Ercan Alkan
Ercan Alkan

Dalgaların çokluğu denizi iki yapmaz.

Zaten dalga, denizdendir. Rakam olarak saymak doğru değildir. Onu rüzgâr o hâle getirmiştir. Rüzgâr olmazsa denizde dalga olmaz. Hafif eserse, ufak dalga olur. Tayfun ve kasırga büyük dalgalar yapıp şehirleri götürür. Anâsır-ı erbaanın en güçlüsü havadır. Ve hava unsuriyetin sultanıdır. Yâni nefestir. Dışta da

güçlü olan havadır. Enfüste de güçlü olan havadır. Nefes varsa insan var, nefes yok ise hiçbir şey yok. Nedir bu nefes? Allah'ın nefesidir bu. Eğitilirse mükemmel bir nefes olur, harfler kalıba girer. Soyut olan, harflere döner, hece oluşturur. Heceler kelimeleri, kelimeler cümleleri yapar. Ondan sonra eserler, kitaplar olur. İlim olur, medeniyet olur. "Biz yeryüzüne halîfe

gönderdik” denilmekte Kuran'da. Erkeği ile kadını ile bizler "halîfetullah"ız. Allah'ın vekiliyiz. Çünkü özelliklerimiz, O'nun özelliğidir. Sıfatlarımız, O'nun sıfatıdır. İnsanın "benim” diyebileceği hiçbir şeyi yoktur. Her şey Allah'a aittir. Canın, kanın, malın, mülkün, evin, eşyân, çocuğun, eşin her şey. Her şeyin sahibi O'dur. O, her şeyden

müstağnîdir. Bütün mülk O'nundur. Kullarına da kendi mülkünden verir. Kul da onunla zengin olur.

Bütün mesele, bir tek şeyde noktalanır:

Öyle sanırdım ayrıyam, dost gayrı ben gayrıyem
Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş


Sâhip olduğumuz şu fizikî yapıyı, bedenimizi düşünelim. Büyük
bir nimet olan

bedenimize bizim katkımız nedir? Bir binayı yaparken, "Bir tuğla koydum, harcını kardım” diyebiliyoruz, mâmâfih şu fiziki yapımıza katkımız ne? İşte ne gelişimizden haberimiz var, ne gidişimizden, Bir de "ben, ben” diyoruz. "Sen” diyen de Odur, "ben” diyen de O'dur. Sen çık aradan, kalsın seni Yaradan.

Ercan Alkan
Ercan Alkan

İslam Medeniyetinin şekillenmesinde kurucu unsur olan tasavvufi öğreti, İslam medeniyetinin çözülme sürecinde ve gerilemesinde ana neden olarak gösterilmektedir. Bu tarz bir yargıya varmak ne tür bir refleksin ürünüdür?
.............................
Sorunuza şimdi giriş yapabilirim. İslâm dünyasının "geri” kalmasının ardında sûfiler olduğunu iddia edenlerin

görüşleri târihî vakıalarla asla örtüşmemektedir. Ayrıca şunu da asla unutmayalım ki, bir medeniyet bütün kurumlarıyla geriler ya da çöker.

Oysaki târihî gerçeklikler, İslâm dünyasında birçok bilimsel çaba ve buluşun arkasında sûfilerin olduğunu bize gösterir. Sûfiler sadece tekke köşelerinde evrâd ve ezkârla meşgul olmamışlardır. Aksine tekkeleri

birer ilim yuvası hâline getirmişlerdir. Kimya, astronomi, astroloji, matematik, edebiyat ve sanatın birçok dalı tekkelerde öğretilmiş ve tekke mensubunca bu ilim ve sanat dallarına dâir risaleler kaleme alınmıştır. IRCICA'nın (İslâm Târihi Kültür ve Araştırma Merkezi) Osmanlı bilim literatürüne dâir yayımlamış olduğu eserlere baktığımızda müelliflerin yarıdan

fazlasının sûfi olduğunu çok rahat görürüz.

Örneğin, Süleymaniye Kütüphanesinde, eserinin birisinde Endülüslü bir âriften matematik dersi aldığı kaydı bulunan Dâvud-ı Kayserî kimdir? İbnü'l Arabî'nin eserlerinin şârihi ve tâkipçisi, Osmanlı'nın ilk müderrisi bir zât. Bağlantıları iyi tâkip edersek bir sûfi, bir medrese ehli ve bir bilim adamı

kimliği.

Edirneli Hamdi-yi Bağdâdî isminde Halvetî-Uşşâkî bir zat vardır. Bu zat Bağdatlı olduğu için kendisine "Bağdâdî” nisbesi verilmemiştir. Kendisi tekkesinin bahçesinde çiçek yetiştiren bir kimsedir. Şeyh'inden Bağdat'a gitmek ve sırf bir lâle tohumu edinmek üzere destur alır. Bir iki yıl Bağdat'ta ikamet eder birtakım zirâî araştırmalarda

bulunur tekrar Edirne'ye avdet eder. Şeyhi "hoşgeldin bizim Bağdatlı” der ve bunun üzerine Bağdâdî nisbesini alır, yâni botanikçi bir şeyh efendi.
Örnekler çoğaltılabilir.

Ercan Alkan
Ercan Alkan

Bizlere hayatınızdan, kitaplarla olan ilişkinizden bahsedebilir misiniz?

Efendim, bendeniz Mevlânâ âşığıyım. Çocukluğundan beri Mevlânâ’yı seven bir kimseyim. Mesleğim edebiyat hocalığıdır. Her edebiyat hocası gibi ben de dünya klasikleri ile meşgul oldum, Kendi kendime Fransızca ve İngilizce öğrendim, Babam daha çocuk yaşta Farsça ve Arapça öğretti.

Sâdî'den, Hâfızdan, Mevlânâ'dan bazı beyitler ezberletti. Bunlar tabiî ki benim edebiyat zevkimi artırdı. Harp Okulu'nu bitirdikten sonra subay olarak kıtalara gittim, durmaksızın kitapları aradım, araştırdım. Burada sizlere bir hatıramı nakledeyim.

Hocam Tahirü’l-Mevlevî'nin yanına Kayseriden bir papaz gelmişti, Fuzûlî'ye gönül vermiş Terzibaşiyan

adında bir papaz. Vatikan'da okumuş. Latince, İtalyanca, İngilizce, Fransızca, Arapça, Türkçe, Farsça biliyor. Fuzûlî hakkında bir eser yazıyormuş. Birlikte bazı metinler okudular. Hoca da ona anlamadığı yerleri izah etti. Doğrusu şaşırdım, bir Ermeni papazı Fuzûlî’yi etüt ediyordu. Aradan seneler geçti. Beyazıt'ta üniversitenin karşısında bir Ermeni kitapçı

vardı, Nişan Efendi diye. O bana klasik kitaplar, Fransızca kitaplar getirirdi. Ona gittim Nişan Efendi, Terzibaşiyan adlı Ermeni papazı Fuzûlî hakkında bir eser yazmış. O eser çıktı mı?” dedim. "Evet, çok evvel çıktı" dedi. "Ne olur, o kitap varsa bana bir göster, merak ediyorum. Ermenice bilmiyorum ama kitabı bir göreyim” dedim. Merdiveni koydu. Şöyle genişçe

boyutta bir kitap indirdi. Açtım kitabı. Ermenice yazılar arasından Fuzûlî'den Farsça metinler; Osmanlıca, Arapça, İngilizce metinler.

Meselâ İngiliz şairi John Milton'un Kaybolmuş Cennet adlı eserinden parçalar vardı. "Nişan Efendi, şunun başlangıcından biraz oku" dedim. Daimî müşterilerinden olduğum için kırmadı beni. Açtı kitabı. Diyor ki

Terzibaşiyan: "Allah'ım! Ben 30 senemi Fuzûli’ye harcadım. Dünyanın bütün ölmez eserlerini gözden geçirdim. Fuzûli’yi rûhuma en yakın şair olarak buldum. Hayatımı buna hasrettim. Yarın bir gün senin huzuruna geldiğim zaman, Ey Terzibaşiyan! sen dünyada neler yaptın diye sorduğun zaman diyeceğim ki: Allah'ım! Ben 30 senemi Fuzûlî'ye verdim.” işte böyle.

Fakirin hiçbir iddiası yok. Ne profesörüm, ne de doçent. Hiçbir şeyim. Emekli bir öğretmen, yaşlı bir adamım. Mevlânâ'ya gönül verdim. Ve Mevlânâ'da aradığımı buldum. Onun için hayatımı ona hasrettim. Allah'ın (c.c.) inayetiyle, emekli olduktan sonra aşağı yukarı 40 senedir, bu işle uğraşıyorum. Bunları iftihar için söylemiyorum. İnsanın kendinden

bahsetmesi aşağılıktır. Fakat hakîkat namına bunu söylüyorum ki, bu yaşta Allah (c.c.), gönlüme koymuş bu aşkı.

Ercan Alkan
Ercan Alkan

Şu hâlde din dâiresi içinde tasavvuf geleneğine ne zaman ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır?

Bu konuda, "Efendim bunlar târihte sonradan ortaya çıkmıştır", "Tarikatler Hicrî V. yüzyılda kurulmuştur” gibi genel yargılar içeren söylemleri ben kabul etmiyorum. İlk mürşid Hz. Allah, ilk mürîd Hz. Âdem'dir. Tasavvufta mürîdin mânevî yola ilk adımı mürşide

biatle ve mürşidin mürîde esmâ telkini ile olur. İlk esmâ telkin edilen kimse ise târihte Hz. Âdem'dir. Bunun benzeri bir diğer yanlış da "Müslümanlık Hz. Muhammed'le başladl” söylemidir. Bu yargı, Kur'ân'ın zâhir ibaresiyle bile çelişiyor. Hz. İbrahim "Ene evvelü'l-müslimîn” buyurmuyor mu? İslâm da keza Hz. Âdem'le başlamıştır. Bütün peygamberler

Müslümandır. O peygamberlere tâbi olan bütün ehl-i imân da Müslümandır. Muhammedî şerîat ise Muhammed b. Abdullah (s.a.v.) ile başlamıştır. Muhammedî şerîat başka Müslümanlık ise daha başka bir şeydir. Hazreti Peygamber 40 yaşından evvel Müslüman değil miydi? Ne zina etmiş, ne içki içmişti. Kendisine "emin” denilmişti. Müslümanlık Hz. Âdem'le başladığı

gibi dervişlik de Hz. Âdem'le başlamıştır.

Ercan Alkan
Ercan Alkan

Tasavvufun ne olduğuna, ne olmadığına veya ne olması gerekfiğine ilişkin şimdiye dek sûfiler ya da sûfî olmayanlarca azımsanmayacak derecede sarf-ı kelam edildi. Görünen o ki sarfedilmeye devam da edilecek. Çünkü tasavvuf hâlâ -moda bir tâbirle ifâde edersek- yükselen bir trend olarak varlığını sürdürmektedir. Tasavvufa yönelik ilgideki gerek küresel gerek yerel

ölçekteki olağandışı bu artışın doğal sonucunun getirisi ise zihinlerde tasavvufa ilişkin beliren soru(n)lar dizgesidir:
Tasavvuf nedir? Ne zaman ortaya çıkmıştır? İslâm geleneğinin bir ürünü müdür? Diğer İslâmî ilimlerle olan ilişkisi ne şekildedir ve diğer İslâmî ilimler içerisinde nerede durmaktadır?
Tasavvufî yol ve mânevî üstadın rolü

nedir? Mânevî eğitimin metotları nelerdir? Herkesin bir mürşidi olmak zorunda mıdır? Halvet, zühd, çile gibi kavramlar nasıl anlaşılmalıdır?
Kendini bilmek ne demektir? Aklın imkânlarının son bulduğu noktada keşif yeterli bir metot mudur? Sûfiler aklı ve bilimi küçümsemekte midirler? Bu konuda onların düşünceleri nedir? Sûfilere göre etik ve estetik

değerlerin kaynağı olan aşk ne demektir?
Mevlânâ ve İbnü'l-Arabî gibi sistem kurucu sûfîlerin düşünceleri ve onların sistemlerinin ana yapısı nedir? Düşünce târihindeki varlık teorilerini de dikkate almak suretiyle vahdet-i vücûd nasıl izah edilebilir?
Târihi boyunca tasavvuf diğer mistik akımlarla ne tür bir ilişki içerisinde olmuştur, onları

etkilemiş midir, onlardan etkilenmiş midir?
Osmanlı medeniyetinin şekillenmesinde tasavvufun etkileri nelerdir? Bu sûfî unsurlar sosyal yaşamda ve kültürel düzeyde kendini nasıl gösterir?

Modern dünyada tasavvufa yönelik ilgi artışının ana nedenleri nelerdir? İhtida faaliyetlerinde tasavvuf ne tür bir role sâhiptir? Modern insanın açmazlarından

kurtulmasına tasavvuf yardımcı olabilir mi?
"Bilmiyorsanız şâyet, bir bilene sorun” hikmetinden hareketle bu ve benzeri birçok soru (b)ilgili kişilere yöneltildi, Sorulan sorular ve verilen cevaplar böylesi bir çalışmanın doğmasına zemin hazırladı. Kendileriyle mülâkat yapılan kimselerin profili akademisyenler, tasavvufla ilgilenen gönül ehli insanlar ve tasavvuf

vaşitasıyla İslâm'a girmiş mühtedîlerdir.
Kendilerine soru yöneltilen kimseler her ne kadar tasavvufun farklı yönleriyle ilgilenseler de onlara genelden özele doğru seyreden bir yapıda sorular soruldu. Bunun bir neticesi olarak da neredeyse hemen her konuşmacı kendine ait bir tasavvuf tanımı yaptı. Bu ise gerçekte tasavvuf düşüncesinin çoğulcu yapısını güzel bir

şekilde yansıtmaktadır.
Aslında tasavvufu yalın bir biçimde ele almaya ve de anlamaya yönelik konuşmalar bütünü olan bu mütevazı çalışma bir bakıma tasavvufa giriş mâhiyeti de taşıyor, bununla birlikte asla kuşatıcı olma iddiasını taşımıyor. Okuyucu bu eserde tasavvufun teorik ve pratik sınırlarına ilişkin kabaca genel geçer bir bilgiye ehilleri

vasıtasıyla ulaşmış oluyor. Sonrasında okuyucuya düşen ise hâlihazırda Türkçede oluşan literatürden tasavvufun izini sürmektir.
Engin düşüncelerini bizlerle paylaşan tüm değerli büyüklerimize içten saygılarımı ve teşekkürlerimi sunmak isterim. Ayrıca esere çeşitli katkılarda bulunan dostlarım Nurullah Koltaş, Semih Ceyhan, Muhammed Bedirhan ve Ömer

Çolakoğlu'na da müteşekkirim.
Güzel O'dur, tüm güzellikler O'ndandır.
Ercan Alkan
Küçükçamlıca, Eylül 2008

Ercan Alkan
Ercan Alkan

Sûfi büyüklerin öğretilerinde belirgin olan aşkın ana özellikleri ve âşıkların müptela oldukları hâller nelerdir?

Farsça "ışk”tan türeyen aşkın kelime anlamı sarmaşık bitkisidir. Aşk da sarmaşık gibidir. Vücûda girer girmez bütün vücûdu sarar, bütün hücrelere kadar aşk siner ve âşıkı kendine benzetir. Bu bağlamda ârifler aşkı "iksîr-i

a'zam” olarak tavsif ederler. İksîr öyle bir maîdir ki, bakıra damlatıldığı zaman bakır altın olur. İnsanın kalbi, bakırdan da katıdır. Aşk iksirinin bir damlası gönle değerse o, bütün vücûdu istila eder, kapsar. Artık âşık, dert çekmeye başlar.

Şevki Bey'in bir şarkısı vardır:
"Senin cevrin senin zulmünle şâdım
Niçin dursun

figân-ı şule-zâdım.”

Ben senin cevrinden, senin bana zulmünden hoşnudum, şikâyet etmiyorum. Senin cevrin bana mutluluk, şifa getiriyor.

Söze Niyâzî ile devam edecek olursak:
"Hâr içre biter gülzâr, zâr içre doğar envâr."

Sen, dikenlerin içinden gelen gülü gördün mü? Ağlamaklar içinden gelen nûru gördün mü?

Ercan Alkan
Ercan Alkan

Dinin tasavvuf boyutundan söz edebilir misiniz?

Din üç sacayağı üzerine oturur: İmân, İslâm, ihsân.
Tasavvuf ihsân boyutundandır.
Yâni ihsân, sen Allah'ı görmüyorsan da O'nun seni gördüğünü bilmendir. Hatta sadece bilgi değil öyle davranmandır ihsân.

Tasavvuf işte bu ihsânın müesseseleşmiş şeklidir. Ama bugünkü fotoğrafına

bakıldığı zaman tasavvuf, sanki çok daha başka bir şeymiş gibi algılanıyor. Dinden farklı hatta din dışı bir öğe olarak görülüyor ve kimi çevreler tarafından din dâiresi dışına itiliyor.

Din âdeta bir süt gibidir. Sütten tereyağı, peynir, çökelek, yoğurt, ayran vs. yapılır. Akıllı kimse ihtiyaçlar doğrultusunda hareket eder. Evde tereyağı varsa,

sütten bir daha tereyağı çıkartmaz. Peynir yoksa peynir yapar; yoğurt yoksa yoğurt. Şunu da asla göz ardı etmez: Sütte bu mamullerin hepsi mündemiçtir ve bu mamullerin hepsi süttendir. Tasavvuf sütten yağı çıkarandır, fıkıh sütten peyniri çıkarandır şeklinde kesin bir ayrım yapmamız bile bu noktada uygun değildir. Doğrusu ben bu tarz tasniflere ve bu tasniflere ait

kat'i sınırların varlığına da inanmıyorum.

Çünkü tarîkatsız şerîat, şeriatsız tarîkat, hakîkatsiz mârifet, mârifetsiz şerîat olmaz. Bunları, birer durak olarak bile tasavvur edemeyiz. Çünkü bir duraktan başka bir durağa geçtiğimiz zaman evvelki durakla alâkamız kesilir. Tasavvfa geçince şerîatla alâkamız kesiliyor mu? Hakîkat makâmını elde

ettiğimiz zaman, tarîkatla, şerîatla alâkamız kesiliyor mu? Kutub olsak, abd-i has makâmına gelsek şerîattan yine vazgeçemeyiz. Bakınız Aleyhi'ssâlâtü ve's-selâm tek zirve, namaz kılarken ayakları şişiyordu. Yâni Hz. Peygamber kulluğun gereklerinden, şerîatın buyruklarından asla vazgeçmemişti. Ömrü boyunca şerîattan bir milim ayrılmamıştı. Bu tasnifleri biz,

aynı yapı içerisinde seviye kat etmek, yükselmek, kendi içinde büyümek olarak değerlendirebiliriz. Hepsi birbirinin içinde ele alınmalıdır. Hülâsa; varlık dâiresinde her şey birdir.

Ercan Alkan
Ercan Alkan

Mevlânâ Hazret-i Muhammed'in Yolunda

Bakın size çok ilginç bir mesele arz edeyim. Gazetelerde okudum, Cambridge Üniversitesi'nde bir târih profesörü İstanbul Üniversitesi'nde kölelik hakkında konferans verecekmiş. Merak ettim? gittim. Kölelere çok acırım. İlyada adlı kitapta anlatılıyor: Bir Anadolu şehri olan Truva zapt edildikten sonra şehirden insanların

hepsini dışarı çıkarıyorlar. Şehri yağma ediyorlar. Yükte hafif bahâda ağır ne varsa alıyorlar, İhtiyarları öldürüyorlar, Çocukları, kadınları, erkekleri, o ordunun arkasında alıp Yunanistan'a götürüyorlar. Erkekler köle, kadınlar cariye. Ne Aristo'su acıyor bunlara ne Eflatun'u. Hatta diyor ki bütün büyük eserler hep esirlerin eseridir, kölelerin eseridir.

Sultanahmet Meydanı'ndaki dikilitaşa bakınız. Bizans devrinde Mısır'dan getirilmiş. O esirler, o sıcakta uğraşarak yapmışlar. Onu yapmak bir hünerdir. Bütün şaheserler, güzel eserler kölelerin, esirlerin eserleridir. Şimdi o Profesör, konferansta şunu söyleyince herkes sustu: "Yalnız Hz. Muhammed (s.a.v.) ilk defa 'Köleler de insandır' dedi. Ne Hz. İsa, ne Hz. Musa, ne

Eflatun, ne Aristo, ne Konfüçyüs ne de Buda, hiçbirisi kölelerden bahsetmedi. Gayet tabiî buluyorlardı. Pazara gidiyorsunuz, esir pazarında para veriyorsunuz, koyun alır gibi cariye alıyorsunuz. Kimse bir şey demiyor. Ama Hz. Muhammed (s.a.v.) ilk defa 'Köleler de insandır. Onlara kendi yiyeceklerinizden yedirin, kendi giyeceklerinizden giydirin' buyurdu". Biz Peygamberimiz diye

seviyoruz. Onlar insan olarak, en büyük insan olarak Hz. Muhammed'i (s.a.v.) seviyorlar. İşte Mevlânâ tam da Hz. Muhammed'in (s.a.v.) yolunda.

Ben yaşadığım müddetçe, Kur'ân'ın kuluyum, kölesiyim.
Ben Hz. Muhammed'in (s.a.v.) ayağının bastığı yerin toprağıyım. Benim hakkımda bundan başka şeyler söylerlerse ben bütün bunlardan şikâyetçiyim.

Benim aslım budur, diyor Mevlânâ,

Ercan Alkan
Ercan Alkan

Meselâ Ahmed Gazali de büyük bir sûfidir. Ama onun düşüncelerini, görüşlerini tam inceleyebilmemiz için elimizde en temel eseri olarak sadece Sevânihu'l-Uşşak'ı vardır. (Bu eserin Türkçeye çevrildiğini de bu vesile ile hatırlatmak isterim). Şimdi bu eserinden Ahmed Gazal'nin ilahî aşk görüşünü çıkarabilmekteyiz ama onun fıkhi görüşlerini çıkaramıyoruz.

Tedbîrât-ı İlâhiye görüşünü, âlemin tedbir ve tedvirine, evrende cârî olan düzene yönelik görüşlerim çıkaramıyoruz. Fakat İbnü'l-Arab'de biz metafiziğin en girift noktalarına, ontolojiye, epistemolojiye dâir bilgiler alabildiğimiz gibi pratik fıkha dâir bilgiler de alabilmekteyiz.

Orucun nasıl tutulacağını, abdestin nasıl alınacağım da ondan

öğrenmekteyiz. Beşer hayatının her vechesine yönelik açılımları, sözleri var. Hadis, tefsir, fıkıh, kelâm, İslâm târihi vb. gibi kaleminin yazmadığı alan kalmamış. Ondan dolayı da şümullü bir zat. Yazılarının hem şiir hem de düzyazı formunda oluşu da İbnü'l-Arabi'nin çokyönlülüğünü gösteriyor. Dolayısıyla İbnü'l-Arabi'yi hem dikey hem de yatay

ilimlerde yed-i tûlâ sahibi bir otorite ve kâmil bir bilge olarak görmemiz gerekiyor. O bir imamdır, hüccettir, müçtehittir, muallim-i sânîdir.

Ercan Alkan
Ercan Alkan

HAKİKATİN MENŞEİ KUR'ÂN'DIR

İlk sorumuz "vahdet-i vücûd"a dâir görüşleriniz üzerine olacak. İrfanî tasavvuf doktrininden murad nedir?

Bu soruyu cevaplandırırken öncelikle iki hususu göz önünde bulundurmak gerekmektedir; ilkin vahdet-i vücûdun anlamı sonra da vahdet-i vücûd kavramının bizâtihî kendisi. Bu kavramın içeriği Şeyh-i Ekber

Muhyiddin İbnü'l-Arabî tarafından ortaya konmuş ancak muhtemelen ilk kez Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin talebesi büyük mutasavvıf Sadreddîn Konevî tarafından kullanılmıştır. Kavrama, Şeyh'in Fusûs'unun ilk bölümlerinde ve diğer eserlerinde kısmen değiniler bulunmaktadır.

Bununla berâber vahdet-i vücûdun hakîkati, bizatihi hakikatin menşeine dayanır ve söz

konusu İslâm olduğunda hakikatin menşei Kuran'dır. Vahdet-i vücûd "Lâ ilâhe illallah”ın en derin tefsiridir. Çünkü "vücûd"dan kasıt hakikî olandır. Hakikatin menşeidir. Bir şeye vücûda sâhiptir dememizdeki maksat ancak o şeyin tesirlerinin bizim tarafımızdan bilinişiyle hâsıl olur. Şâyet yağmurdan bahsedecek olursak bu bir şeydir ancak yağmur vücûda sâhipse

başımıza yağmur yağar ve başımız ıslanır. Biz insanlar fıtraten varolan ve olmayan arasında tefrikte bulunuruz. Bu vücûdun her yerde oluşu hasebiyle tefrikinin güç oluşu sebebiyledir. Eğer vücûd hakîkatse ve eğer Cenâb-ı Hak hakikîdir diyebiliyorsak tek bir vücûddan fazlası nasıl mümkün olur? Bu bir nevi çoktanrıcılık olur. Sıradan insanlar bilinçsiz bir

şekilde çoktanrılı olarak yaşarlar. Mutasavvıflar tevhîd üzre yaşamaya ve yerleşen ikiliği aşmaya çaba sarf ederler. İmdi biz diyoruz ki Allah, el-Hâlık’tır (Yaratıcı) ve biz de dâhil bütün yaratılmışlar mahlûktur. Ancak bir açıdan bu carî bir tefriktir. Başka bir açıdansa yaratılmış olanların gerçekliği tamamıyla Yaratıcı'nın gerçekliğinden ayrı

tutulursa iki gerçeklik ortaya çıkar. En derin anlamıyla vahdet-i vücûd yegâne bir nihaî hakîkatin olduğunu idrâktir. Diğer tüm gerçeklikler, bu hakîkate dayanır ve kendilerine ait bir hürriyetleri yoktur. İmdi bizim sıradan tecrübelerimizle birbirinden bağımsız gördüğümüz kapı, pencere, sema ve insanoğullarıyla ve diğer yandan diğer bir yerde bağımsız duran

Allah'la tenakuz oluşturduğu için vahdet-i vücûdu idrâk güçtür.


VARLIĞIN MERKEZİNDE ALLAH VARDIR

Bu meyanda vahdet-i vücûd tasavvuf yolunun tacıdır. Sadece ondan bahsetmeyle idrâki gerçekleşemez. Kendi başkalığımızın ötesine geçince idrâk gerçekleşir ki bu Allah'ı (c.c.) idrâktir. Ötenin aşılmasıyla kendi nefsimizin tümüyle

bağımsız bir hakîkat olmadığının farkına varışa ulaşılır. Ve Peygamber'in 'Allah'ın kalbimizin merkezinde olduğu” hadîsini idrâk için nefsimizi alt etmek gerekir. Bu, varlığımızın merkezinde Allah'ın bulunduğu anlamına gelir. Şâyet "ene ene” "ben ben” dersem bu, Allah bağımsız olmaktan ziyade enfüsî olarak vardır demektir ve şirktir.

Vahdet-i

vücûd eşyânın vahdetini sadece zâhiren değil bâtınen de müşahade etmektir. Çünkü bâtın olmadan zâhirin idrâki kâbil değildir. İkisinin de idrâki "fenâ"dır. Fenâ nefsin yok oluşudur. Mademki Türkiyedeyiz o hâlde Mevlânâ'nın Mesnevî'sinden size bir beyit okuyayım:

Varolanların kisvesindeki varolmayanlarız biz
Vücûd-ı mutlak sensin, sensin

vücûd

İşte en üst anlamıyla vahdet-i vücûd budur. İmdi tasavvuf târihinde büyük üstadlar vahdet-i vücûdu öncelikle aklen öğretme yoluna gitmişlerdir. Bu üstadların kendi aralarında farklı anlayışlar da söz konusudur. İbnü'l-Arabî talebesi Sadreddîn Konevî, Dâvud-i Kayserî, Molla Sadra aynı görüşlere sâhip olmayıp vahdet-i vücûdun anlamı

hususunda farklı düşüncelere sâhiptirler. Söz konusu şahsiyetlerden Molla Sadra kendine has bazı düşüncelere sâhiptir. Ancak uygulamada tüm mutasavvıflar aynı şeyi söylemişlerdir. Tamamı tevhîde vâsıl olmayı, fenâ kapısından Allah'ın birliğini idrâk etmeyi arzulamışlardır. Ki bu onlar için nihaî açıdan "Lâ ilâhe illallah”ın anlamını idrâkten başka bir

anlama da gelmemektedir. Meşhur bir Arapça sûfi sözünde şöyle söylenir, "Evde, evin sahibinden başkası yoktur.” Ve nereye giderseniz gidin yalnızca o vardır. Peki, Kur'ân ne söylüyor? "Nereye dönersek dönelim orada Allah'ın yüzü (vechi) vardır.” Sıradan insanlar başlarını çevirip görmüyorlarsa buna sebep, tevhîdi anlayamayışlarıdır. Vahdet-i vücûd İslâm

târihinin sonraki dönemlerinde ortaya çıkan söylemlerin ve kavramsallaştırmaların ötesine evrilir. Bir tevhîd kurumu olup idrâki Kur'ân ve hadîslere uzanır. Israrla söylüyoruz sadece bir tane nihaî hakîkat vardır. İşte vahdet-i vücûd budur.

VÜCÛD HAKÎKATTİR VE ALLAH'IN FİİLİDİR

Modern batı felsefesinde varlık salt şeye/şeylere indirgenmiş

görünüyor. Öte yandan klasik İslâm felsefesinde, ayrıca ortaçağ felsefesinde varlık'ın târif edilemeyeceği kabul edilir. Bu hususu ve varoluşçuluktan analitik felsefeye kadarki varlık anlayışını göz önünde bulundurarak, vahdet-i vücûddan murad nedir ve modern varlık anlayışına sunacağı imkânlar neler olacaktır?


Batı felsefesinde vücûdun ne

olduğunu izaha girmeden önce vücûdun ne olduğunu anlamamız gerekir. Batı felsefesi ontoloji den epistemolojiye ondan sonra mantığa geçer. Bugün modern batı felsefesinde bizatihi kendisi olarak ele alınan vücûd, varlık kavramı yoktur. Analitik felsefenin yahut Martin Heidegger'in varoluşçu düşüncesinin ele aldığı varlık, bizim varlık kavramımızla aynı değildir. Bize

göre vücûd ferdin fiili varlığı değildir. Hakîkattir ve nihaî olarak Allah'ın fiilidir.

O tüm vücûdun menşeidir. Bu sebeple dünya şeylerin bir yekûnu değildir. Vücûd fiillerinin yekûnudur. Latincedeki "ens” değil "esto"dur. Vücûd fiilleri olarak eşyânın kabaca nesneye dö nüşümüdür. İşte burada, vahdet-i vücûdun ne olduğunu anlama lıyız. Eşyâ

yaratılmış olduğu vakitteki gibi yalın değildir. İçinde bulunduğumuz an için tüm varlıkların menşeinden yâni bize göre Allah'tan varoluş fiilini alır. Bu Kur'ân'daki ”kün” "ol” fiilidir. Bu sadece zaman içine geriye doğru bir fiil olmayıp şu an için olan bir fiildir de. Kâinatın değiştiğine şahit oluruz. İşte İslâm felsefesinin sunduğu budur.


YEGANE HAKİKAT İLAHİ HAKİKATTİR

İbnü’l-Arabi’nin vahdet-i vücud’u, İmam-ı Rabbani’nin vahdet-i Şuhud’u arasında bu farklı görüşleri bir çok uzlaştırma teşebbüsü olageldi. Tevhid dairesinde kalıp bu farklı görüşlere bakmaya yönelik teşebbüsler hususunda ne düşünüyorsunuz?

Ben çeşitlilik içinde her daim vahdeti bulmaya

çalışan bir kişiyim. Her şeyden önce insanların ve hakîkati ifâde ediş biçimlerinin çokluğu sebebiyle herhangi büyük bir gelenekte birden fazla ekolün olması kaçınılmazdır. Yorumlardaki çokluk bütünün veya diğer yorumların yanlışlığı anlamına gelmez. Meselâ İbnü'l Arabî'nin vahdet-i vücûd anlayışında ve meşhur İranlı mutasavvıf Alauddevle Simnanî'nin

vahdet'i şuhûdunda —ki İmam-ı Rabbanî bu kavramı ondan almıştır— aynı hakîkatin değişik cihetlerini görüyorum. Hakîkat hep orada olduğu sürece siz daha sınırlı izahat alırsınız. Daha sınırlı izahat olduğu sürece daha evrenseli anlayamazsınız. İbnü'l-Arabî'nin vahdet-i vücûd anlayışını, en üst nevinden tevhîdi saf metafiziğinin ışığında

görüyorum. Vahdet-i vücûd ekolünün içinde birkaç değişik yorum bulunmaktadır: Vahdet-i has, vahdet-i âm. Tüm bu yorumların daha evrensel bir perspektifle birleştirilebilir olduğu kanaatindeyim. Her biri ken dine has bir rûh taşır. Konevî, Molla Sadra ve diğerlerinin anlayışları tenakuz içinde olmayıp her biri tamamlayıcı niteliktedir. Yegâne hakîkat ilahî

hakîkattir. Meşhur bir sûfi sözünü hatırlayalım. "Allah vardı ve onunla berâber hiçbir şey yoktu. Şimdi de durum yine, önceden olduğu gibidir.”

MUTASAVVIFLAR ŞERÎATA MUGÂYİR HİÇBİR ŞEYE TEVESSÜL ETMEZLER

Kimi mutasavvıf yazarlarca, bazı sembolik ifâdeler sıkça kullanılmış, örneğin puthâne, meyhâne, şarap, şarap içmek, sevgili,

sevgilinin saçı, sevgilinin yüzü vs. Bu durum bazı daha ortodoks veya da zâhirî ulemaca, ana görüşleri bir bulandırma olarak addedilmiştir. Bu bağlamda sembolik ifâdelerin sûfilerce kulla nılnıasını biraz açar mısınız?

Her şeyden önce Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyruluyor: "Allah insanlara (semboller) sunar.” "Emsal” kelimesi semboller demektir.

Kur'ân'ın bizatihi kendisi sembolik bir dil kullanır: "Şarâben tahûrâ», "temiz şarap” gibi. Takvâ sahibi Müslümanlar cennette temiz şaraptan içebilmek için bu dünyadaki şarabı ağızlarına sürmezler. Bu sebeple mutasavvıfların kullandığı şarap sembolü ehemmiyet taşır. Mutasavvıflar dünyada ve ukbada cenneti yaşamak isterler. Bu sebeple de Kur'ân ve hadîslerde

geçen cennete dâir sembolleri, huri, şarap vb. kullanagelmişlerdir. Ancak bu kullanımlar hep sembolik bir dil çerçevesinde olmuştur. İnsanlar Arap şiirinin şaheserlerinden biri olan ('Kasîde-i Hamriye”yi kaleme alan Ömer İbnu'l-Farıd'ın -ki bu zat Mısır'da çok sevilen, velî addedilen birisidir ve kimse onun yazdığı metinlerdeki şarabı dünyevî şarapla

özdeşleştirmemiştir ve şerîata mugayir de görmemiştir— ne dediğini anlar. Tasavvufi şiirin yapmak istediği şey sizi sıradan yaşamınızdan çekip Allah'la yüzleşmeye götürmektir. Bir de eskiden tüm kadınların hicap içinde olduklarını; saçlarını gördüğünüz yegâne kişilerin eşiniz, anneniz veya kızkardeşiniz olduğu bir dünyayı düşünün. Bir kadının

saçlarının güzelliğinden bahsetmek rûha dehşetengiz bir etki yapar ve bu etki rûhu etkileyen fizikî güzelliğin etkisinden mânevî güzelliğe taşırdı. Aynı şey şarap için de geçerli. Şarap basit bir şey değildir. Hıristiyanlıkta kutsaldır. Şimdilerde batıda millet sarhoş geziyor ama eskiden onun İsa'nın kanı olduğuna inanılırdı. Eski Mısır dinlerinde şarabın

birçok şey için kullanıldığını görürüz. İslâm zâhirî bağlamda şarabı yasaklamıştır. Ancak cennette yasak etmemiştir. Bu hususu unutmamak lazım. Aksi hâlde Kur'ân'da öyle denmezdi. Tasavvufta farklı biçimlerde sembollerin kullanılışı İslâm'ın, Kur'ânî vahyin derunî hakîkatlerini ifâdede en güçlü ve en değerli yollarındandır. Ve bunda amaç salt şiirsel

ve sanatsal bir dil kullanımı olmayıp rûhun ilgisini çekmektir.

Birçok insan Hâfız'ın, Yunus'un, Mevlânâ'nın şiiriyle İslâm'ın derunî hakîkatlerine yönelmiştir. Ayrıca şerîat temsilcisi zühd sahibi birçok âlim bilirim ki gizliden gizliye içerisinde mey, şarap geçen tasavvufî şiirler okumayı âdet edinmişlerdir. İnanması güç ama birçok örnek müftü

ve âyetullahların bunu yaptığına şahit oldum. Şerîat ihlal edilmedikçe, fizikî içme gerçekleşmedikçe; onlar, bunda beis olmadığının idrâkindeler. Ancak 19-20. yüzyıllarda burada yâni İstanbul'da ve diğer İslâm şehirlerinde kimileri batılılaşmaya başlayıp batılılar gibi içme yoluna gitmişlerdir ki bu şeytanîdir ve onların arasında buna mâzeret olarak da

mutasavvıfların bunu her daim yaptıkları kılıfını kullananlar da çıkmıştır. Bu tür kimseler, şerîata sıkı sıkıya bağlı, her daim şerîatın derunî anlamına vâsıl olmaya çabalayan mutasavvıflarla karıştırılmamalıdırlar. Mutasavvıflar şerîata mugâyir hiçir şeye tenezzül etmezler. Kadın yüzünü sembol olarak kullanmak da buna dâhildir. Burada hadîslerde

ve âyellerde geçen cennet hurilerini hatırlayın. Sûfilerce kullanılan sembollerde yapılan bunların dillendirilme sinden başkası değildir.

ASLÎ GELENEK İLÂHÎDİR

Gelenekselci ekolün önemli temsilcilerinden biri olduğunuzu biliyoruz Gelenekselci ekol Tasavvufun temel dinamiklerini en üst seviyede formülize etmiştir. Gelenekselci ekolün en temel

hususiyelleri size göre nelerdir?

Her şeyden önce, benim eserlerimdeki terimlerin Türkçeye tam olarak nasıl tercüme edildiğini bilmediğimden gelenek tâbirini biraz açalım. İngilizce tradition, —Latince ve Fransızca da aynı şekilde- devamlılık ve nakil gibi genel bir terim olup bizim kullandığımız şekliyle izahı için 20. yüzyılın başına Guenon’a dönmek

gerekir. Tradition'dan maksat ilahî vahiy yoluyla gelen kutsal hakîkatler ve onların medeniyet kanallarındaki sürekliliğidir. Bu sebeple aslî gelenek ilahîdir, kutsal temellidir ve özünde hakîkatin bilgisi yer alır. Batılıların deyişiyle gnosis (irfan) metafi ziği denen yüce ilim. Biz Kur'ân’ın deyimiyle Allah’ın her ümmete bir peygamber, dolayısıyla bir mesaj

gönderdiğine inanıyoruz. Allah herkese mesajını iletmeseydi O'nun gerçek mesajı anlaşılmaz ve insanlar O'nun hakkında ileri geri iftirada bulunabilirlerdi. Bü mesaj tevhîddir. Biz din kanallarından sonuncusu olan İslâm’ın hakîkatin evrenselliğiyle uyum içinde olduğuna inanıyoruz. Tüm semavî dinlerde hikmetin kalbi Allah'tır ve bu başlangıçta Âdem'in çamurunda

ihtiyaç duyulan şeydir. Dinlerin her biri bu hakîkatle ıslah için gelmiştir. Dinlerin sonuncusu olan İslâm tam da bu minvaldedir. Çünkü getirdiği tamamıyla fıtrî olandır. Tüm bunlar, dinlerin aşkın birliğine, religio perennis’e işaret eden Bu meyanda bu ekolün önde gelenlerinden ve Şâzeli büyüklerinden olan Frithjof Schuon'u (Şeyh İsa Nûreddin el-Aıevi) hatırlamak

gerektir. Bu şahsiyetler fıtrat dininden, "Din el-hanif"ten bahset mişlerdir. Religio perennis, "Din el-hanifften başkası değil de ne dir? Daha entelektüel bir yan olan philosophia perennis binlerce yıldır âriflerin dile getirdiği hikmet-i hâlideden başkası değil de nedir? İbn Miskeveyh'in ve başkalarının bu hususta kaleme aldıkları risalelere ne demeli? Bu yeni bir icad

değildir.

TANIMI GEREĞİ MODERNİZM GELENEĞİ UNUTMAKTIR

Bizim amacımız bu hazineyi tekrar günyüzüne çıkarmaktır, çünkü modernizm tanımı gereği geleneği unutmaktır. Dünyanın kutsal dışı bırakılmasıdır. Bilginin kutsal dışı bırakılmasıdır. İlâhî olanın beşerî olana dönüştürülmesidir. Sanatın beşerîleştirilmesi, kurumların

sekülerleştirilmesi olup tedricen Allah'ı unutuştur. Oysa tüm geleneksel medeniyetler Allah'ı anış temellidir. Her şey ilahî merkezlidir. Felsefe, sanat, sosyal yapı, aile, yaptığımız her şey... Bugün ise her şey insan merkezlidir. Eger bir Hıristiyan tâbiri kullanacak olursak, Allah'ın hükümranlığını insanınkine dönüştürmek. Bu sebeple biz modern dünyanın ateşli

münekkitleriyiz. Elbette şimdilerde iki yüz sene önce İstanbul'daki bir dişçinin diş çekmesine oranla daha az eza duyulacağını inkâr edecek değiliz. Küçük ayrıntılardan bahsetmiyoruz. Burada bahis konusu olan modern dünyayı ayakta tutan fikir ve ideolojilerdir; ferdiyetçilik, akılcılık, hümanizm, insan merkezli dünya görüşü ve benzerlerine dayanan modern dünyanın

karşısındayız. İnanıyoruz ki modern dünyanın yanlışlarına göğüs germenin yolu bir yandan akılla müteallik saf metafizik, diger yandan dünyadaki büyük geleneklerin esaslarını günyüzüne çıkarmaktan geçer. Büyük gelenekler farklı dillerde özde aynı olan hakikati en üst düzeyde dile getirirler. Nihaî olarak "Lâ ilâhe illallah”ı iddia etmeyen hiçbir din

görmedim. Tanrısı olmayan Budizm bile bu gözle ele alınabilir. Bu ilahı yok ediş değil, söz konusu ilahtan bahsetmeyi reddediştir. Metafizik seviyede İslâmî görüşlerle benzerlik arz eder. Camilerde hissedilen böyle bir duygudur. Bu sabah Sultanahmet Cami'ne gittim. Orada İlah'ın huzurunda hiçliği tatmak, saf boşluğu tecfübe etmek gibi. İşte her gelenekte bir anlamda "La

ilahe illallah”ın tefsiri yer alır. Nebevî zincirin son halkası İslâm önce mukaddes tevhîd doktrinini sonra da ilâhî tevhide dayalı her şeyi yeniden tesis için gelmiştir. Şimdi batıdaki birçok gelenekselci yazar ve batılı İslâm'ı kabul etmektedir. Çünkü İslâm son büyük evrensel hakîkattir ve târihteki sonralığı itibariyle ezoterik öğretileri muhâfaza edilmiş

ve ulaşılır durumdadır. Allah'ın önceden göndermiş olduğu tüm dinlerdeki hakîkatleri teyid eder ve diğer tüm insanların ittifak ettikleri bir özü tesis eder. İslâm'ı kabul edenler "Allah'tan geldik ve O'na dönücüleriz"i idrâk ederler. el-Evvel ve'l-Ahir'i bilirler. Dünyayı unutuşlarındaki tehlikelere göğüs gererler. Hakîkatin izahı 50 sene öncesine nazaran daha

kolay bir hâle gelmiştir. 100 sene önce İslâm dünyasında elit tabaka arasında batıyı taklit ediş —es tağfirullah— bir sünnet gibi görülüyordu. Ancak şimdi bu neviden kimseler kendi geleneklerine dönmekteler. Türkiye'de, Pakistan'da bir uyanış söz konusu. Bu süreçte küçük bir katkımız olduysa ne mutlu bizlere.