştum bile, laf aramızda iyi koşucuyumdur, özellikle götüm

sıkıştığında.
Ertesi Gün Şov Haber’de: “Dershanede skandal! Eğitim verecez diye porno seyrettirip,
genç zihinleri bulandırıyorlar. Bu dershanenin adı... AZ SONRA!” Porno mu? Tinto Brass adi
olabilir, filmleri iğrenç olabilir ama asla porno değildir... Çok merak ediyorum, o programı
seyreden öğrencilere ne oldu? Dershane tabi ki kapatıldı. Onları

kendi silahlarıyla vurmuş oldum.
Müdür kimseye laf anlatamadı, zaten kimse bir daha çocuğunu o dershaneye yollamaya niyetli
değildi. Bu ülkenin bu özelliğini çok seviyorum, birini karalamak o kadar kolay ki. Bana ne mi
oldu? Şimdilik televizyon kanalından aldığım parayla idare ediyorum, bu arada resme devam. İşsiz
olalım ne olcak?

Alper Birdal
Alper Birdal

İtalya Dışişleri Bakanı Franco Frattini, sözü Libya devletinin yurtdışındaki bankalarda bulunduğu için el konulan paralarına getirerek, “ Bu Libyalıların parası, Albay Kaddafi’nin değil” dedi, bu paranın muhaliflere aktarılması gerektiğini teklif etti. Tabii kimse çıkıp “ Madem Libyalıların parası, bize ne oluyor?” demedi.