Özcan Yılmaz Sütçü
Özcan Yılmaz Sütçü

Büyük sinema kuramcısı Andre Bazin, sinemanın kökenine inmek için plastik sanatlara bakmamız gerektiğini ve plastik sanatların kökeni hakkında yapılacak bir psikanalizde ise resim ve heykeli
bulacağımızı belirtir. Andre Bazin’e göre, bu iki sanatın kaynağında ise mumyalama bulunmaktadır.Mısırlıların ölümden sonra varlıklarını maddi bakımdan sürdürme

istekleri bu iki sanatın ortaya
çıkmasında temel rol oynamıştır. Bazin bunu şöyle dile getirir:
“Tümüyle ölüme karşı yöneltilen Mısır dini, ölümü geride bırakmayı vücudun
maddi bakımından sürekliliğine bağlamaktaydı. Ölüm, zamanın zaferinden başka bir şey değildir. Varlığın maddi görünüşlerini yapma bir şekilde saptamak, varlığı

süre ırmağından çekip almaktır, yaşama kavuşturmaktır. ”

Özcan Yılmaz Sütçü
Özcan Yılmaz Sütçü

İnsanın maddi hayatının ve teknik dünyasının kısa sürede gelişmesi ve bu tekniğin ona yeni olanaklar
sunması, insanın ölüme meydan okumasının da farklı bir biçime bürünmesine neden olur. İşte bu süreçle
Bazin, XIV Louis'in kendini mumyalatma yerine, Lebrun tarafından portresinin yapılmasıyla yetinmesi noktasına dikkat çeker. Bu yeni durumla, mumyalamadaki

gibi bizzat modelin fiziksel bedeninin
saklanmasının yerini model ve bu modeli çağrıştıran portre almıştır. Daha sonra model ve portre özdeşliğine dayanan inanç ortadan kalkmış, bunun yerini modeli çağrıştıran portre ve portrenin şimdiki zaman diliminde otonom bir imge dünyasındaki varlığı almıştır.
Bazin’e göre, bu tarihsel değişim sürecinde resmin

ve fotoğrafın sinemadaki konumlanışı, geçen yüzyılın sonlarına doğru fotoğrafla birlikte resimdeki sarsıntıyı gözler önüne sermektedir. Ona göre, resimdeki ‘perspektif bizi fotoğrafa götüren yol olmuştur. Çünkü ilk kez perspektifle birlikte üç boyutlu
bir tasarım ortaya koymak mümkün olmuştur. Başka bir deyişle, nesneleri çıplak gözün onları

gördüğü şekilde tabloda konumlandırmak mümkündür.
Ama yine de,
“resim aslında bizi yanılsamaya götürmeğe çabalıyor ve bu yanılsama da sanata yetiyordu; oysa fotoğraf ile sinema gerçeklik tutkusunu doğrudan doğruya özünde ve kesinlikle karşılayan buluşlardı”

Özcan Yılmaz Sütçü
Özcan Yılmaz Sütçü

"İmdi, tarihlenmiş, imzalanmış ve vaftiz edilmiş de olsalar; kavramlar ölmemek için
kendilerine özgü bir şekilde direnirler; yine de yenilenme, değiştirilme, sıçrama yapma
türünden zorlamalara maruz kalırlar.... Eğer kavramlar değişip durmasalardı, felsefeler için nasıl bir birliğin kalacağı sorulurdu.”

Özcan Yılmaz Sütçü
Özcan Yılmaz Sütçü

Deleuze'e göre, antikçağın filozofu, her nasılsa evren ile kendi benliği arasında bir düzlem yaratmıştır. Bu açıdan, ilk felsefenin özü, bir düzlem tasarımından
başka bir şey değildir. Dolayısıyla, kavram - buna tüm düşünsel yaratımlar da dahil - hala varolan düzensizlik ve kargaşanın içerisinden çekip çıkarılmıştır. Yunan dünyası, düşünce için,

kaosa ilişkin bir
taslak oluşturarak ve onu belli bir biçimde düzenleyip sınırlayarak bir plan elde etmiştir. Bu tür bir yaratım sadece kaosu sınırlamanın değil, genel olarak düşünce eyleminin de özünü oluşturur. Bu düşünce
eylemiyle filozof; rahip, din adamı ve bilgelerden ayrılarak düşünsel anlamda büyük bir dönüşüm gerçekleştirmiştir. Felsefe

öncesi bilgeler daima ‘aşkın olan’a göndermede bulunarak bir düzen elde
etmişlerdi. Oysa filozof, bir ‘içkinlik düzlemi’ inşa etmiştir. O halde, dönüşümün gerçekleştiği nokta, bir
despot veya tanrı tarafından, daima dışardan ve zorla kabul ettirilen aşkın düzenin yerine filozof tarafından içkinlik düzleminin getirilmesidir.

Özcan Yılmaz Sütçü
Özcan Yılmaz Sütçü

İnsan "...doğum eylemiyle birlikte, ön ayağını yurtsuzlaştırır, onu bir el haline
getirmek üzere topraktan koparır ve sonra onu dallar ve aletler üzerinde yeni baştan
yurtlandırır."
‘Yersiz-yurtsuzlaşma’ (deferritorialisation /deterritorialisation) özgürleşmektir, yeni bir varlık haline gelmektir; topraktan ayrılıp gökyüzüne uzanmaktır; dünyadan

çıkmaktır. Fakat, bu çıkma kendini terk
etme anlamında değil, yersiz-yurtsuzlaşma sonucunda kendini yeniden konumlandırma; kaosun bilinemezliğine ve kendisine çizgi çekme anlamındadır. Yersiz-yurtsuzlaşma, ne tamamen topraktan kopmaktır ne de tam manasıyla toprağa bağlı olmaktır.İnsan, bu yersiz-yurtsuzlaşma sonucunda kaosun ürkütücü, karmaşık, kavranamaz

ihtişamıyla karşı karşıya kalır. İşte, insanın kaosla kavgası burada başlar. Deleuze'ün felsefesinin çerçevesini belirleyen şey,
insanın kaosa karşı deneyimbütünlüğüdür. Bu bakımdan, Deleuze'ün tüm kaygısı, insanın deneyim alanına yönelik ortaya koyduğu yaratımların bir sorgulamasını yapmak ve bu alanların ‘ne’liğini yeni bir
bakış

açısıyla değerlendirmektir. Dolayısıyla o, yaratım alanları arasındaki özel ayrımlardan önce, onların
yaratılmasına kaynaklık eden neden-sonuç ilişkisine yönelik bir sorgulamayı gerçekleştirmeye girişir.
Deleuze 'e göre, insanın kaosla ilişkisinin sonucunda ‘felsefe’, ‘bilim’ ve ‘sanat’ denilen üç düşünce biçimi ortaya çıkmıştır. Bu üç

düşünce biçimi, insanın kaosa karşı bir parçacık düzen elde etmek için
giriştiği bir serüvendir. Böylece Deleuze, kendisinden yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce:
"Ey tanrılar! Bana yalnız pekinliği bağışlayın! Bu pekinsizlik denizinde, üzerine
uzanıp yatabilecek kadar geniş bir tahta olsa da bana yeter."
diyen Parmenides'in Varlıkta sükuna

kavuşma isteğini, insanın kaosta sükuna kavuşma isteği olarak dile getirir.
Felsefe, sanat ve bilim bu isteğin ürünü olarak insanın kaosa karşı almış olduğu tavrın farklı görünümleri olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Deleuze'ün felsefesi ve sanata yönelik görüşleri, tam da bu
açılımın kavramsal olarak yeniden yapılandırılması şeklinde ortaya

çıkar. Deleuze’e göre;
"Düşünceyi, düşüncenin üç büyük formunu, sanat, bilim ve felsefeyi tanımlayan şey, her zaman kaosla kapışmak, bir düzlem çekmek, kaosun üzerine bir düzlem
çekmektir"

Özcan Yılmaz Sütçü
Özcan Yılmaz Sütçü

Fotoğrafın resme göre yeniliği, dış dünyayı
nesnel bir açıdan sunabilme özelliğine sahip olmasıdır. Fotoğrafla birlikte, insanın yaratıcı bakışından süzülerek ortaya çıkan öznellik tamamen devre dışı kalmış oluyordu. Fotoğrafta, fotoğrafçı sadece
sunmayı düşündüğü nesne ya da olayın seçimini, çerçevesini ve nasıl sunulacağını

belirlemede devreye girmekteydi. Bu noktada, fotoğraf bütünüyle doğal olanla bizi karşı karşıya getirmektedir. Bu doğallık
hiçbir sanatta benzeri olmayan bir inanma gücüyle bizi sarmaktadır. Böylece, insanoğlunun mumyalamayla başlattığı varlığı koruma projesi fotoğrafla neredeyse tamamlanmış gibidir.
Fotoğraf tarih sahnesine, yeniçağın getirdiği teknik

yaratımın bir ürünü olarak çıkar. Fotoğrafla birlikte sanat ve tekniğe dayalı başka sanatların da ortaya çıkışı, sanatsal yaratım dünyasında bir değişim
rüzgarının esmesine neden olmuştur. Sanatta artık çoğaltılmak istenen bir yapıtın benzerini elle yapmaya gerek kalmamıştır. Çünkü fotoğrafla aynı görüntüden istenildiği kadar çoğaltılabilmekte;

üstelik bu
çoğaltım bir mercek ve bir gözle sağlanabilmektedir.Böylece sanat yapıtı Walter Benjamin’in de belirttiği gibi, ‘eşsiz varoluş’ durumundan sıyrılmıştır. Bu
döneme kadar her sanat yapıtı eşsiz ve sadece kendi koşullarının, kendi zaman diliminin yarattığı bir ürünken, artık bu yeni yaratımla birlikte sanat yapıtının biricikliği yerini

benzer olan kopyalara bırakmıştır. Bu yeni dönemde, fotoğrafın payı küçümsenemez. Ve bu durumu Benjamin şöyle ifade eder:
“Hepsinden önce, bir fotoğraf ya da bir fotoğraf kaydı formunda olsun, teknik
yeniden üretim orijinalin izleyiciyle buluşmasını mümkün kılar.”

Özcan Yılmaz Sütçü
Özcan Yılmaz Sütçü

“Sinematografik imgenin kendisi hareketi yaptığı için, diğer sanatların talep etmede
(ya da söylemekte) sınırlandığı şeyi yaptığı için, sinematografik imge, diğer sanatlarda
özsel olan şeyi bir araya getirir; onu miras olarak alır, o sanki çeşitli imgelerin
kullanımı için yönler sağlar, yalnızca imkan olan şeyi potansiyel hale

dönüştürür.”

Deleuze, bu açıklamasıyla dış dünyayı doğrudan doğruya veren sinema sanatında temel rolün harekete düştüğünü ortaya koymakta ve diğer sanatlarda imge, hareketsiz bir konumda olduğundan bu sanatların aslında sinematografik imgeye ulaşmayı nihai bir amaç olarak gördüklerini ima etmektedir.Sinema, otomatik hareketi sunmakla diğer sanatlardan

(özellikle fotoğraf ve resimden) farklı bir
anlatıma ulaşmıştır. Otomatik hareket bizde ‘tinsel bir otomat’a (spiritual automat) ve bu tinsel otomat da yeni bir düşünsel perspektife yol açmıştır. Tinsel otomat felsefede olduğu gibi düşüncelerin birbirinden mantıksal olarak çıkarsanmasına değil, düşüncelerin hareket imgesi aracılığıyla bir ilişkiye

girmesine
işaret eder. İşte sinemanın özgünlüğünü de bu bağlamda ele almak gerekir.

Özcan Yılmaz Sütçü
Özcan Yılmaz Sütçü

Filozof yaratım ediminde bulunurken, edindiği tek tek düşünce kesitlerini sunacağı kavramlar hazırsa
kullanmak; hazır değilse yaratmak zorundadır. Çünkü, yaratma ediminde bulunurken geçmiş ile gelecek
arasında yer alan filozof, saf düşünce biçimini dışsallaştırarak kavram haline getirir. Bu anlamda, kavram
dışsal hale gelişinden, ortaya konmasından ve

filozofun öznel imzasından önce, saf düşünce biçimidir ve
ancak dışsallaşmayla birlikte, filozofun kendine özgü dünyasının yaratımına, üretimine maruz kalır. Saf
düşünce biçimi, henüz dışsallaşmamış, dışsallaşmayı bekleyen bir içselliğe işaret eder. Filozof, bu saf düşünce biçimini harekete geçirir ve dışsallaştırılmasında ona bizzat kendi

etiketini yapıştırarak bir bütün (kavram) haline getirir. Bundan dolayı da kavramlar imzalıdır ve öyle de kalır. Örneğin, Aristoteles'in
‘töz'ü, Descartes'in ‘cogito'su, Kant'ın ‘transandantal’ı, Bergson'un ‘süre'si..