Nazan Bekiroğlu
Nazan Bekiroğlu

Sanat göstermek için önce iyi bir malzeme sonra da onu işleyebilecek usta gerekliydi. Ama mükemmel eserin ortaya çıkması için onun sunulacağı makam da önemliydi.

JEAN RUDEL
JEAN RUDEL

Sanat bir görüşe bağlıdır... Ama malzeme engeli bu belirsiz görüşü kendini formül halinde açıklamaya, en azından büyüleyici olan, tanınabilir bir işarette yoğunlaşmaya zorlar.
Aujame

Murat Cem Mekik
Murat Cem Mekik

Bir ihaleyi kazanmak için müşteriye rüşvet vaat eden patronunuz, şirket sırlarını rakip firmaya aktaran iş arkadaşınız, banka hesaplarından fark edilmeyecek küçük transferler yapan bilgisayarcı kardeşiniz, hileli veya yetersiz malzeme kullandığını bildiğiniz müteahhit kuzeniniz, sınavda kopya çeken sıra arkadaşınız hakkında ne yapacaksınız?

Gustave Lanson
Gustave Lanson

Edebiyat tarihi ve sosyoloji birbirinden tamamen farklı ve bağımsız iki çalışma alanıdır. Sosyoloji edebiyat tarihi ile ilgilenmek zorundadır, çünkü ham maddesini ondan almaktadır. Ama edebiyat tarihi yukarısına bakmak zorunda değildir. Sosyolojiden daha öncedir ve sosyoloji kendisine dayanır. Edebiyat tarihi kendi dışına çıkacaksa, filoloji ile, paleografi ile, metin

incelemesiyle, arkeolojiyle, bibliyografyayla uğraşır. Bizim çalışmalarımıza bu ilimler malzeme verir, sosyoloji değil.

Muhammed Ömür Akkor
Muhammed Ömür Akkor

Muhammed Ömür Akkor
Ekonomi mezunudur. Anadolu'nun malzeme envanteri ve yemekleri için 25 yıldır Türkiye'yi il il ve ilçe ilçe gezip 350.000 km yol yapmıştır.
Alacahöyük kazı evinde 7 yıl Prof. Dr. Aykut Çınaroğlu ile beraber çalışmış ve arkeoloji disiplini almıştır. Anadolu ve Türk mutfağını anlattığı 26 adet kitabı ve 200 ü aşkın makalesi vardır.


2012, 2015, 2016 yıllarında yazdığı kitaplar Gourmand Cookbook Awards tarafından farklı kategorilerde "best in the world" (dünyanın en iyisi) seçilmiştir. Zennup 1844'ün kurucu ortağı ve mutfak şeflerinden biridir.

Mustafa Uğur Karadeniz
Mustafa Uğur Karadeniz

İbn Arabi de “ibret” kelimesinin “geçmek” anlamından hareketle tıpkı rüyanın ta'bir edilmesi (ibret kökünden) ve ondan hareketle başka sonuçlara geçilmesinde olduğu gibi dünyanın da esas/öz olarak kabul edilmeyip ondan geçmek ve esasa ulaşmak gerektiğini ifade eder. Ona göre dünya bir köprüdür ve köprü üzerinde ev yapılmaz. Köprü metaforundan hareketle İbn

Arabi, hayatın anlamı ve geçiciliği üzerinde durur. Dünyayı ebedi görmenin yanılgılarını vurgular (İbn Arabi, 2006: 372).

Calvino'nun aktardığı kale ve su sinekleri arasındaki beka-fena çatışması ekseninde geçen şu hayali diyalog da meseleyi anlaşılır kılmak için okunabilir: Su sineği kümesi uçarken bir kaleyle karşılaşmış, kalenin burçlarına

konmuş, kaleye saldırmış, kalenin çevresindeki güvenli bölgeyi ve kuleyi işgal
etmiş. Su sineklerinin saydam kanatları taş duvarlar arasında süzülüyorken “Tel gibi kollarınızı, bacaklarınızı uzatmak için boşuna yoruluyorsunuz.” demiş kale ve devam etmiş: “Yalnızca kalıcı olmak için yapılmış olanlar, var olmaya hakları olduğunu öne sürebilirler. Ben

kalıcıyım, öyleyse varım; sizin için geçerli değil bu.” Ayrıca “Zaman benim üstümden akıp gider, ben kalırım.” diye de eklemiş kale (Calvino, 2008: 82).

Taşın malzeme olarak beka arzusunu gerçekleştirmede bir araç olduğu vurgusunun bu diyalogda öne çıktığı görülmektedir. Taşın mimari malzeme olarak kullanımının, sadece onun sağlamlığıyla

ilgili olmadığı anlaşılmaktadır. Taş, aynı zamanda insanın trajedisi olan sonsuza dek yaşama arzusu ve bununla birlikte ölecek olması gerçeğine karşı seçilen bir malzeme görevindedir. Böylece insan, bu dünyada trajedisinin kaynağı olan ölüme karşı kendince bir “çözüm” bulmuş olduğunu sanacaktır.

Kelsey Miller
Kelsey Miller

Eğer Friends'in şovunu gelecek vaat edip bunu donuk bir pilot bölümünden çok, büyük bir hite doğru fırlatan sihirli bir formül vardı ise; bu durumda son kilit malzeme oyuncu kadrosuydu. Şov, başlı başına çok iyidir; fevkalade bir şekilde öyledir. Ancak David Schvimmer'ın işe geldiği ve beş yeni meslektaşıyla tanıştığı ilk gün fark ettiği şekilde, "Asıl mucize,

oyuncu kadrosudur."

Muhammet Altaytaş
Muhammet Altaytaş

Cihad Kur'an'da genel olarak “Allah'ın rızasına uygun bir şe-kilde yaşama çabası” anlamına gelir. Bu bağlamda yapılan savaş
da cihadın bir çeşididir. İslâm'da bu anlamda cihadın ancak müslümanların can ve mal güvenliğini sağlamak, hak ve hürriyetlerini korumak, zulüm ve fesâdı (fitne), müslümanlara karşı yapılan saldirları ve hiyanetleri önlemek,

mazlumlara yardım gibi amaçlarla yapılacağı hükme bağlanmıştır. Zülmedenlerden başkasına düşmanlık yoktur. Savaştan vazgeçip barışa yanaşanların taleplerine uyulur. Savaşta saldıranlara karşı aynı ölçüde karşılık verilir, aşırı gitmek yasaktır.

Bekir Topaloğlu İslâm'da anlamını bulan, bütün cepheleriyle
ilahi mesajı insanlığa duyurma

amacını güden, bu sebeple de her
devirde canlı tutulması zorunlu olan cihad faaliyetinin günümüz
şarlarındaki yöntemlerini ekonomi, kültür ve son olarak savaş olmak üzere üç noktada toplar.”

Bazı araştırmacıların Kur'an'ın savaş ortamında nazil olan ve
müslümanları cihada teşvik eden ayetlerini onun bütünlüğünden
koparıp, cihadın

meşruluğunu küfür sebebine bağlayan bazı ulemaya ait görüş ve sözleri de ele alarak genellemede bulunmaları ve bunları maksatlarını aşacak şekilde yorumlarken gayri müslim ülkelerin tarih boyunca müslümanlara karşı sergilediği saldırgan tavır konusunda sessizliği tercih etmeleri hatta onların ağzıyla İslâm'ı eleştirmeleri ibret vericidir. Halbuki Kur'an'ın

müslümanlara karşı düşmanlık beslemeyen gayri müslimlerle iyi ilişkiler kurma, yönündeki tavsiyeleri açıktır.

"Geçmiş vahyin mensupları ile zulüm ve haksızlıktan
uzak durdukları sürece en güzel şekilde tartışın ve deyin ki:
“Bize indirilene inandığımız gibi size indirilmiş olana da
inanıyoruz: çünkü bizim ilahımız ile sizin

ilahınız tek ve
aynıdır ve biz (hepimiz) O'na teslim olmuşuzdur."

“İnanc(ınız)dan dolayı size karşı savaşmayan ve sizi,
yurtlarınızdan sürmeyen (inkarcı)lara gelince, Allah onlara nezaketle ve adaletle davranmanızı yasaklamaz: Çünkü
Allah adil davrananları sever. Allah, yalnızca, inanc(ınız)dan dolayı size karşı savaşan ve sizi

anayurdunuzdan süren veya (başkalarının) sizi sürmesine yardım edenlere
dostlukla yaklaşmanızı yasaklar..."

İslâm tarihi boyunca gayri müslimlerin İslâm ülkelerinde güven içinde yaşamış olmalarına karşılık hıristiyan alemi asırlar boyunca papalığın da etkisiyle İslâm dünyasıyla düşmanca ilişkiler
içinde bulunmuştur. Bütün hıristiyan

Batı dünyasının katıldığı HaçIı seferleri ve bunun İslâm dünyasında açtığı yıkımlar yanında Sicilya ve Endülüs'te insanlığın en ihtişamlı medeniyetlerinden birini kurmuş olan bir devleti ve milleti kökünden yok edecek kadar müslüman kıyımını doğuran bu düşmanlığın günümüz şartları, metodları ve vasıtalarıyla sürdürüldüğü yönünde hemen

bütün müslüman milletlerde genel bir kaygı vardır. Bosna-Hersek'te de görüldüğü gibi dünyanın bir çok yerinde müslümanların mal, can, namus, tarihi eserler ve kurumlar gibi bütün değerlerine karşı sürdürülen tecavüzler, tarihte olduğu gibi müslüman milletlerin onlarla ilgili kaygı ve kuşkularını haklı gösterecek niteliktedir. Ayrıca son birkaç asırdan beri

Batı'nın İslâm dünyasına yönelik sömürgeci politikaları ve bunun doğurduğu sonuçlar, tarih boyunca İslâm dünyasında yaşayan gayri müslimlere can ve mal güvenliği sağlamanın
da ötesinde milli kimliklerini koruma konusunda tanınan imkân ve hoşgörü ile karşılaştırıldığında, iki din ve medeniyetten (İslâm-Hristiyanlık) hangisinin diğer din mensuplarına

karşı daha saygılı ve müsamahalı davrandığını açık biçimde görmek mümkündür.

Anlaşılacağı üzere daha çok siyasi-ideolojik nitelikli olup toplumumuzun tarihi kültürel mirası ile psikolojik savaş malzeme
olarak kullanılan, yazarların da seslendirdiği bu ve benzeri iddiaları, onların İslâm'la ilgili genel tavır ve görüşlerinin uzantısı olmaktan

öte bir anlam ifade etmemektedir.

Muhammet Altaytaş
Muhammet Altaytaş

Son bölümde, İslâm'a yönelik eleştirel görüşleri üzerinde durduğumuz Turan Dursun ve Erdoğan Aydın'ın genel olarak eleştirilerinin niteliği, temel görüş ve iddialarının düşünce tarihindeki yeri ve günümüzdeki anlamı ile vardığımız sonuçlar ve önerilerimizüzerinde duracağız. Şunu da belirtelim ki, yazarların eleştirileri, sadece kendi görüşlerini değil

başta İlhan Arsel, Server Tanilli gibi yazarlar olmak üzere ülkemizdeki “maddeci sol” düşüncenin -üs-lup farklılıkları dışında temel iddiaları ve nitelikleri bakımından: İslâm'a yönelik eleştirilerini de büyük ölçüde yansıtmaktadır.
Özetle, yazarlar İslâm'ı pozitivist 'bilim ve akıl ile çağdaş insanlık değerleri" ölçütünde değerlendirirler.

İslâmi değerlerin bu ölçülere ters düştüğü, çağın gerisinde kaldığı, modernleşme imkânı olmadığı gibi, modernleşmemizi de engellediği, dolayısıyla reddedilmesi gerektiği sonucuna varırlar. Ayrıca dinin dogmatik bir yapıda olduğunu, özgür, yaratıcı düşünceyi engellediğini de sıkça vurgularlar.
Yazarlar ateizmden yanadır, ancak onlar ateizmi felsefi

bir problem olmaktan ziyade, ideolojik bir dünya görüşü ve politik bir yaşam biçimi olarak sunmaktadırlar. Eski Sovyetler Birliği'nde ve sosyalizmin hakim olduğu bazı üçüncü dünya ülkelerinde olduğu gibi ülkemizdeki sosyalistler de ateizmi, ideolojilerinin ayrılmaz bir parçası ve prapaganda aracı olarak değerlendirirler ve bilimsel ateizm adıyla takdim ederler. Özellikle

Turan Dursun'un -ki o bir sosyalist değildir- dine karşı eleştirilerinin oturtulduğu zemin ile Erdoğan Aydın'ın eserleri ve görüşleri bunun örnekleridir.
1) Eleştirinin hislerin tuzağından kurtulma ve kapsamlı bir “anlama”, “yorumlama” çabası olarak algılanması gerektiği kanaatindeyiz. Böyle bir eleştiri faaliyeti bir çok bakımdan değerlidir ve takdire

şayandır. Hür düşünce ve kültürel farklılıklar ötekilerle diyalog kurarak varolabilir, kendisini geliştirip yenileyebilir. Böyle bir eleştiri bir bakıma kendini ötekinin diline tercüme etmek olduğu için her iki dili de iyi bilmeyi gerektirir. Ne var ki ülkemizde yaratıcı, ufuk ve zihin açıcı, geliştirici ve diyaloğa dayalı eleştiri gelenekleri icat etmeyi

başarabilmiş değiliz. Böyle bir gelenek oluşturamayışımızın temel sebebi, hem tarihi kimliğimizi ifade edebileceğimiz inanç ve değerlerimizi, kültürümüzü hem de çağımızın ruhunu gereği gibi kavrayamayışımızdır.

Kanaatimizce dünya standartlarına ve bilimsel ölçülere göre, gerek müslüman ilim adamları, gerekse müsteşrikler tarafından yapılmış

çalışmalara kıyasla değerlendirmek gerekirse, yazarların bu eleştirilerini, “ideolojik kavram ve şablonlar", “bilimsellikten uzak” “avami, kaba, ham, hamasi” bazen de “agresif” unsurların belirlediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak çalışmalarının bu özelliği onların etkinliğini, onlara olan rağbeti, alâkayı azaltması bir yana tam da halk düzeyindeki

ilginin sebebini oluşturmaktadır. Daha da üzücü olanı şu ki, bu eleştiriler düzeyinde şekillenen din anlayışı, aralarında bazı aydınların da bulunduğu, azımsanmayacak bir kesimin, çoğu zaman medyada ve siyasi düzlemde gündeme gelen din anlayışının da düzeyine işaret etmesidir. Aslında bu durum toplum olarak bizim kendi kültür tarihimiz, inanç ve değerlerimiz

konusundaki amatörlüğümüzün de bir işareti olarak görülebilir.

Bu durum sadece itikadi bakımdan değil, sosyal, siyasi ve iktisadi bakımdan da önemli sonuçlar doğurmaktadır. Bunun sonucu olarak profesyonellerce belirlenen dünya arenasında, hem “milli varlığımızı” ortaya koymamız zorlaşmakta hem de aleyhimizdeki kültürel ve siyasi tehlikeleri fark etme

konusundaki basiretimiz bağlanmaktadır.

Günümüzdeki bu İslâm eleştirilerinin bir yönüyle XIX. yy'lın son ve XX. yy.'lın ilk yarısında pozitivizmin Türkiye'ye girişiyle, Abdullah Cevdet (1869-1932), Kılıçzade Hakkı (1872-1959), Hüseyin Cahit Yalçın (1874-1959) vb. isimler tarafından ortaya konulan eleştirilerin” -biraz daha vulgarize- bir versiyonu ve kendi

geleneğimiz bakımından “köksüz” olduğunu söyleyebiliriz; Batı kökenli bu geleneğin en önemli zaaflarından birisi de İslam ve Hristiyanlığı “din” adı alında aynı kefeye koyup aynı ölçülerle değerlendirmesidir.
Modern Batılı araştırmacı Leslie Lipson'un da ifade ettiği gibi İslâm inançlarında, Hıristiyan teolojisinde bulunduğu türden, Tanrının

insan biçiminde, bakireden doğma bir oğulun babası olması ve onun yeniden dirilmesi hikayesine, üçlü birlik kavramı gibi doktrinlere, İsa'nın yaşamını ve ölümünü kuşatan mitlere vs. yer verilmez.
İslâmi doktrin basit, açık ve dolaysızdır İslâm'da Allah'ın birliği ve Hz. Muhammed'in peygamberliği kabul edilince gerisi akli olarak temellendirilebilir. Hatta birçok

İslâm filozofu ve kelâm alimine göre Allah'ın varlığı peygamberliğin gerekliliği de akılla bilinebilir.

2)Çalışmamızda gözettiğimiz ve önemle üzerinde durduğumuz
Şu ayrıma dikkat çekmek istiyoruz. Biz, bilimsel ve rasyonel olarak temellendirilebilecek anlam dünyasına sahip yegane sistemin; İslâm olduğunu iddia etmiyoruz. Her inancın, ideolojinin kendi

usülü ve mâkuliyeti içinde kurulabileceğini, tutarlı olabileceğini
ötekilerle karşılaştırılabileceğini kabul ediyoruz. Ancak bütün bu inanç ve ideolojilerin hakikatle ilgisini kurma, bilimsel değil, felsefi, kalbi, şahsi tecrübelerin ve subjektif tercih ve unsurların katıldığı bir süreçtir. Bilim kendi sınırlarının, tecrübi alanın dışi çıktığında, bilim

olma özelliğini ve nesnelliğini yitirir.

Oysa yazarlar kendi materyalist dünya görüşlerini bilimsel, rasyonel, dini ise bilim ve akıldışı, hayali vs. diye nitelerler. İşte bizim “bilim-dişı, ideolojik” tavır derken kastetiğimiz de budur. Bir insanın bilimsellik adına, “doğru, bilimsel tek yaşam tarzı vardır, herkesin onu kabul etmesi zorunludur”

şeklindeki tavrı bilimsel, entelektüel bir yönteme değil, ilkel bir inanca işaret eder.

3)İslâm'ı değerlendirirken “bilim” ve "akıl”ı temel ölçüt alan yazarlar “bilim“i aklı “Akılcılık ” ile karıştırmak suretiyle zaman zaman “dogmatizm” olarak nitelendirilebilecek “katı, ideolojik” bir yaklaşım sergilerler. Felsefi ve metafizik konular

mahiyeti itibariyle deney ve tecrübenin, dolayısıyla pozitif bilimin konusu olmadığı halde, yazarlar -bilimin çağımızdaki otoritesinden yararlanmak amacıyla- İslâmi inançları çoğu zaman bilimsel ölçütlere göre değerlendirirler. Din ve bilim felsefesi açısından değeri olmayan ve önemli problemler içeren bu yaklaşım, bilimin

mutlaklaştırılmasıdan/kutsallaştırılmasından başka bir şey değildir.”

Tarihin hiçbir döneminde bilim kendisini dine karşı bir “kurtuluş yolu” olarak görmedi. Bilimin yegâne “yol gösterici” olduğu görüşü, çağımızda modem pozitivizmin güçlendirdiği bir inançtır. Bilgi imkânları tecrübi alanla sınırlı olan bilim, tasvir edici konumdan irşad

edici konuma gelerek, hakikat alanını da kendi ufkuyla sınırladı. Bunun dışında kalanı “gerçek dışı, hayal ürünü” ve “bilim-dışı” olarak niteledi.

Yazarların da taassupla bağlandığı bu anlayış, “tabu” diye niteledikleri dinin yaklaşımından daha dogmatik bir anlayıştır. Felsefi antropolojideki anlamıyla dogma, “her hangi bir şey hakkında

delilsiz olarak, kesin, mutlak, değişmez bir kanaate sahip olma” anlamına gelir. Aslında “dogma” ve “kutsallaştırma", bir yönüyle, hakikati tümüyle kavrama imkânından yoksun ama hakikat konusunda en azından bir kanaate sahip olmayı “varoluşsal bir zorunluluk” olarak hisseden insanın tümüyle kaçamayacağı bir yapı özelliğidir.

Bilgisel açıdan ve

doğurduğu sonuçlar bakımından tehlikeli olan, dogmanın ve inancın değerini, kendi iç tutarlılığı ve temelJendirilebilir oluşu değil, sadece bir otoritenin tayin etmesidir. Bu otorite kutsal bir varlık olabileceği gibi tarih, atalar, karizmatik kişiler, ideolojiler ve bilimcilik de olabilir. Böyle bir kutsallaştırma anlayışı dini değil tamamen insani bir tavır olan taassup

ve bağnazlığı doğurur. Dogmatik inancın en olumsuz yanı da insanda tedirgin, agresif, müsâmahasız ve katı tavırlara sebebiyet vermesi, toplumda özgürlüğü, diyaloğu, tartışarak ortak paydaları çoğaltma imkânlarını yok etmesidir.

Dogmatik inanç ile tarih boyu vahyin insanlardan talep ettiği imanı birbirine karıştırmamak gerekir. Vahiyde de, cin, şeytan,

cennet, cehennem gibi doğmaların olduğu kabul edilir. Fakat bütün bunlar dogma olmayan, Allah inancı ve peygamberin doğruluğuna, yani hesabı dogmatik olmadan verilmiş ilkeye bağlıdır. İslâm'a göre iman, dogma olmaktan uzaklaştığı ölgüde değer kazanır. Kur'an insanları delilsiz, zanna dayanan bilden, körü körüne ataları taklit etmekten men eder, yüzlerce ayettte onlar

ısrarla çevrelerine bakıp akletmeye çağırır.

Yazarların önemle üzerinde durduğu “Akıl ve Nesnellik” kavramlarının tehlikelerine karşı, geçen yüzyılda bizi uyaran, özgürlükçü düşüncenin önderlerinden kabul edilen Paul Feyerabend (1924-1994) olmuştur. Ona göre nesnelciliğin ve akılcılğın en önemli tehlikesi kültürel çeşitliliği, yerel

gelenekleri yok ederek dünyayı tektipleştirmesidir. Oysa kültürel çeşitlilik, insanoğlunun farklı hayat koşullarına daha iyi uyum göstermesine, dünyadaki
kaynakları daha iyi kullanmasına imkân verir. Kültür ve gelenekler üzerine çalışan bilginler, bizimkinden farklı kültürlerin bir hata değil, belirli, özgül çevrelerde geliştirilmiş, incelikli bir uyum

sürecinin ürünleri olduğu, iyi bir hayatın sırlarını ıskalamak bir yana yakalamış olduğu sonucuna vardılar. Yerel öncelik ve sorunlardan koparıltmış nesnel bilgi, varoluşu epistemik dayanaklardan yoksun bıraktı, kısırlaştırıp anlamsızlaştırdı. Dolayısıyla her kültürün kendine göre işlevsel, nesnel bir aklı vardır.

Bakunin de, bilimin ve bilimsel

bilginin önemine vurgu yaparken aynı zamanda bizi, “tüm rejimlerin en aristokratı, en despotu, en kurmaz ve en seçkincisi olan bilimsel aklın iktidar”ına
karşı uyarır ve bilimin hakim güçlerin boyunduruğuna girdiğini belirtir.

Dünya görüşleri ve ideolojileri gereği bilim, yazarların sorgulamaktan kaçındığı kutsalları arasında yer almaktadır. Oysa

“bilim nedir” sorusuna gerçekçi ve tatminkâr yanıtlar verilmediğinde dinin doğru kavranma imkânı peşinen yitirilmiş olur.

4)İslâmi inanç ve değerleri eleştirirken yazarların bir diğer temel iddiası da, İslâmın, “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi"nde ifadesini bulan çağdaş insanlık değerlerine karşı olduğu onlarla
uyuşmayacağıdır.

İslâm kültür ve medeniyeti perspektifinden bakıldığında, bugün insanlığın “evrensel insanlık değerleri” olarak nitelendirilen kazanımları “Allah'a rağmen" değildir. Çünkü İslâm nazarında, vahiy gibi insan aklının kullanımı da ilâhi bir buyruktur. Ayrıca insan fitratının ilâhi boyutu vardır. Dolayısıyla Allah'ın insanlara en büyük lütfu olan aklın,

kalbin ve diğer insani yetilerin ahlaki kazanımları da meşrudur. Allah'a, dine ve kutsala rağmen insani kazanım ve hak iddiası, Antik Yunan kültürü ve onun üzerine inşa edilen Batı kültür ve medeniyetine ait bir tasavvurdur ve bugün de anlaşıldığı üzere bir yanılsamadan ibarettir. Yunan kültür ve
edebiyatında, Batı'da kendisinden “insanlığa uygarlığı

bahşeden kahraman” olarak bahsedilen Promethe tanrılardan aldığı ateşi (aydınlığı), yeryüzüne indirdiği için tanrıların gazabına uğrar. İslâm'da ise İblis, Allah'ın verdiği bilme yetisiyle yücelen insanın önünde secdeye kapanmayarak Allah'a karşı geldiği için, Allah'ın lanetine uğrar. Bundan dolayı Batı felsefesinde insan hakları, hümanizm gibi değerler daha

çok tanrıya, kutsala karşı ve teizm-karşıtı bir bağlamda gelişmiştir.

Kendi düşünce dünyalarında yazarların dine biçtikleri rol de, Hiristiyan Batı tecrübesinin ürünü olan, maddeci pozitivist ideolojiler tarafından biçimlenmiştir. Bunun için onlar İslâm'ı insanlık değerleriyle uzlaştırma çabalarını da başarı şansı olmayan “dema-
goji”

“revizyonizm" ve “savunma mekanizması” olarak görürler. Bazı müslümanların ileri sürdüğü, “İslâm'ın bundan ondört asır önce, en ileri düzeyde getirdiği insan haklarını batı henüz keşfetmiştir” şeklinde sözü edilen nitelemeleri haklı çıkaracak yaklaşımların da olduğu gerçeği bir yana, genel olarak bakıldığında yazarların bu iddiasının muhatabı

İslâm dini olamaz.

Özetle bu “bildirgeler” insanlığın başarısıdır. Eğer onlar hakikati ifade ediyorsa onların Hıristiyan Batı'da formüle edilmiş olması önemli değildir. “İlim ve hikmet müminin yitik malıdır, onu bulduğu yerde alır”, İslâm medeniyeti daha önce Yunan felsefesine karşı da bu tavrı göstermiştir. Ancak gerek tarihi tecrübeler gerekse

günümüzde yaşananlar bize göstermektedir ki, asıl önemli olan nazari ahlâk teorileri, evrensel bildirgeler vs. değil, bunların hayata geçirilmesidir. Bunun için de evrensel bildirgelerin, “evrensel ödevler ve ahlaki sorumluluklar” bakımından desteklenmeye ihtiyacı vardır. Bu da ancak değer üreten sistemler ve dinlerle mümkündür. Aslında başta Kuran-ı Kerim olmak

üzere, ilâhi kitaplar
incelendiğinde, dini öğretilerin asıl amacının insanlara ahlâk ve değerler konusunda bilgi vermek değil, onları ahlâki ve değer sahibi yaşam konusunda eğitmek ve onlara yol göstermek olduğu anlaşılır.

Seküler, dindışı felsefe ve ideolojiler de ancak dine benzedikleri veya yaklaştıkları ölçüde değer üretebilirler. Örneğin

Sosyalizmin birçok felsefeden farklı olarak insanlara değer bilinci kazandırmasının sebebi de, özde dini bir yapıya benzemesindendir. Teoman Duralı'nın ifadesiyle “manevi insana karşı, maddi beşerin, mevzilenmesi” olarak tanımlanabilecek günümüz dünyasında asıl sorun insanın çıkara, şahsi menfaate karşı eğilimini ifade eden beşeri arzularının nasıl kontrol

altına alınacağıdır. Şüphesiz bunun yolu, insandaki manevi, ilâhi, insani boyutu güçlendirmek, ondaki ahlaki erdemleri yüceltmekle mümkündür. İnsanın bu anlamda olgunlaşma faaliyeti de özde dinidir.

Evrensel insanlık değerlerinin sahibi olarak kabul edilen ülkelerin hakimiyetinde şekillenen günümüz dünyasında, yoksul ülkelerden zenginlere doğru kaynak

transferi her geçen on yılda
katlanarak artmaktadır. Ekolojik yaşamı tehdit eden çevre sorunları bir yana, her geçen gün dünyadaki ekonomik ve sosyal adalletsizlik artarak devam etmekte, insanların bir kısmı sınırsız beslenmenin problemleriyle meşgulken, büyük bir çoğunluğu da temel insani ihtiyaçlarını karşılayamamakta, açlıktan ölmektedir. Bu sorun sadece

yoksul toplumların değil, zengin toplumların da sorunudur. Örneğin dünyanın en zengin, en gelişmiş ülkesi olan ABD'de her dört insandan biri yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Bu tablonun her geçen gün yoksulların aleyhine, varlıklıların lehine bir seyir takip ettiği görülmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, “çağdaş insanlık değerleri” denilen değerler,

günümüzdeki şekJiyle dünyadaki insanların sadece bir kısmının haklarını ve menfaatlerini yüceltmekte ve sadece onlara insanca bir yaşam sağlamaktadır. Batı'nın evrensel değerleri ve sekülarizmin, Batıdışı ve özellikle de İslâm toplumlarında özgürlük ve insan hakları karşıtı söylemleri besleyen, meşrulaştıran bir zemine kaydığı konusunda ciddi tartışmalar,

bugün Batı gündeminde bile önemli yer tutmaktadır. Şu halde, “çağdaş insanlık değerleri" söyleminin hele “sosyalist” duyarlılıklara sahip aydınları bu kadar cezbetmesi herhalde onların çaresizlik ve tükenmişliklerinin ifadesi olsa gerektir.

Bu duruma vahyi perspektifle bakınca öyle görünüyor ki, ‘mezarlarına girinceye dek çoğaltma ihtirasının

peşinde koşan' ve ‘servetin kendini ebedileştireceğini sanan' insanların etkinliğiyle
yoğrulan, inanç ve ahlaki değerlerden yoksun bir medeniyet sonunda kendini yok eder ve geride ibret alınacak medeniyet izleri kalır. Kuran'da olduğu gibi tarihte de bunun örneklerine
rastlanabilir.

5)Yazarların temel tezlerinden biri de İslâm'ın modernleşme imkânının

bulunmadığı, değerini yitirdiği, hatta modernleşmemizin önünde engel teşkil ettiği ve dolayısıyla reddedilmesi gerektiğidir. İslâm'ın, Batı'da Rönesans'tan beri gelişmekte olan topyekün dünyevileşme anlayışının, müslüman toplumlarda sağlam bir mekân tutmasına razı olmadığı, ruhunu ve çerçevesini dini inançtan almayan sosyal, siyasi ve iktisadi hayata daima

soğuk baktığı doğrudur. Meselenin bu yönünü yeterince fark edemeyenler, İslâm'ın modernleşmesinden onun modernizme teslim olmasını anladıklarından, İslâm'ın zamana uymakta güçlük çektiğini iddia etmektedirler. Oysa evrensel bir din olan İslâm'ın modernleşmesi, modernizme teslim olup işlevsizleşmesi değil, evrensel mânâ ve ruhunu modern hayata vererek, ona hem

muhteva hem de anlam kazandırmasıdır.

Günümüz dünyasında İslâm'ın ve müslümanların uğradığı eleştiri, iftira ve haksızlığın önemli sebeplerinden biri de, İslâm'ın modernizme karşı direnme gücüne sahip en güçlü düşünce ve
inanç sistemi olmasıdır. Bu mânada Çin ve Hint medeniyetleri de anımsanabilir. Şu var ki, evrenselleşememiş ve

arkalarında doğrudan doğruya sahih bir ilâhi tebliğ bulunmayan, örfler bağlamında, varolagelmiş medeniyetler olmalarından dolayı onların dirençleri de sınırlıdır.

İslâm evrensel ışığı ile ferdi ve toplumsal hayatın bütün yönlerini aydınlatmak ister. “Aydınlatmak” demek “varolmak için başka bir şeyi yerinden etmek” demek değildir. Bilim, sanat,

ahlâk, siyaset, iktisat kendi mâkuliyetleri ve kısmi bağımsızlıkları içinde varolacak, evrensel ışık ise toplumun varoluş zemininde, aşkın olandan kaynaklanan gücüyle, “göklerin ve yerin nuru” (en-Nur 24/35) olmaya devam edecektir. Böyle bir varoluş halinin “ben varsam o yoktur” anlayışıyla ilgisi yoktur. O bakımdan İslâm günlük dilde kullandığımız anlamda

bir ideoloji değildir.

Unutulmamalıdır ki, evrensel olan, Kur'an'ın belli durumlar için öne sürülmüş yorum ve uygulamaları değil, bizzat kendisi ve mesajıdır. Eğer yazarlar eleştirilerinde bu ayrımı yaparak Kuran’ı Kerim'deki tarihsel unsurları ve geleneksel İslâmi literatürü lafzi olarak okuyup günümüze taşıyan katı anlayışları eleştiri konusu

yapmış olsalardı, hem büyük ölçüde haklı olabilirler hem de İsİâm'ın modernleşmesi için müslümanları uyarıcı bir etki/katkı yapmış olabilirlerdi. Zaten birçok müslüman yazar da günümüz müslümanlarının nazari ve ameli aklının uzun zamandan beri yetersiz kaldığı, bunun da İslâm'ın evrensel mesajının modernleşmesinin önünde engel olduğunu ileri

sürmektedir.

6)Diğer yandan, müslüman bir toplumda İslâm eleştirisi sadece entelektüel, felsefi bir tartışma değil, aynı zamanda bir kültür,medeniyet değer ve kimlik eleştirisidir. Elbette farklı kültür ve medeniyetlerden istifade ederek kendi kültürümüzü eleştirebilir, zenginleştirebilir ve geliştirebiliriz. Ancak böyle bir faaliyet, yeni katılan

unsurların kodlarını kendi değer sistemimizle bütünleştirerek başarılı olabilir. Bu konulardaki ani ve köksüz değişimler toplumda onulmaz yaralar açabilmekte ve asırlar boyunca oluşan ve derin anlam boyutları kazanan semboller dünyamızda ve tarih bilincimizde köklü değişiklikler, aşılması güç problemler doğurabilmektedir. Fert ve cemiyet planında beşeri şahsiyetin

devamı önemlidir. Bu istikrar ile oynamak toplumun şuuru ve kollektif bilinciyle oynamaktır. Bu durum toplumsal bunalımlara, benlik ve kültür krizlerine sebep olabilmektedir.

Aslında yazarların kitaplarında muhatap aldıkları din anlayışı zihinlerindeki din tasavvuru, günümüzde İslâm konusundaki iki sağlıksız yaklaşımı örneklemektedir. Bir yanda, din adına

ileri sürülen yavan, katı, uzaklaştırıcı ve dolayısıyla yabancılaştırıcı, çoğu zaman akıldışı ve tutarsız bir dini anlayış vardır. Bu katı muhafazakarlık, aydınlatıp yumuşatılmadıkça, İslâm'ı
cepheden vurmak için siperde bekleyenler her zaman malzeme bulmakta güçlük çekmeyeceklerdir. Diğer yanda ise din aleyhine önyargılı, ham, yüzeysel,

kışkırtıcı bir yaklaşım söz konusudur. Her ikisi de problemlidir.

Böyle bir problemi besleyen başlıca iki unsurdan söz edilebilir. Bunlardan biri özellikle son birkaç yüzyıldır kendini yenileyemeyen yeni tecrübelerle zenginleştirip yeni ifade yolları üretemeyen katı muhafazakâr dini anlayıştır. Diğeri ise batılı insanın tarihi ve dini (Hristiyanlık)

tecrübesinden kaynaklanan ve İslâm dünyasına oldukça yüzeysel biçimde yansıyan, yazarlar örneğinde olduğu gibi zaman zaman ideolojik bir görüntü sergileyen, katı
dünyevileşme anlayışıdır. Din konusunda, bu iki yaklaşıma bağlı anlayış ve siyasetin de toplum için hayırlı sonuçlar doğurmayacağı açıktır.

Zaaflarına rağmen eleştirel

çalışmalar, “ilerici-gerici, laik-anti laik, sünni-alevi, vb.” daha çok yapay olduğuna inandığımız, fakat uğruna siyasi, sosyal ve iktisâdi ağır bedeller ödediğimiz kutuplaşmaların aşılması, milletimizin birlik ve beraberliği ile selâmeti bakımından önemlidir. Bunun için, toplumumuzdaki bütün kesimlerin birbirlerini önyargısızca anlamaya, yorumlamaya ve

diyaloğa yönelik çalışmaların devam etmesi gerektiğine inanıyoruz. Öte
yandan, Turan Dursun ve Erdoğan Aydın’ın kaleme aldığı bu görüşlerin toplumun belli bir kesimince paylaşıldığı da bir gerçektir. Bu açıdan bakılınca, değeri ne olursa olsun bu görüşlerin gündeme getirilmesinin, sorgulanması ve kıymetinin takdir edilmesi bakımından yararlı olduğu

söylenebilir.

7)Bütün bu problemlerin aşılması için, yönlendirici, araçsal bir din eğitiminden çok objektif, baskısız ve seviyeli bir din eğitimine önem verilmesi gerekmektedir. Diğer yandan, “fikri ve vicdanı hür” fertler yetişmesi için, din ve bilim öğretiminde, bilginin mahiyeti, sınırları ve hiyerarşisinin kavranması, bunun için de “Din ve Bilim

Felsefesi” öğretimine önem verilmesi zorunludur. Aksi durumda toplumda özgür düşüncenin gelişmesi, din veya bilim
kaynaklı dogmatizmin hafiflemesi beklenmemelidir.

Mehmet Aydın'ın deyimiyle “Bugün müslümanların yeniden düşünmek, İslâm'ın fikri yapısını modern bilim ve düşünceyi dikkate alarak yeniden kurmak gibi zor ama şerefli bir görev ve

sorumlulukları vardır.”

Özellikle XX. yy. boyunca, bu sorumluluğunun farkında ve bilincinde olan, hem İslâm'ı hem de modern hayatı bilen inanmış aydınların çalışmalarıyla, bugün geleceğe daha umutla bakabiliyoruz.

Ruhi Ersoy
Ruhi Ersoy

Kıbrıs'ta Türk varlığını korumak amacıyla 1957 yılında Rauf Denktaş, Burhan Nalbantoğlu ve Kemal Tanrısever'in önderliğinde Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) kuruldu. 15 Kasım 1957'de kurulan bu teşkilatın amacı saldırı amaçlı silahlı eylemlerde bulunmak değil Rumların eylemlerine karşı Türkleri korumaktı. Aynı zamanda Türkiye bu gizli örgütün çalışmalarını

resmi ve gayriresmî olarak destekleyip gerekli malzeme ve mali desteği sağlamıştır. Aslında TMT'den önce adada kurulan direniş örgütleri vardı. Volkan, Karaçete, 9 Eylül Cephesi gibi örgütler kurulmuş fakat teşkilatlanmada yaşanan problemler sebebiyle uzun ömürlü olmamıştı. Bu yönüyle Türkiye'nin doğrudan desteğiyle kurulan TMT önemli bir rol üstlenmiştir.

Kıbrıs'taki Rum terörüne karşı en büyük direniş örgütü olmuştur.18 TMT bir yeraltı örgütü olarak teşkilatlanmış ve kısa sürede Lefkoşa, Mağusa, Lefke, Larnaka, Baf ve Limasol olmak üzere altı bölgede her biri ellişer kişilik olmak üzere askerî güç olarak teşkilatlanmıştır. TMT'de komutan olan kişi ye de kod adı olarak "bozkurt" ismi veriliyordu.